İYİ Parti Antalya milletvekili Hasan Subaşı ile altılı masanın gidişatı, muhalefetin cumhurbaşkanı adaylığı tartışmaları ve Kürt meselesini konuştuk.
Partinizin “Anlat İstanbul” çalışması için İstanbul’a geldiniz. İYİ Partili milletvekilleri olarak İstanbul’un her mahallesini nöbetleşe tarayan bir faaliyet yürütüyorsunuz. Vatandaşlardan ne tür tepkiler alıyorsunuz?
Beklediğimden çok daha olumlu tepkiler aldım. AK Parti’nin yüzde ellinin üzerinde oy aldığı semtlerde çalışmalar yaptık. Bize olan ilgi sevindiriciydi.
İşin yürek burkan tarafı ise esnafın, vatandaşın çok zor durumda olduğunu görmekti. Ben yıllardır siyasetin içindeyim, toplumu hiç bu kadar çaresiz görmemiştim.
Kendi yönümüzden, vatandaşlarımızın Millet İttifakı’na ve İYİ Parti’ye teveccühü bize yorgunluğumuzu unutturuyor.
Anlat İstanbul programına devam edeceğiz. Muhtemelen Haziran sonuna kadar İstanbul’un her mahallesi milletvekilleri tarafından taranmış olacak. İzlenimleri genel merkezle paylaşarak, parti için faydalı fikirler elde etmeye çalışacağız.
“Altılı masanın görevi ortak bir muhalefet ağzı oluşturmak değil”
Vatandaşlardan altılı masa ile ilgili ne gibi tepkiler alıyorsunuz?
Vatandaşlardan, “vekilim altılı masa bozulmaz değil mi” diye sorular geliyor. Ben de “hiç merak etmeyin altılı masa bozulmaz” diyorum.
Kırk yıldır siyaset yapıyorum. Bugüne kadar bu kadar geniş planda farklı görüşte partilerin, belirli ilkeler etrafında bir seçim hazırlığı yaptığını ilk kez görüyorum. Bu da bu ucube cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin tek faydalı tarafı diyebilirim.
Altılı masanın bozulması endişesi taşıyan vatandaşlara buradan bir kez daha müsterih olun diyorum. Demokrasi, adalet, yargı bağımsızlığı, güçlendirilmiş parlamenter sistem gibi ana prensipler çerçevesinde hiçbir kopma olmaz. Bunlar dışındaki meselelerde çok farklı görüşler de ileri sürebilirler. Sonuçta her biri farklı partilerdir.
Bazı muhalif çevrelerde altılı masa için yeterli sertlikte muhalefet etmediği ve muhalif taban için heyecan oluşturmadığı eleştirileri yapılıyor. Bu tür eleştirileri nasıl yorumluyorsunuz?
Buna katılmıyorum. Altı parti kendi muhalefetini yapıyor. Herkes iktidara eleştirilerini her alanda dile getiriyor.
Liderler bir araya geldiklerinde birikmiş meselelere karşı topluca bir mesaj veriyorlar. Her konu hakkında da görüşmeleri ve ortak açıklamalar yapmaları beklenmemeli.
Altılı masanın görevi ortak bir muhalefet ağzı oluşturmak değil. Belli ilkeleri savunmak üzere birlikte bir seçim stratejisi oluşturmak ve seçim sonrasında da o ilkeler çerçevesinde oluşan yol haritasını uygulamaktan ibaret.
Bir de vakti geldiğinde bu prensiplere uygun olarak bir cumhurbaşkanı adayını belirlemek ve o adayın etrafında seçim çalışmalarını hızlandırmak elbette.
“DEVA ve Gelecek partilerinin masada olmasından memnunum”
Yine bazı muhalif çevreler AK Parti’den kopan DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin altılı masada bulunmasından rahatsızlıklarını dile getiriyor. Bu eleşti hakkında neler düşünüyorsunuz?
DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin yüreklendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. AK Parti 2002’de iktidara geldiğinde başarılı çalışmalara da imza atmıştı. Ama çok ciddi bir ekibi vardı. Deneyimli bir kadro ile ortaya çıkmıştı ve istişareye dayalı olarak hareket ediyordu.
Bugüne geldiğimizde cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, bakanlık, meclis başkanlığı yapmış kurucularının neredeyse tamamının ayrıldığını görüyoruz. Bu insanlara “niye ayrıldınız” mı demek lazım?
Bence “2002’deki iktidar sonradan yolundan saptı, ayrılarak iyi yaptınız” diyerek ayrılan insanları cesaretlerinden dolayı yüreklendirmek gerekir. AK Parti’de görev almış insanların “işler yanlış gidiyor” demesi, mevcut sistemin sonunun gelmesini kolaylaştıracaktır.
