Ana SayfaHaberlerÇevirilerSeçmenler demokrasiye karşı: Otokratik dirilişin kökenleri

Seçmenler demokrasiye karşı: Otokratik dirilişin kökenleri

1980'lerden bu yana, liberaller ve muhafazakârlar arasında ırksal adalet, göç, kürtaj ve eşcinsel hakları gibi konulardaki toplumsal kutuplaşma gittikçe arttı ve siyasi yelpazenin solunda güçlenen ilerlemeci değerler, sağda kültürel bir geri tepmeye yol açtı. Genel anlamda konuştuğumuzda, demokrasisinin bozulma riski en yüksek olan ülkelerin; toplumların ve partilerin liberal-muhafazakâr kültürel değerler arasında kutuplaştığı ve kurumların taraflar arasında köprü görevi görmediği ülkeler olduğunu görürüz. Pippa Norris’in Foreign Affairs’teki makalesini Deniz Karakullukcu çevirdi.

Yazan: Pippa Norris
Çeviren: Deniz Karakullukcu

Başkan Joe Biden, taşkın bir kalabalığın Amerikan Kongre Binası’nı yağmalamasından yalnızca iki hafta sonra yaptığı görev kabul konuşmasının en can alıcı noktasında, iktidar değişiminin, Amerikan demokrasisinin ayaklanma, kaos ve hoşgörüsüzlük karşısındaki galibiyetini gösterdiğini söylüyordu. Biden’ın ”bugün demokrasinin günüdür” vurgusunu yaptığı konuşmada ”demokrasi” kelimesi, önceki Amerikan başkanlarının görev kabul konuşmalarından katbekat fazla kullanılmıştı. Biden, aynı konuyu bundan bir ay sonra, eski Başkan Donald Trump’ın ”Önce Amerika” mottosu altındaki politikaları benimsemediğini dile getirdiği ve dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde insan haklarını korumayı taahhüt ettiği Münih Güvenlik Konferansı’nda yeniden ele alırken bu sefer de ”demokrasi kazara ortaya çıkmadı, onu savunmamız, güçlendirmemiz ve yenilememiz lazım” diyordu. ABD, dört yıllık kısa bir aradan sonra, otoriterlik ile demokrasi arasındaki çekişmede yeniden tarihin doğru tarafındaydı. Biden’ın deyimiyle, “Amerika geri döndü.”

Ancak liberal demokrasi konusunda aynı iyimserliği taşımak hiç de kolay değil. Dünya, 1970’lerde Yunanistan, Portekiz ve İspanya’da başlayan, 1980’lerde Latin Amerika’ya yayılan ve 1990’larda Doğu Avrupa’da hız kazanan sözde üçüncü demokratikleşme dalgasının baş döndüren günlerini geride bıraktı. Bugünün gündemi çok daha iç karartıcı. Arap Baharı, Mısır ve Suriye’de baskı rejimlerinin yeniden hâkimiyet kurmasıyla sona erdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, geçtiğimiz on yılda iktidarlarını daha da sağlamlaştırdılar. Belarus, Hong Kong, Myanmar ve Rusya sokaklarındaki kitlesel protestolar, güvenlik güçlerinin şiddetli müdahaleleriyle bastırıldı. Başkan Jair Bolsonaro’nun iktidarındaki Brezilya’da, Başbakan Viktor Orban’ın iktidarındaki Macaristan’da ve Başkan Rodrigo Duterte’nin iktidarındaki Filipinler’de illiberalizm her geçen gün yükseliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin de dâhil olduğu köklü liberal demokrasilerde bile iktidar koltuğunda otoriter popülist liderler oturuyor.

