Ana SayfaHaberlerTıpkısının aynısı

Tıpkısının aynısı

İnsanları birbirine benzetme sevdasının en gösterişli hâli belki de dünyaca ünlü birisine benzetilmek. Bunun en popüler olanlarından birisini ise çocukluğumdan, “Türkiye’nin Elvis Presley”leriyle hatırlıyorum. Dönem efsanesi… Bu mevzuda çok şanslıyız. Elvis sadece radyoda, 45’liklerde değil gitarıyla mahallemizde, her an karşımızda. Ulaşamayacağın şarkılarını bile istediğin an ondan canlı canlı dinliyorsun. Öyle bedava bir benzerlik de değil; sesi, tarzı, ustalığı, hatta aksanıyla hak edilmiş bir unvan.

Müzeyyen Senar’dan “Benzemez kimse sana” kim bilir kaç sevdaya nida, “emsalsiz aşklar”a güfte, “birtanem”lere nağme olmuştur ama insanları birbirine benzetmeyi de pek severiz. Mevzu aşk olunca o da Attilâ İlhan’ın dizelerinde farklı bestesiyle karşımıza çıkar:

“Kimi sevsem sensin /hayret /sevgi hepsini nasıl değiştiriyor /(…) kimi sevsem sensin /senden ibaret /hepsini senin adınla çağırıyorum”. Herkes ona benzer, onu hatırlatır, “onun sesiyle konuşur elbet”, “onun sigarasını onun gibi içer”… Eh aşk da insanı bazen fena “benzetiyor”.

Bu haftaki yazıma, insanları birbirine benzetme meselesine aşktan, örnek vermek için netameli bir mevzudan girmemin nedeni sadece muhabbet olsun diye değil. İnsanların kendini ya da birilerini benzetme hevesi de bazen bir tutku: “Benzetme sevdası”

“Kamuya mal olmuş kişi”

İnsanları, çevreyi, dünyayı anlamlandırmak, birbiriyle ilişkilendirmekle ilgili masum halleri de var… İleri safhalarında “benzetme hastalığı” babından psikolojinin alanına da değiyor. Ama asıl meramım bir insanın bir “ünlü”ye benzetilmesi…

Her devirde moda ama artık daha kolay. Ekranların çoğalması sayesinde şöhret yelpazesi, benzeyerek/benzetilerek ünlü olma dünyası, imkânları geniş. Öyle ki modellerini bir başlıkta kavramlaştırılmışlar: “Kamuya mal olmuş kişi”

Çift anlamlılığın cilveleri

Ekranların ünlü üreten programlarıyla, sosyal platformlarla bugün işten değil. Onlardan birine benzedin mi, benzetildin mi cirmince ünlüsün. Birini birine benzettiklerinde sen aslını bile tanımasan da o kamusuna “mâlolmuş” çoktan.

Lâkin “çift anlamlılık” burada da devrede. “Mal” olmakla, o kisveye bürünüp ortalıkta “mal gibi” dolaşmakla, kamuya “mâlolmak” arasındaki fark tehlikeli, o sınır bazen kıldan ince. Charles Bukowski’nin şişeleri çınlasın, “Aptalca bir şeyi stille yapmaya çalışmak tehlikelidir” nitekim. “Stil” de ödünç olunca ne derdi bilmem.

İnsanlar, ruhlar çift yaratılmış

Benzetiyoruz, alışmışız… Tek yumurta ikizleri dışında benzemenin-benzetilmenin “tıpkısının aynısı”, “o kadar olur yani” raddesine geldiği -ender- durumlar bile bizi çok da şaşırtmıyor esasında. En azından bir şoka yol açmıyor; “insanlar çift yaratılmış” zira! İkizini, “eş”ini öyle arayanlara bakılırsa ruhlar da öyle.

Bünyeye etkileri de önce kime, “ne”ye, niye, nasıl benzetildiğinle ilgili. Mesela fiziği, yüzüyle ünlü, yakışıklı, güzel bir oyuncuya, mankene, figüre benzetilmek sıradan bir insan için hoş, benliği dalından havalanmıyorsa en azından zararsız. Böyle iltifatlardan, öyle itibardan hiç haz etmeyenler bile aynaya, ekranlardaki “ikiz”ine derin derin bakarken yakalanıyordur. Gayet normal.

