Her şeyi en uçlarda yaşayan ve her şeyden çok çabuk etkilenen insanı, Byung Chul Han muhteşem bir terkiple nitelendirir: “Performans öznesi.” Performans öznesi bir bakıma şu anlama gelir: İnsanın kapitalizmin en kullanışlı aparatı hâline gelmesi. Başka bir deyişle insan ruhuna ait her şeyin bir sömürü unsuru hâline gelmesi. Duygular, heyecanlar, hisler, sözler, sevgi, muhabbet ve acılar, gözyaşı, sevinç ve meraklar ve dahi ölümün kendisi bile bu sömürüden payını alır. İnsanın ruhunda ikamet eden, olgunlaşmasını sağlayan, onu güzelleştiren her haslet, kapitalizmin tüketim nesnesidir. İnsan artık heyecanını, acı ve mutluluğunu bütün benliğiyle derinden yaşayan bir varlık değil, acısını da mutluluğunu da gösterdikçe var olduğunu zanneden bir varlıktır.
Performans öznesi olmanın bir diğer anlamı da şudur: İnsanın her zaman ve her koşulda daha fazlasına sahip olmayı, daha fazlasını elde etmeyi, daha fazlasıyla oyalanmayı arzulamasıdır. Performans öznesi, her şeyin en’leri kendisinde olsun ister. Statü ve para kazanmak, prestijli insanlarla bir arada olmak, görünürlüğünü artırmak, sürekli kıdem atlamaya odaklı olmak, mutlu olduğu zaman herkesten daha çok mutlu, acı çektiği zaman da herkesten daha çok acı çekmek, bir şeyin en beterini de en iyisini de kendisi yaşamış olmak… Performans öznesi hâline gelen insan, uzun soluklu bir yürüyüşe çıkamaz. Acıları da sevinçleri de günübirliktir, anlıktır. Acıyı bütün hissiyatıyla yaşama kapasitesine sahip değildir. Modalar, trendler, mağaza vitrinleri ve ekranda akıp giden görüntüler nasıl geçici, hızlı ve değişkense performans öznesinin ruh hâli, heyecanları, aldığı kararlar, hissettiği acı ve duyduğu sevinç de öylesine değişken ve gelgeçtir.
Kapitalizm, eşyânın alınır satılır olması gibi insanı insan kılan değerlerin de alınır satılır olmasına, metâlaşmasına hizmet eder. Kapitalizm asla eşitlikçi ve paylaşımcı değildir, ötekini düşünmez. Farklı olanı, değer üreteni yok etmeye çalışır. Gelir dağılımını reddeder. Köle ve servet sahibi ayrımı yapar. Mülkiyeti belli ellerde tutar. Irk üstünlüğünü savunur. Sistemin öngördüğü ve kabul ettiği ırktan olmayanı refüze eder. Tıpkı bir zamanlar Hitler’in Nazi Almanyası’nda Holokost uygulaması yani Yahudi soykırımı yapması gibi ve neredeyse yüz yıla yaklaşan bir soykırımla İsrail’in Filistin’e uyguladığı zulüm ve soykırım gibi. Kapitalizmi derinlemesine ele aldığımızda ekonomik savaşlar, soykırımlar, din kırımları, ırkçılık ve ötekileştirme gibi birçok kötülükle karşılaşırız. Kapitalizm veya hiper kapitalizm bütün dünyaya şunu söyler: Ya egemen güçlere boyun eğeceksin ya da bir gün soykırıma uğramak üzere senin de sıran gelecektir.