Stephan Haggard ve Robert Kaufman, yeni kitapları Backsliding‘de (Bozulma) günümüz demokrasilerinde yaşanan gerilemeyi izah etmeyi amaçlıyorlar. Kitap, dünyada bu bozulmaya ilişkin başlıca örnekleri tespit edip nedenlerini açıklamaya çalışarak konuyla ilgili çalışmalara önemli bir katkıda bulunuyor. Haggard ve Kaufman, bu bozulmanın genellikle ülke liderlerinin siyasi elitlerle el ele verip denge ve denetleme mekanizmalarını adım adım ortadan kaldırmalarıyla yaşandığını iddia ediyorlar. Gelgelelim, bu iddialarında, seçmen nezdinde yaşanan daha geniş çaplı değişimleri ve siyasi kurumların çöküşünü yeterince dikkate almadıkları görülüyor, zira bu bozulmadan yalnızca illiberal liderler değil, arkalarındaki kamuoyu desteği ve yozlaşmış kurumlar da sorumlu.

Çorbaya dönmüş demokrasiler

Haggard ve Kaufman; kitapta Brezilya, Yunanistan, Nikaragua, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri dâhil olmak üzere 16 farklı demokrasideki bozulmaları karşılaştırıyor. Bu 16 ülke, 1974 ile 2019 yılları arasında en az sekiz sene boyunca kesintisiz olarak demokratik yollarla seçilmiş bir iktidar tarafından yönetilen ve Varieties of Democracy (Demokrasi Çeşitleri) projesinin topladığı verilerden yola çıkarak liberal demokrasi skalasında istatistiksel bakımdan önemli bir düşüş yaşayan devletler arasından seçilmiş. Haggard ve Kaufman, bozulmayı, titizlikle, ancak dar bir çerçevede tanımlıyorlar. Onlara göre, bu bozulma, ekseriyetle, demokratik bir seçim sonucunda yürütme yetkisini elinde bulunduran otokratların, seçim bütünlüğünü adım adım baltaladığı, siyasi haklar ile sivil özgürlükleri kısıtladığı ve iktidarları üzerindeki yatay denetimleri aşındırdığı zaman meydana geliyor. Bu nedenle, demokrasilerin; askeri darbe, iç savaş veya dışarıdan gelecek bir askeri müdahale gibi başka nedenlerle çöktüğü durumlara, günümüzde daha az yaygın görüldükleri için kitapta yer verilmemiş. 

Haggard ve Kaufman, bozulmalar için belirli bir yol haritası çiziyor. Otokratlar, ilk olarak, seçimle yürütme makamına oturmak için siyasi kutuplaşmadan yararlanırlar. Bunu yaparken de, kültürel meseleler üzerindeki gerilimi artırarak, “gerçek halk” ile yabancılar, göçmenler, ırksal, etnik veya dini azınlıklar, muktedir elitler ve siyasi muhalifler arasındaki biz-onlar ayrımını vurgulayan bir söylem üretirler. Ardından, bu liderler, yetki alanlarını genişletmek için özellikle serbest, adil seçimleri ve bağımsız yasama organlarını baltalayarak, temel demokratik kurumlara dozu giderek artan bir biçimde saldırırlar. Seçimle göreve gelen her partili, liderlerinin hukukun üstünlüğüne yönelik saldırılarını veya seçimlerde uyulması gereken kuralları manipüle etmesini engellemedikleri için bu süreçte birer suç ortağıdır. Haggard ve Kaufman, bu sürecin, demokrasiye verilen zararı iş işten geçene kadar göremeyen halkın yönünü şaşırttığını öne sürüyor.

Örneğin, Macaristan demokrasisindeki bozulmanın başlangıcını, Viktor Orban’ın partisi Fidesz’in seçimi ezici bir çoğunlukla kazandığı 2010 yılına kadar götürüyorlar. Başbakanlık koltuğuna oturduktan kısa bir süre sonra anayasada ve seçim yasasında değişiklikler yaparak 2014 ve 2018 seçimlerinde iktidarını pekiştiren Orban, bu süreçte medya bağımsızlığını ihlal etti, yargıyı kısıtladı ve siyasi haklarla sivil özgürlükleri sınırlandırdı. Bütün bunlar, toplumdaki göçmen nefretini iyice körükledi. Orban, Macaristan’ı AB’ye ve AB’nin göç konusundaki ihmalkâr politikalarına karşı savunarak halkın iradesine yanıt verdiğini ve bu nedenle ”hakiki” demokrasiyi yalnızca kendisinin yansıttığını iddia ediyordu.