Ali Babacan da Ahmet Davutoğlu da tıpkı Abdullah Gül gibi, Cemil Çiçek gibi, Bülent Arınç gibi yanlış gidişi görmüş kişilerdir. Bu insanların her biri tecrübeli siyasetçilerdir. Kimse “niye AK Parti’den ayrıldınız da şimdi muhalefet ediyorsunuz” deme hakkına sahip değildir.
Ben, iyi ki yanlış gidişi gördüler, partilerini kurdular ve Millet İttifakı’yla birlikte hareket ediyorlar diye düşünüyorum. DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin bu masada olmasından memnunum.
“Kemal Bey, toplumun önemli bir bölümünde olumlu bir aday olarak görülebilir”
Cumhurbaşkanı adaylığı tartışmaları için düşünceniz nedir? Gönlünüzden geçen bir aday ya da profil var mı?
Belirttiğim gibi altılı masa ilkeler çerçevesinde biraraya geldi. Cumhurbaşkanı adaylığının ilkelerini de ortaya koymuştur.
Kamuoyunda en çok merak edilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun aday olup olmayacağı. Kemal Bey, henüz “adayım” demedi. Genel Başkanımız Meral Akşener, kendisinin aday olmayacağını açıkladı ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin elini daha da rahatlatmış oldu.
Bu durumda CHP’nin Kemal Bey’in adaylığını düşünmesi doğaldır. Kemal Bey’in çok tedbirli olduğunu görüyorum. Tahminimce Kemal Bey’in aklından aday olmak geçiyordur.
Çünkü altılı masanın ilkelerine göre cumhurbaşkanı olacak kişi bir dönem cumhurbaşkanlığı yapacaktır. Kapsayıcı ve feragat sahibi olması düşünülüyor. Kemal Bey, yetkilerini rahatlıkla devredebilecek bir kişi olması yönüyle toplumun önemli bir bölümünde olumlu bir aday olarak görülebilir.
Adı geçen isimlerden daha genç olanların siyaseti cumhurbaşkanlığı ile noktalamalarının söz konusu olması ve büyükşehir belediye başkanlığı görevlerinin de bir ihmale uğramaması için “adaylık tartışmasının dışındalar” denmesi de doğaldır.
Tabii bu sorunuz cevaplanması zor bir soru. Ama Kemal Bey’in bu süreci doğru yönettiği kanaatindeyim. Önümüzdeki dönem kamuoyuna yansıyan düşünceler ve anketlerle durum daha net ortaya çıkmaya başlayacaktır.
Kemal Bey, seçimi rahat alabileceğini düşünürse adaylığını masaya sunacaktır. Bunu görmemesi halinde mutlaka bir B planı olacaktır. B planındaki adayı da masaya teklif edebilir.
Seçim takvimi açıklanana kadar, sürecin bu şekilde devam edeceği kanaatindeyim. İttifakın çok doğru bir çizgide gittiğine inanıyorum. Gerek genel başkanımız Meral Akşener, gerekse Kemal Kılıçdaroğlu ittifaka gönülden inanmış insanlar olarak ittifakın en önemli yapıştırıcıları olarak süreci nezaketle yürütüyorlar. Diğer liderlerin de süreçten memnuniyetleri hissediliyor ve sürece tamamen ayak uydurdukları kanaatindeyim.
Meral Akşener’in cumhurbaşkanlığı adaylığı için Ekrem İmamoğlu’nu istediği yönünde iddialar var.
Genel başkanımız adı geçen tüm isimlere olumlu bakıyor. Büyükşehir belediye başkanlarının seçilmelerinde katkısı da oldu. Kemal Bey’in 2018’deki İYİ Parti’ye olan jestini de hep hatırlatır. Adı geçen isimlerle ilgili taraf tutmaksızın, objektif baktığını hem söylemlerinden hem parti içi konuşmalarından gözlemliyorum.
“Devlet, ‘HDP’de suçlular var, onlarla kavga edin’ diyorsa bu bizim görevimiz değil”
İki yıl kadar önce “İktidar HDP’yi şeytanlaştırarak İYİ Parti’nin milliyetçi, CHP’nin ulusalcı refleksini kışkırtmak istiyor” diye bir değerlendirme yapmıştınız. Sizce iktidar yaratmak istediği etkiye ulaşıyor mu?
Etkisi kalmadı. Benim o çıkışım da bu etkiyi azaltmaya dönüktü. Çünkü bir dönem televizyonlarda her gün, HDP’yle ilgili hiçbir HDP’linin bulunmadığı tek taraflı programlar yapılıyordu. Bu programlarda sürekli olarak da CHP ile İYİ Parti, HDP’yle iş birliği içinde diye suçlamalar yapılıyordu.
HDP’nin içinde suçlular varsa onları tecrit etmek yargının görevidir. HDP legal bir parti değilse kurulması ve meclis çatısı altında olması hatalıdır. Oysa devletin çeşitli kontrollerinden geçerek parlamento çatısı altında grup kurmuş bir partidir.