Kapitalizm, bir değer üretiyormuş gibi görünür. Ürettiği şeyi dikkat çekici bir ambalaj içinde sunar, onu piyasaya sürer ve herkesin ona ulaşmasını sağlar. Sadece maddi üretimde değil, manevi üretimde de hiper kapitalizmin sınırı yoktur. Anneler günü, Çocuk Hakları Günü, Engelliler Günü, Yaşlılar Günü, Dünya İnsan Hakları Günü. Bütün günler, ilk bakışta bir anlam taşır gibidir. Oysa hepsi kapitalizmin çarkını döndüren ve artık bugün kolaylıkla teslim olduğumuz, asla eleştirmediğimiz “özel ve anlamlı” günlerdir. Annelik gibi yüce bir değer, anneler günüyle daha anlamlı hâle gelmemiş, bilakis daha da anlamsızlaşmıştır. İnsan Hakları, belirli ırkların haklarını savunmak için ilan edilmiştir. Birer anma gününe dönüşen hiçbir değer, bir süre sonra lâyıkıyla anılan, ayrı bir köşeye koyulan bir değer olmamış, aksine sıradanlaşmış ve bayağılaşmıştır. Âkif Emre, anma günlerinden hareketle önemli bir tespitte bulunur ve bu günlerden, tamamen medyatik ve politik itibar devşirildiğini söyler. Bu tespitinde haklıdır çünkü anlamlı olan, anma eylemine dönüştüğünde içeriksizleşir, muhtevasından uzaklaşır. Anma günleri, anılan değerin ihtiva ettiği ruhu hayata taşımak, onu bir ahlâk hâline getirmek yerine onu bir organizasyon etkinliğine dönüştürür. Kapitalizmin istediği de tam olarak budur: Bir matem günü bile olsa onu etkinlik gününe dönüştürmek, ondan bir eğlence ve tüketim sağlamaktır. En acılı günlerin anma seremonilerine bile baktığımızda oradaki yapaylığı görürüz. İşin en rahatsız edici yanı da insanlık tarihine bir utanç olarak geçmiş en acı günlerin dahi kutlana kutlana zamanla silinmesi, insanın kanıksadığı bir şey hâline gelmesidir. Öyleyse hiçbir günün yıldönümü olmasın mı diye içinizden geçtiğini duyar gibiyim. Olsun, olmalı da. Ama nasıl olmalı? Öncelikli olarak bunun cevabını aramalıyız. Şunu kesinkes bilmeliyiz ki ruhunu yaşatmadığımız, mânâsını aktarmadığımız mühim günlerin yıldönümünü kutlamak anlamsızdır. Bir toplumda yıldönümü olan özel bir günün değeri/karşılığı, o toplumda ikâme edilmemişse o günü her sene bir ritüel gibi kutlamak ya da anmak tam olarak kapitalizmin mantığına hizmet eden bir şeydir: Önce önemliymiş gibi göster, sonra onu anlamından soyutla.
Birkaç gündür “Şehit Çocuklar Günü” olmalı mı diye soruyorum kendime. Vicdanım bütün sesiyle olmamalı diye haykırıyor, bunu reddet diyor. Çünkü “Şehit Çocuklar Günü” diye ilk duyuşta anlamlı gibi görünen şey, çocuk ölümlerini kabul ediyorum ve bunu normalleştiriyorum anlamına gelir. Böyle bir günü vicdanen ve kategorik olarak reddetmek gerekir. Kaldı ki “Şehit Çocuklar Günü” kapitalizm mantığıyla icat edilen bir gün olarak tarihe geçecektir. Karşıt gücün istediği de zaten budur. Filistinli bir anne, geleceğe bıraktığı bir ses kaydında şöyle diyordu: “Eğer bu topraklarda bizden bir iz, bir eser kalmazsa, burada Allah’ı anan bir topluluk vardı diyerek bizi hatırlayın.” Hatırlamak o şeyi içselleştirmek ve onu hayatına katmakla mümkündür. Birey ve toplum, kendi değerlerinde ne kadar inatçıysa, kendi inanç ve değerleri konusunda ne kadar ince düşünüyorsa, bu ince düşünüş o birey ve toplumda bir huy, karakter ve ahlak hâline