Amerika Birleşik Devletleri’nde, Trump, siyasi partilerin kültürel değerler üzerinden kutuplaşmasını kullanarak Beyaz Saray’a çıktı ve göreve geldiğinde, Kongre’de ve seçmen nezdinde iki parti arasındaki ayrışmaları derinleştirdi. Trump iktidarı boyunca göç, ırk, din ve milliyetçilik gibi konularda ”bize karşı onlar” yaklaşımı çok daha kötü bir hal alırken Cumhuriyetçi seçmenin yürütmeyi dengeleyen demokratik kurumların meşru otoritesine duydukları güven de böylece sarsılmış oldu. Düzenli olarak medyayı hedef alan ve yargıyı eleştiren Trump, Kongre’yi büyük ölçüde ”bypass” ederek ülkeyi Twitter saldırılarıyla, kararnamelerle ve Senato’nun onaylamadığı mevkilere ”vekâleten” yaptığı atamalarla yönetti. Ayrıca, destekçilerinin Capitol’e yaptıkları utanmaz saldırıyla sonuçlanacak şekilde, seçmende başkanlık seçimine karşı güvensizlik tohumları ekti. Belki de bundan daha bile rahatsız edici olanı, Trump’ın, Şubat ayında Muhafazakâr Siyasi Eylem Konferansı’nda (CPAC) yaptığı konuşmada, şahsi konutu Mar-a-Lago’da sessiz sakin bir emeklilik hayatı yaşamaktan ziyade, Cumhuriyetçi Parti’ye (GOP) liderlik etmeye devam edeceği mesajını vermesiydi. Trump, Biden’ın siyasi geçmişini amansızca eleştiriyor, seçimlerde Biden’ı destekleyen Cumhuriyetçi milletvekillerini yerden yere vuruyor ve hatta 2024 seçimlerinde partisinin adaylığına yeniden göz kırpıyordu.

Yine de bu, akıllara başka bir soruyu getiriyor: Backsliding‘de sunulan teori, Orban ve Trump örneklerinin rasyonalleştirilmiş bir halini mi yansıtıyor, yoksa bu teori gerçekten de dünyanın başka demokrasilerinde bozulmayı açıklayabilir mi? Macaristan ve Amerika örnekleri, Haggard ve Kaufman’ın teorisini özetler niteliktedir. Yine de, arz miktarını etkileyen faktörlere odaklanan bu anlatının, dünyanın başka yerlerinde yaşanan demokratik bozulmanın kapsamlı bir açıklamasını sağlayıp sağlayamayacağından şüphe duymak için yeterli bir sebebimiz var. Liderlerin bu süreçte oynadıkları rol her ne kadar önemli olsa da, son on yılda dünya çapında pek çok farklı ülkede, birbirine benzer illiberal değerleri ve yöntemleri paylaşan liderlerin ortaya çıkma nedeni hala yeterince açık değil. Acaba bu yalnızca bir tesadüften mi ibaret? Bu liderlerin yaptıklarının birbirine sirayet etmesi doğaldır; bu nedenle, Trump’ın illiberal taktiklerle yükselişi, 2018’de seçilen Bolsonaro gibi diğerlerini de benzer bir yol haritası izlemeye teşvik etmiş olabilir. Ancak, kitapta adı geçen illiberal liderlerin çoğu Trump’tan yıllar önce iktidara geldiğinden, burada başka bir şeylerin döndüğünü düşünmek akıl dışı değil.