Tek kalıptan normopati

“Benzetilme etkisi”nin en abartılı, uç örneklerini de görüyoruz. Bir başkasının “içine, kılıfına girme” temalı bilimkurgu, gerilim-korku filmlerini hatırlatan çabalar bir yana… İnsanın bir anda benliğinden çıkıp, hüviyetini değiştirip başkalarının benzettiği “kimlik”le dolaşması bile mümkün.

En “profesyonel” örneği Atatürk’e benzetilenlerdi herhalde. Benzeyenlerinin, bir şekilde andıranlarının sıralandığı o sahnede düğünden derneğe her türlü etkinliğe “o havada” katılanlar, vals yapıp zeybek oynayanlar gündemdeydi bir ara. Benimsemekle de açıklanamayacak hâller. Başka bir şey… “Normopati”nin tek kalıpta seyreden hâli midir, bilmem.

Benzerinin muhabiri olmak

İnsanlık hâli… Dünyaca ünlü birisiyle benzerlik her ülkenin muhabbeti. Onun ülkendeki benzerlerini bulmak, onları artık birleşik ismiyle anmak, bizim medyanın da pek sevdiği, “işlediği” haberlerden.

Belki “benzerinin muhabiri olmak”, onu kanalındaki sohbet programına almak bile insanı havaya sokuyordur. Hiç yapamadığı, yapamayacağı röportajı onunla yapma şansına erişebilir, “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusunu ona yöneltebilir mesela!

Müzikte seyri farklı

Bir şarkıcının, müzisyenin dünyaca ünlü starlara benzetilmesi de farklı bir durum. Fiziksel özelliklerinden çok, müziğinin, tarzının, sesinin, “sahne”sinin benzetilmesinden kaynaklanıyor genellikle. O zaman benzetme alanı da genişliyor.

Lâkin müzikle, sanatla uğraşan birisinin başkasının kopyası gibi tanımlanması her zaman hoş gelmeyebilir. İtibarını öyle, o “iltifat”la kazanması, sürdürmesi/sündürmesi de… Bazısı o benzetmeyi gururla, kendini daha da “benzeterek” taşırken, bazıları için de aşılamayan bir yaftalama… Öyle bir etiketin altında tarzın, performansın, kendi başarın bir yana adını bile ondan bağımsız öne çıkarman kolay değil.

Israrla “Ben taklit değilim” demen de bazen nafile. Benzetmişler artık, kamuya öyle “mal” olmuşsun. Bir bakıma filmlerde, özellikle dizilerde bir kahramanın, tiplemenin içine başarıyla giren, onunla özdeşleştirilen, öyle etiketlenen oyuncuların “kader”ini de andırıyor.

En efsanesi Elvis’e benzemek

Dünya çapındaki şarkıcıya benzetilmenin en popüler olanlarından birisini ise çocukluğumdan, “Türkiye’nin Elvis Presley”leriyle hatırlıyorum. Sesi, stili, müziği, fiziği, dansıyla rock, sahne efsanelerinden birine benzetilmek hakikaten bir dönem efsanesi. Aslında ABD için öyle de sayılmaz belki.

Amerika’da, Las Vegas’ta bugün de süren geleneksel “Elvis festivalleri”, “Elvis Haftaları”, “Images of the King”, “Elvis Tribute” yarışmaları, en güzel anma, andırma, “Elvis’e saygı duruşunda bulunma” kupaları, ödülleri için yarışanlar ortada. “İlk beş”e girmen bile ödül getiriyor.

Saçıyla başıyla, kostümü salınımıyla onlarcası sahnede ön eleme-çeyrek-yarı final-final yarışırken, onun birkaç katı da o festivali kaçırmayan seyircilerin arasında “elvis elvis” geziniyor.

Organizasyonda “Büyük Kral” seçiminin yanında, 14 yaşın altındakiler için “Küçük Kral” yarışması bile var. Elvis yaşayıp da görseydi, “O kadar çok bana benziyorsunuz ki artık bana benzemiyorsunuz” bile diyebilirdi belki.

“Elvisler”e yetişen kuşak

Efsane olmak öyle bir şey. Çocukluğumda bu mevzuda biz de çok şanslıyız. Elvis, ortaokulda Deep Purple, Led Zeppelin, Pink Floyd, King Crimson’la Hard Rock fırtınasına yakalanana kadar tahttaki, sahnemizdeki isimlerden.