gelmişse işte mânen uyanmak ve dirilmek ancak o zaman gerçekleşir. Hatırlamak için icat edilen bütün günler, anlamı maneviyattan soyutlamış ve anlamı birer ritüele indirgemiştir. Neredeyse yüz yıla dayanmış bir sistematik soykırımı, dedesinin kucağındaki cansız bedeniyle tanıdığımız küçük kız Rim’in doğum gününde şehit çocuklar günü olarak hatırlamayı vicdanlarımız kabul etmemeli. Bunu en baştan reddetmezsek şehit çocuk kavramını normalleştirmiş, çocuk ölümlerinin kabul edilir bir şey olduğunu söylemiş oluruz. Jean Baudrillard, “insan hakları” demenin bile reddedilmesi gerektiğini söyler. Zaten insanın hakkı olan şeyleri, insan hakları diyerek sınırlandırmış ve belli bir zümreye dahil olan insanlara hasretmiş olabileceğimiz tespiti bu anlamda kıymetlidir. Şehit Çocuklar Günü ile Batıya seslenmeyi amaçlayan vicdanlar, kesinlikle körlük içindedir. İsrail, Batının en iyi sömürge ve emperyalizm projesidir. Sezai Karakoç İsrail’in, Batının Ortadoğu’yu istilâ etmesi için vazifelendirdiği askerî ve siyasî bir karargâh olduğunu söyler. Öyleyse Filistin konusunda özel gün icat etmek gibi Batıya mahsus şablon ve ritüellerle Batıya seslenmek trajikomik, Batının gündemine “Şehit Çocuklar Günü”nü kabul ettirmek de akıl tutulmasıdır.
Şimdiye kadar okuduğum Filistinli yazar ve şairlerin, ölümü güzellediklerini, şehit edebiyatı yaptıklarını görmedim. Mahmud Derviş, Mourid Barghouti, Gassan Kanafani, Adania Shibli, Rıfat Alareer ve daha nicesi. İsrail soykırımında hayatını kaybeden genç romancı Hiba Kemal Ebu Nada’nın kitabının ismi bile Filistin halkının özgürlüğe düşkünlüklerini, hayata tutunuşlarını anlatmaya yeter: “Oksijen Ölüler İçin Değildir.” Gazze soykırımındaki bütün kadınlar, ölmek istemediklerini, yaşamayı seven bir millet olduklarını haykırdılar. Şayet burada bizden bir iz kalmayacaksa siz Allah’a yönelin ve uyanın dediler. İstiklâl mücadelesi veren Filistinliler, bütün teslimiyetleriyle açıkça şunu demek istediler: Bizim ölülerimiz birer sayı değil ama niçin öldürüldüğümüzü sorgulayın. Sorgulamak, bir gün ilân ederek değil ama sorgulamayı ciddi bir şekilde ahlâk hâline getirmekle mümkündür.
Arap şair Adonis, Arap şehirlerinde neden sadece tahribat, yıkım ve ölüm var diye sorgular. Bu sorgulamada insanın ölümlü olmasını reddetmez, bu coğrafyalardaki insanlara ölüm niçin revâ görülmekte ve neden onların adı ölümle yan yana düşmektedir sorusuyla yüzleşmemizi ister. Çocuk ile şehit kavramının yan yana gelmesini, Filistinli çocukları böyle bir gün ile anmayı kategorik olarak reddetmenin doğru bir tavır olduğunu düşünüyorum. “Sadece anlayabilsek, hepimiz kanlı yaşlar dökmek zorunda kalırdık” der Simone Weil. Anlamak için vicdanını kanatan, kendi kalbini uyandıran, kendi köklerine sımsıkı sarılan bir soluğa, en önemlisi de böyle bir eğitimden geçilen okullara/kurumlara ihtiyacımız var. Şehit Çocuklar Günü kapitalist mantıkla düşünülen, şehit kavramının içini boşaltan kuru ve yoz bir adım sadece. Dünyaya söyleyeceğimiz daha büyük ve daha anlamlı şeyler olmalı. Şehitlik gibi son derece titizlikle ele alınması gereken bir kavram, kapitalizme fedâ edilmemeli. Hakikati pazarlama diline fedâ etmemeli.