Devlet “HDP’de suçlular var, onlarla kavga edin” diyorsa, bu bizim görevimiz değildir. Huzuru sağlamak, suçluları toplumdan tecrit etmek devletin görevidir.
Bu tartışmalarla HDP tabanındaki oyları, Millet İttifakı’na yar etmemek amaçlanıyor. Kaldı ki İYİ Parti olarak HDP ile bir iş birliği içinde olmadığımızı hem biz beyan ediyoruz hem HDP’liler beyan ediyor.
O dönemki kadar olmasa da halen benzer çabalar görüyoruz ama diğer yandan hükümetin siyaset uğruna terör örgütü liderinin mesajlarını ilettiğine de şahit olmuştuk.
“Çözüm süreci döneminde devlet kendisini muafiyet içine alıp, görevlendirdiği birçok kişiyi suçlu diye takibe almıştır”
Geçtiğimiz Şubat ayında Karar gazetesinden Figen Çalıkuşu, sizin HDP Milletvekili Semra Güzel’in dokunulmazlığıyla ilgili toplanan Anayasa-Adalet Karma Komisyonu Toplantısı’ndaki konuşmanızdan bahseden bir yazı yazdı. Siz o konuşmanızda çözüm süreci döneminde 2014’te çıkarılan 6551 sayılı yasayı ve bu yasanın çözüm süreci döneminde PKK’lılarla görüşmeler için “bir nevi sorumsuzluk” getirdiğini hatırlatmışsınız. Biraz bunu açar mısınız?
Biz onu iki boyutuyla gördük. Bahsettiğiniz karma komisyon toplantısında önce partimizin görüşünü yansıttım. Partimizin görüşünün, “Ortaya çıkan görüntülerin, toplumda rahatsızlık yarattığını ve yaratmasının da normal olduğunu, dokunulmazlığın kaldırılarak konunun yargı kararıyla çözümlenmesi” olduğunu ifade etmiştim.
Ama Semra Güzel’in çözüm sürecindeki bir görüşmesinin yıllar sonra ortaya çıkmasının ciddiyetle bağdaşmadığını, bundan siyasi bir sonuç elde etme düşüncesinin olduğunu da açıklamıştım. Çünkü ortada bir terör suçu varsa bunu yıllar sonra ortaya çıkarmak terörü ciddiye almamaktır.
Bunları ifade ettikten sonra o günkü tartışmaları da belli bir sonuca bağlamak için çözüm sürecinde neler olduğunu da hatırlatmıştım.
2013-2015 arasında Türkiye bir çözüm süreci yaşadı. Çözüm sürecinde Kandil’e gitmek teşvik edildi. Otobüsler kaldırıldı, buluşmalar yapıldı.
Çözüm süreci olumlu ve sevinçle karşılanmıştı. Ama tabii zor bir süreçti. Hükümet tarafından belki de yeterince hazırlık yapılmamıştı, toplum yeterince hazırlanmamıştı.
Sonuçta çözüm sürecinde birçok kişi gidip orada görüntü vermişti. Hatta devlet, HDP’lileri bir nevi aracılık yapması için görevli kılmıştı. Bu buluşmalarda devlet görevlileri de teröristlerle yan yana gelmişlerdi. Görüşmeler olmuştu.
2014 yılında bunların suç teşkil edebileceği gündeme geldi ve tedbir almak gerekti. Bu amaçla 6551 sayılı yasa çıktı. Bu yasayla çözüm süreci dönemindeki bu görüşmelere bir nevi muafiyet tanındı, bir cezasızlık hususu getirildi.
Şimdi görüyoruz ki, devlet kendisini bu muafiyetin içine aldıktan sonra; görevlendirdiği birçok kişiyi suçlu diye takibe almıştır. Oysa 6551 sayılı yasa, hangi taraftan olursa olsun bir muafiyet sağlamıştı.
“Yurttaşlar ‘sorun var’ diyorsa ‘sorun yok biz kardeşiz’ diyerek çözemezsiniz”
Yine aynı konuşmanızda “Türkiye’de ‘Kürt Sorunu yoktur’ demek, terörün nasıl, nereden cereyan ettiğini bilmemek demek olur” diye bir cümle kullanıyorsunuz.
Biz sosyal sorunlarımızı çok kolay çözemiyoruz ve çok çabuk kamplaşıyoruz. Zaman zaman siyaset kurumları da bunları manipüle ediyor. Çözümsüz hale gelince bu sorunlar Türkiye sınırlarını da aşabiliyor. Dışarının da ilgi alanına girmeye başlıyor. Hatta zaman zaman manipülasyonlar da yapılıyor olabilir. Önemli olan bu tip sorunları kendi içinde çözebilmektir.