Sanıyorum ben en çok ritmi, bası-davuluyla “Fever”ını sevmiştim o yıllarda. Çocukluğumuza “Batı Yakasının Hikâyesi” filmiyle de yerleşen “asi gençlik”in parmak şıklatmalı “asi ritmi”ni kulağımıza taşıdığı için belki. Esasında rockdan caza birçok yorumu, “cover”ıyla bugüne kadar getirdiğim şarkılardan, “ateşleyici”lerden.

Büyükşehir imkânları… Elvis’i (böyle örneklerde -içten bir samimiyetle- ünlünün ilk adını kullanıyoruz) Ankara İl Radyosu’ndan, evlerde 45’liklerden, kısa süre sonra kasetlerinden dinliyoruz. Sinemada filmlerine gitmek de işten sayılmaz.

“Elvis Ömer”den canlı canlı

Küçük yaştan onu duymak, dinleyebilmek bir yana “tanıyoruz”! Elvis gitarıyla her gün karşımızda… Emek Mahallesi eski 60. Sokak’la eski 74. Sokak’ın kesiştiği, bütünleştiği “mahallemiz”in ayrıcalığı: “Elvis Ömer (Yücesoy)”…

Ama sevgili “Ömer Abi”nin adı bedavadan bir benzerlikle değil gitarı, sesi, tarzı, melodik ustalığı, hatta çalıştığı yerden ve Amerika ile akrabalık bağından kaynaklanan aksanıyla hak edilmiş bir unvan. Elvis’in o günün piyasasında duyamayacağın şarkılarını bile istediğin an ondan canlı canlı dinliyorsun. Seç seç iste, hiç geri çevirmez…

Her özelliğiyle biricik. Muhafız Gücü’nün yıldızı olacak kadar basket, -sadece ve sadece spor olarak- boks, doğuştan, renkli gözleriyle de parlayan “Amerikalı” bir yakışıklılık, yüzüne, kalbine en saf, yumuşacık özellikleriyle sinen bir çocuksuluk: Ömer Abi…  O bizim yaşayan, kadim efsanelerimizden.

“Türkiye’nin Elvisleri”

Bu mevzudaki şansımız “Türkiye’nin Elvisleri”yle de katmerleniyor. Erkut Taçkın, Erol Büyükburç, Ersan Erdura ilk aklıma gelenler. Rock’dan Pop’a dansı, kostümü, sahnesi, havası, tarzı, sesiyle o unvana nail olanlar. Onlar da karşımızda.

Çocukluk günlerimizin Elvis’le ilk Rock’n Roll esintisinin, o ritimde dansların öyle bir repertuarla Erkut Taçkın’la sürdüğünü bile söyleyebilirim. “Fransız Elvis’i” Johnny Hallyday de (Jean-Philippe Smet) var ama takma adı, kisvesi, motoru saf Amerikalı olsa da dili Fransız. Aklımızı daha çok eşi Sylvie Vartan çeliyor.

Taçkın rock repertuarını R’n’B, blues, cazla örülü şarkılarının yanında sahnesi, asi, deri kostümleriyle de pekiştiriyor. O vesileyle Türkiye’deki bir “Elvis fan sitesi”ne de rastlıyorum. “Elvis daima Türkiye’de” sloganıyla “ElvisTürk.com” fan sitesindeki kıymetli, tarihi söyleşilere de. Korkmaz Uluçay’ın “Türkiye’nin Elvisleri” ile röportajlardan birisi Erkut Taçkın’la… (12 Mayıs 2003)

Taçkın’dan “Siyah Noktalar”

Taçkın Presley’i ilk kez 1956’da, 16 yaşındayken dinlemiş. O da şanslı… Babası deniz subayı, Amiral olduğu için o günün kısıtlı koşullarını onun Amerika’dan getirdiği plaklarla aşıyorlar. O da o sıralar Deniz Lisesi’nde okuyor. Durul Gence ile birlikte…

İşleri güçleri müzik… Sonradan Deniz Harp Okulu’nda iki sömestre kaybedip atılma gündeme gelince ayrılıp hemen yedeksubaylığa yazılıyorlar. Askerlikten sonra Almanya… Ford fabrikasında çalışırken bir de müzik grubu kuruyor: “E.Tack&Black Points”. Adını hepsi esmer oldukları için o takmış: “Siyah Noktalar…”