Sistematik soykırıma kavramına da dikkatinizi çekmek istiyorum, zira bizim sistematik olarak değerlerimizi anlattığımız bir düzenimiz asla olmadı. Zulümde birleşenler karşısında bizler ortak paydalarımız, değerlerimiz ve inancımız konusunda birleşmedik. Gelecek nesil kaygısını hep taşıdık, kendi yetiştirdiğimiz çocukları hep suçladık ama gelecek nesillere neyi nasıl vereceğimizin, anlatacağımızın planını düşünmedik, bu konudaki üslubumuzu hiç tartışmadık. Sistematik soykırım karşısında sistematik bir eğitimimiz, terbiyemiz, bilinç aşılayan bir tavrımız asla olmadı. Öyleyse böyle günlerden umut mu devşireceğiz? Dilediğimiz günü atalım tarihe, ne fark eder? Fakirleşmiş ve hatta çürümüş manevi dünyamızı uyandıracak sistematik, ısrarlı ve sağlam adımlar atmadığımız sürece bu sözde günleri vesile kılmaya devam mı edeceğiz?
Her şeyimizin kapitalizm mantığına göre düşündüğümüz, düzenlediğimiz acı bir gerçektir. Daha acı olansa bunun farkına bile varmayışımızdır. Sözgelimi okumanın kendisi de kapitalizm mantığından payını alır. Bilginin içinde ikâmet eden, yeni öğrendiğimiz bir bilginin içinde günlerce yaşayan insanlar değiliz artık. Sürekli maruz kaldığımız enformatik bir baskı içindeyiz. Değişen dünyayı anlamak için anahtar kelimelerimiz sürekli değişmekte. Bugün okuduğumuz bilgiler, yarın işlevini yitirmiş vaziyette. Uzun bir solukla izinden gideceğimiz bir “düşünür insanı”mız yok. Bunun yerine dönemsel olarak öne çıkarılan, dönemsel değer verilen sonra da unutulan aktivist insanlar var. Aktivist kavramsallaştırması da hakikati olmayan, kapitalist moda ve pazarların ürettiği bir tanımdır. Aktivist insan bugün var, yarın yoktur. Aktivistlere “düşünür” payesi vermek ise bize özgü garabet bir durumdur.
Bir köşeye çekilip yazmak, yazarak sesini duyurmak çok zordur. Doğruları yazabilmek için de bir düşünce insanının kendisini köşesine çekip soğukkanlılıkla olan biteni değerlendirmesi gerekir. Gazali, uzlet yolculuğuna çıktığı esnada duraklarından birisi de Kudüs’tü. İhya-u Ulumu’d-din’in bir bölümünü Kudüs’te yazdığı söylenir. Tam da bu dönemde Kudüs, Haçlılar tarafından işgal edilince dönemin ileri gelenleri, Gazali’nin Kudüs’ün işgali hakkında tek kelime etmeyişini yadırgarlar. Oysa Gazali’nin bir köşede yazdıkları zaten bu işgali reddettiğinin en mühim belgesidir. Kendi benliğini eğitmekle meşgul olan Gazali, o dönemde halkı aydınlatmak için eserler kaleme almıştır. Yazdıklarıyla bugün, kendisini okuyana hâlâ ışık olmaktadır.
Gazze’den gelen mesajlardan biri şöyleydi: “Âhir zamanda taşların ve ağaçların neden konuşacağını anladınız mı? Zira bütün dünya sessiz.” İnsanın acı karşısında kullandığı kelimeler, kurduğu cümleler, yaptığı eylemler yarın onun en büyük şahidi olacaktır. Gazali’ye şahit olarak yazdığı kitaplar yeter. Biz kendimize şunu soralım, zulüm ve soykırım işlenirken biz neler düşündük, nasıl dua ettik, nasıl bir değişim geçirdik, hangi ciddi kararları aldık?
Vicdanlı insana düşen esas iş, zamanının en doğru tanığı, en doğru şahidi olmaktır. Zaman zaten ne yaptıklarımızın ve hatta ne yapmadıklarımızın en doğru ve en büyük şahididir.