Fransız Devrimine ve oradan Marksizm giden yolda, denebilir ki sol kültürün şekillenmesinde önce Aydınlanma Çağının muazzam etkisi oldu. Kökleri, Protestan Reformasyonu ile Katolik Karşı-Reformasyonu’nun büyük ve kanlı kapışmasına kadar uzanır. 1526-1648 arasının Din Savaşları’nda herkes Tanrı adına dövüştü, herkes bir tek benim inancım doğru dedi. Bu fanatizm geri tepti; kazananı olmayan boğazlaşma, böyle bütün mutlak doğruluk iddialarına karşı şüpheciliğe yol açtı. Üzerine Bilimsel Devrim (Kopernik, Galile, Kepler, Newton) bindi ve yeni bir kesinlik getirdi. Vahiy ve otorite yoluyla bilmenin yerini, deney, deneyim ve akıl yoluyla bilme aldı.
Sonrasında Aydınlanma düşünürleri, hemen bütün toplumsal kurum ve pratikleri Akıl yoluyla eleştirinin süzgecinden geçirmeye koyuldu. Bir yönüyle, hangi Akıl diye düşünmediler. Kendi yaklaşımlarını genel, soyut, ezelî ve ebedî bir Akıl gibi mutlaklaştırdılar. Diğer yönüyle, çok cesur davrandılar. Din, kültür, Kilise, monarşi bu amansız eleştiriden hep nasibini aldı. İyi ve kötü, doğru ve yanlış, rasyonel ve irrasyonel birbirinden ayrıştırıldı. Genel bir kutsalsızlaşma yaşandı. Tabular yıkıldı. Her şey tartışılabilir oldu.
Bu sınır tanımaz tartışmacılık, zamanla liberalizmden sosyalist sola da intikal etti. Marksizm başlangıçta statükoya karşı hep eleştirel, itirazcı ve tartışmacıydı. Kişilerden değil, bir bütün olarak, teorik planda eleştiriye ve tartışmaya yatkınlıktan bahsediyorum. Tabii daha sonra Marksizm, özellikle 20. yüzyıldaki komünizm ve hele devletleşmiş komünizm varyantıyla, kendi taassubunu oluşturdu. Bizde 1970’ler ve 80’lerin solcu gençlerinin (ve hattâ büyüklerinin) tartışma terbiyesi çok su götürür. Belki bu toplum klasik Aydınlanma ve klasik Liberalizm tezgâhından geçmediği için. Yani, gözlerini dünyaya açtıkları anda sırf Marksizmle karşılaştıkları için. Her halükârda, tartışma deyince daha çok kendi dogmalarını bağırarak tekrarlamayı anlıyorlardı.
Gene de sol kültürde eleştirel sorgulayıcılık ve tartışmacılık damarı (kendinden çok kendi dışını hedef almakla birlikte) varlığını korudu. Bugün meselâ akademide, sol kültürün yerini dindar, sağ-muhafazakâr bir kültür aldığı ölçüde hemen bütün tartışmaların kurumasını; âdetâ farksız, cansız, tartışmasız, entellektüel anlamda çatışmasız ortamların doğmasını düşündürücü buluyorum.