Haggard ve Kaufman, ele aldıkları meselelerdeki çeşitliliğin sayıca fazla olduğuna işaret ederek iddialarına yeterlilik kazandırmaya özen gösteriyorlar. Örneğin, partiler arasındaki kutuplaşmanın Yunanistan, Macaristan ve Polonya’da otokratlar iktidara gelmeden önce arttığını, ancak Nikaragua, Rusya ve Türkiye’de benzer bir durumun yaşanmadığını öne sürüyorlar. Bolivya ve Zambiya’da eski parti sisteminin çökmesiyle boşluğu yeni partiler doldurmuş, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ise mevcut bir parti, siyasi yelpazenin merkezinden gittikçe uzaklaşmıştı. Öte yandan, göç, birçok Avrupa ülkesinde toplumu ikiye bölse de bu bölünmeler, farklı ülkelerde farklı şekillerde yaşandı. Yunanistan ve Türkiye gibi bazıları, 2014’ten başlayacak şekilde Afganistan ve Suriye’den gelen göçmen dalgasından doğrudan etkilenirken, Macaristan ve Polonya gibi diğerleri, kapılarını daha az sayıda mülteciye açıyordu. Başta Rusya olmak üzere demokrasilerinde bozulma gözlemlediğimiz ülkeler de ekonomik krizlerle karşı karşıya kalırken, Polonya gibi diğerleri, demokrasilerindeki gerilemeden önce güçlü bir ekonomik büyüme yaşamıştı. Başka bir deyişle, bu konuda kesin bir yargıda bulunmak hiç de kolay değil.

Arz ve talep

Kitabı kısıtlayan konulardan biri de Haggard ve Kaufman’ın sadece bu 16 örneği ele almasıdır. Eğer kitaba daha fazla örneği dâhil etselerdi, araştırmalarını daha güçlü kılacak ve bu sayede genelleme yapma alanlarını genişleterek zorlu analitik sorunların üstesinden gelebileceklerdi. Aynı zamanda kitap, sayfa sayısının azlığına karşın demokrasilerdeki bozulmayla ilgili ayrıntılı tarihsel vaka incelemelerine imkân vermeyecek kadar fazla sayıda ülkeye eğiliyor. Kitabı kısıtlayan bir diğer konu, yazarların, belirli kilit terimlerin kavramsallıklarını kendi argümanlarına uyacak şekilde genişletmeleridir. Ülkelerinin demokrasisinde bozulma yaşanırken başta olan liderlere “otokrat” etiketini yapıştırsalar da bu, döngüsel bir açıklamadan öteye gitmiyor. Yaptıkları bazı ölçümlerin şüpheli oluşu da cabası.

Kutuplaşmayı ölçümlemek için ise toplumsal kutuplaşmanın derecesine ve hükümet karşıtı toplumsal hareketlerin boyutuna ilişkin tahminlerde bulunan uzmanların çevrimiçi kamuoyu araştırmalarına bel bağlıyorlar. Ancak bunlar, nesnel bir ön koşulu temsil ettikleri oranda incelenen sonuç aracılığıyla, yani bozulmayla çarpıtılabilecek muğlak ve izlenimsel ölçümlerdir. Bundan daha da büyük bir sorun, Haggard ve Kaufman’ın, kutuplaşmanın kökenlerini, seçmenlerdeki ekonomik veya kültürel bölünmelere dayandırmak yerine dış kaynaklı olarak ele almalarıdır.

Haggard ve Kaufman’ın bu konudaki açıklaması, illiberal liderlerin bozulmaya ne şekilde katkıda bulunduğuna odaklanan arz yönlü bir yaklaşımı yansıtıyor. Haggard ve Kaufman, aynı zamanda illiberal liderlerin demokratik normları yozlaştırma kapasitelerine ve siyasi elitlerin bu sürece boyun eğmesine öncelik veriyor. Onların deyimiyle, “Bozulma… en nihayetinde yürütme makamında oturan ve yasama organının kontrolünü ele geçiren otokratların eylemlerinin bir sonucudur.” Kitabın esasen tarih teorileri arasından “büyük adam” teorisini yansıtması, Orban, Putin, Trump ve benzerlerine gösterilen ilgi göz önüne alındığında cezbedici bir hal alıyor.