Gençlik yıllarımızda, Türkiye 25 yıl sağ sol çatışması yaşadı. Gençler birbirini öldürdü. İnsanlar sağ-sol meselesinde “o doktora gitmez, bu bakkala gitmez” hale geldi. Araya ihtilal girdi. Sonra rahmetli Demirel ile rahmetli İnönü’nün koalisyon kurmasıyla sağ-sol kavgası gündemden kalktı.
Bu defa başörtülü gençleri üniversitelere sokmamaya başladılar. Dönemin egemenleri, bazı yüksek yargı mensupları, bazı askerler “şu şekilde bağlanırsa olur” gibi tanımlamalar getirmeye başladılar.
Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında hüküm fıkrasına değil ama metnin içine “Bu eylem cumhuriyete karşı kalkışma, siyasi amblem sayılabilir” gibi ibareler yazıldı. Mesele tam çözümsüz hale geldi.
Türkiye yine gençlerine 25 yıl eziyet etti. Eğitim hakkını elinden almaya kalktı. Kimse gençlere “neden başörtüsü takmak istiyorsun” diye sormadı. Onlarla konuşmadı. Konu, devlet egemenlerinin tanımına göre çözülmeye çalışıldı.
Bu da AK Parti’nin işine yaradı, AK Parti’yi büyüttü. Sonunda yine bir kanun değişikliği olmaksızın gündemden kaybolmaya başladı ama toplum yine yorgun düştü.
Kürt meselesinde de durum benzer. Toplumun bir kesimi “sorunum var” diyorsa, bu sorunun tartışılması, konuşulması gerekir. Ama biz konuşamıyoruz.
Yine Alevi yurttaşlar “cemevi bizim ibadetgâhımız” diyorsa bunun konuşulması, tartışılması gerekir.
Biz buna da çözüm bulamadığımız için, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) “cemevleri ibadethanedir” diye bizi bağlayan bir karar verdi. Bu bağlayıcı karara rağmen biz bağlandık mı?
“Bugünün vesayeti de dünkü vesayet gibi temel sorunların çözümünü engelliyor”
Şimdi biz bu tür sorunlarımızı çözmekte zorlanıyoruz. Ben de bu meselelerde konuşamama alışkanlığımızı bir ölçüde esnetebilmek için düşüncelerimi aktarmaya çalışıyorum. Doğru görülen yanları olur, yanlış görülen yanları olur ama siyasetçilerin fikirlerini açıklıyor olması bu tür konuşulmayan konular üzerinde düşündürmeyi teşvik edebilir.
Ben de o gün karma komisyonda “Biz bu tür sorunları dışarıdan gelen sorunlar olarak görüyorsak bence yanılıyoruz” dedim. Dışarının bir tür manipülasyonları olabilir ama bunlar yakıcı ve çözmemiz gereken sorunlardır. Gelecek kuşaklara taşımamamız gereken sorunlardır.
Türkiye’nin sorunları, PKK ve FETÖ gibi iki terör odağı yaratmıştır. Bu meseleleri, “her zamanki yöntemlerle çözeriz” diyebilirsiniz ama bunları oluşturan bataklığı da kurutmak gerekir.
Terör yorgun düşebilir, kendiliğinden çözüldü zannedebiliriz ama bunların oluşmasına neden olan iklim duruyorsa başka bir FETÖ ortaya çıkabilir, başka bir kanlı PKK terörü ortaya çıkabilir.
Bunların bilimsel olarak her yönüyle incelenmesi gerekir. “Sorun yok biz kardeşiz” diyerek her şeyi çözemezsiniz. Önemli bir yurttaş kesimi “sorun var” diyorsa devletin görevi o soruna yaklaşmak, sorgulamaktır.
Atatürk döneminden beri ellinin üzerinde Kürt raporu hazırlandı. 1989’da SHP’nin önemli bir raporu var, Anavatan Partisi’nde Kahveci’nin raporu var, 1991 yılında Tayyip Erdoğan’ın il başkanı iken hazırlatıp Refah Partisi genel başkanlığına sunduğu bir rapor var.
Cumhuriyet dönemi boyunca herkesin incelediği, rapor hazırlattığı bir meseleyle ilgili çıkıp “hiçbir sorun yok” demenin bir anlamı yoktur.
Geçmişte Türk siyaseti bu konuların üzerinde çok gidemedi. Bu konular tamamen Genelkurmay’a havale edilmişti. Genelkurmay da zaten “bu mesele bende” diyordu. Siyaset kurumunun bu konuda yetkili olmasını kabul etmiyordu, siyaset kurumu da o alana giremiyordu.
Bugün de bu hükümet sistemi bırakın siyaset kurumunu, meclisi, yargıyı hatta yürütmeyi de vesayet altında tutuyor. Bugünün vesayeti de dünkü vesayet gibi temel sorunların çözümünü engelliyor.