Buna karşılık, Haggard ve Kaufman, talep yönlü faktörleri, yani illiberal liderlerin yükselmesine izin veren güçleri ikinci plana koyuyor. Onların yaklaşımına göre halk, siyasette sınırlı bir rol üstlenir. Seçmenler, illiberal siyasi söylemler için adeta bir piyasa yaratarak illiberal liderlere seçim kazandırsalar da sonrasında bunun sonuçlarını pasif bir şekilde kabul ederler. Bu noktada, özellikle ülkedeki bilgi akışını kontrol eden otokratik liderlerin, sıradan vatandaşları adım adım demokratik hak ve özgürlüklerinden vazgeçmeye zorlayarak yönetimi devraldığı düşünülmektedir. Haggard ve Kaufman, sıradan vatandaşların liberal demokrasiye bağlı olduklarını, ancak siyasi süreçten kopuk oldukları için güç düşkünü elitlerin süreci yozlaştırmasına izin verdiklerini varsayıyorlar. Bu nedenle, teoride, elitlerin baştan aşağı yozlaşmış olduğu ve meşru otoritenin erdemli insanlara ait olduğu şeklindeki popülist mefhumlar yankılanıyor. Balığın baştan kokması gibi, demokrasi de argümanın devamı geldikçe tepeden gelen baskıyla çöküyor.

Yine de bu teori, halkın geniş kesimlerinin otoriter değerlere sahip olduğu anlamına gelmez. İnsanlar bazen, dış tehditlere karşı düzeni ve güvenliği ön planda tutan, geleneksel normlara bağlı kalan ve kabileyi savunma sözü veren liderleri ülkelerinin başında görmek isterler. Avrupa’da nefret gruplarıyla aşırılıkçıların yükselişinin ve Trump destekçilerinin Cumhuriyetçi Parti’yi ele geçirmeyi başarmasının nedeni tam olarak budur.

Buna yönelik bir diğer izah, kurumsal faktörlerin yanı sıra talep yönlü güçleri de vurguluyor: İlliberal liderler, genellikle, derin bir toplumsal bölünmenin yaşandığı ve toplumdaki azınlık grupların görüşlerinin temsil edilmeyerek kazananın her şeyi aldığı çoğunlukçu kurumlara sahip ülkelerde ortaya çıkarlar. Genel hatlarıyla, siyaset bilimci Arend Lijphart’ın klasiklemiş eserinden türetilen bu bakış açısına göre, liderler, toplumsal bölünmeler ve siyasi kurumlar arasındaki uyumsuzluğun itici gücü olduğu kadar bunların birer sonucudur da. Lijphart’ın öne sürdüğü gibi, 1950’lerin ve 1960’ların Birleşik Krallığında olduğu üzere büyük ayrışmalar yaşayan homojen toplumlar, çoğunlukçu yönetimlere rağmen liberal demokrasilerin gelişimini sürdürebilir. Ancak, Lijphart, derin kültürel veya toplumsal bölünmelerle parçalanmış devletlerde, liderler ülkelerini -yasama ve yürütme makamında kimlerin oturacağı belirlenirken yapılan ve kazananın her şeyi aldığı aldığı seçimler de dâhil olmak üzere- çoğunlukçu kurumlar aracılığıyla yönetmeye çalıştığında demokratik istikrarsızlığın ve çatışmanın ortaya çıktığı konusunda uyarıda bulunmayı ihmal etmez.

Bölünürsek kaybederiz

Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşananlar bu sorunu çok iyi örnekliyor. 1980’lerden bu yana, liberaller ve muhafazakârlar arasında ırksal adalet, göç, kürtaj ve eşcinsel hakları gibi konulardaki toplumsal kutuplaşma gittikçe arttı ve siyasi yelpazenin solunda güçlenen ilerlemeci değerler, sağda kültürel bir geri tepmeye yol açtı. Bu sırada, ülkenin çoğunlukçu kurumları daha da işlevsizleşti. Örneğin, kırsal eyaletler, Senato’da nüfuslarına oranla olması gerekenden çok daha fazla sandalyeyle temsil ediliyor. Sınırları değiştirilen seçim bölgeleri, ön seçimler ve kazananın her şeyi aldığı seçimler, adayları, öncelikle partilerinin kemik seçmenine hitap etmeye itiyor. Seçiciler Kurulu (Electoral College) ise ülke çapında oyların yarısından daha azını alan bir adayın Beyaz Saray’a çıkmasına yol açıyor. Diğer yandan, iki parti arasındaki kutuplaşma, miadını doldurmuş kurumlarla birleştiğinde ortaya ölümcül bir kombinasyon çıkararak toplumsal hoşgörüyü, iki parti arasındaki işbirliğini ve demokratik normları her seferinde baltalıyor. Demografik ve ideolojik değişimler nedeniyle tehdit altında olduğunu hisseden beyaz, kırsal tabana boyun eğmekten başka şansı olmayan Cumhuriyetçi milletvekilleri ise ellerinde kuralları kendi lehlerine esnetebilecek gücü bulundurmaya devam ediyorlar. 2020 seçimlerinden bu yana, 33 eyalet meclisi, oy verme işlemini daha az elverişli hale getirmek, seçmen kaydını kısıtlamak ve seçmen kütüklerini silmek için 250’den fazla yasa tasarısı sundu; bütün bunlar, beyaz olmayan insanlardan oluşan toplulukların oy haklarını bastırmaya yönelik girişimlerden ibaretti.

Aynı model, dünyanın başka yerlerinde de vuku buldu. Birleşik Krallık’ta, Avrupa Birliği’nden ayrılma (Brexit) referandumu sırasında verilen mücadele, AB’den ayrılmayı ve AB’de kalmayı savunan kamplar arasındaki keskin bölünmeleri ortaya çıkardı. Macaristan’da Orban hükümeti, ülkede nispeten az göçmen olmasına rağmen, yabancı düşmanlığına dayalı korkuları körüklemek ve AB’ye meydan okumak adına göç meselesini istismar etti. Fransa’da, Fransız kimliği ve İslâm üzerinde yapılan tartışmalar, ülkenin aşırı sağcı partisi Ulusal Birlik’e verilen desteği büyük ölçüde artırdı. Hindu milliyetçiliği, Hindistan’da Müslüman azınlıklara yönelik kitlesel şiddeti artırırken Parlamentodan Müslümanlara karşı din ayrımı yapan bir vatandaşlık yasasının geçmesine yol açtı. Bu örneklerin her birinde, yaşanan gerilimlerin uzlaşma yoluyla çözülemeyeceği açıktır. Bunun yerine, çoğunlukçu seçim kurumları, otoriter popülist liderlere azınlık haklarını tehdit etmeleri yönünde yetki verir.

Ancak bu tür bölünmeler bozulmaya ilişkin her örneği hesaba katmaz. Hugo Chavez’in ülkede bıraktığı kalıcı etki, Venezuela’daki gerilemeyi açıklamanın muhtemelen en iyi yoludur, Ukrayna demokrasisinin güçten düşmesi kısmen Rus müdahalesinin bir sonucudur ve Mısır ile Myanmar örneklerinde suçlu, bu ülkelerin sahip oldukları kuvvetli ordulardır. Fakat genel anlamda konuştuğumuzda, bozulma riski en yüksek olan ülkelerin; toplumların ve partilerin liberal-muhafazakâr kültürel değerler arasında kutuplaştığı ve kurumların taraflar arasında köprü görevi görmediği ülkeler olduğunu görürüz.

Peki bütün bunlara yönelik ne yapılabilir? Özellikle kısa vadede kültürel kutuplaşmanın üstesinden gelmek son derece zor. Reform yapmak için en etkili strateji, liberal demokratik kurumları güçlendirmek ve böylece politikacıları demokratik normları takip etmeleri yönünde teşvik etmektir. Elbette, otoriter popülistlerin birçok ülkede iktidarı çoktan ele geçirdiği ve bunu demokratik reformları veto etmek için kullanabilecekleri gerçeği önümüzde bir ikilem teşkil ediyor. Bu bakımdan da, reform umutları ne yazık ki pek parlak görünmüyor.

Pippa Norris, “Voters Against Democracy, The Roots of Autocratic Resurgence”; Foreign Affairs, May / June, 2021.

- Advertisment -