Başta “Be Bop a Lula”, “Blue Suede Shoes”, tadıyla tuzuyla yorumladığı Elvis şarkıları zaten marka. Vokalin yanında sahnesi yaptığı hareketlerle, dansla da çarpıcı. Söyleşide şarkıcıların göze de hitap etmesi gerektiğini vurguluyor: “Elvis çok iyi hareket edebilen, dansı kendine has biri. Bir devrimdir, yani onu görünce ‘Elvis the Pelvis’ falan demişlerdir.” Taçkın 14 Aralık 2020’de, 80 yaşında hayatını kaybediyor.

“İdealimdeki şarkıcı bu”

Uluçay’ın sitesinde “Türkiye’nin Elvis Presley’i” benzetmesine mazhar olanlardan birisi de Erol Büyükburç tabii. Onunla söyleşisi de “Erol Büyükburç: Dedim ki: İşte benim idealimdeki şarkıcı bu!” başlığıyla yayınlanıyor.

Renkli, çok yönlü, egosu parlak kişiliği söyleşisinde de göze çarpıyor. Elvis’in ilk çıkış yaptığı  “Mama… That’s All Right, Mama”yı duyduğunda hemen arkadaşlarına söylemiş:  “İşte benim idealimdeki şarkıcı bu!”… O günlerde bir idolleri de, hayatı ölümüyle o “asi” gençliğin simgesi James Dean elbette. Onlarla “özdeşleşiyorlar”.

“Hadi bi Elvis söyle”

Büyükburç’un 78 devirlik ilk taş plağı da dönemin havasına uygun. Kendi deyimiyle, “Elvis’in fokurdayan kimliği” ile “It’s Now Or Never”; “Şimdi ya da asla…” Ama “Elvis’le özdeşleştirilmenin hoşuna gittiğini” itiraf etse de şarkılarını onun taklidiyle değil kendi kimliğiyle, “Türkiye versiyonlarını” söylediğini ısrarla vurguluyor. Ve ekliyor: “700 bestem, aranje ettiğim 350 türküm var.”

Velâkin ne zaman TV’ye çıksa “dinleyici istekleri”ne tercüman olduğunu düşünen sunucuların talebi “Hadi bi Elvis söyle”… O da kırmıyor elbet. Başta sahneye çağıran “Be Bop a Lula” olmak üzere dansıyla, onun kendine has söyleme biçimi, “aksatım”ıyla, sahne kostümleriyle onu canlandırıyor. “Yerli Elvis” Ersan Erdura’yla TRT’deki Elvis düetleri de (Teddy Bear) arşivlerde.

Dönemin iki ilâhı…

Aynı sitede Sevin Okyay’la yapılan söyleşi de var. James Dean-Elvis Presley fırtınasında “ilk başlarda Elvis’i pek tutmadığını, çünkü James Dean’ci olduğunu” söylüyor: Yani iki ilah gibiydiler. Elvis’in de filmlerinde kötü bir oyuncu olduğunu düşünmüyorum. Elvis’in ‘Elvis’ olduğunu düşünüyorum. İyi bir oyuncu olmasına gerek yoktu.”

Erkut Taçkın da dâhil baktığım birkaç kaynakta Elvis’in Türkiye efsanesi 1956’da başlıyor. Atilla Dorsay da -o günlerde tuttuğu defterlerden teyit ederek- Elvis’i radyodan ilk kez 2 Haziran 1956’da dinlediğini vurguluyor. 70 yıl önce… İstanbul Radyosu Dinleyici İstekleri’nde çalan şarkısı Heartbreak Hotel.

Basının “Prestley” savaşı

Milliyet Gazetesi de aynı yıl, 13 Ekim 1956’da duyuruyor Elvis’i. Ama daha farklı, adına uygun gördüğü bir işçilikle… O da basının “benzetmesi”: “Rock’n’ Roll dansı gençliği deliye döndürdü”. Devamı daha ateşli; “Müziğin tesiriyle coşan gençler birbirine saldırıyor, elbiselerini yırtıyor, salonu yıkıp harabeye çeviriyor!..”

Haberin altındaki fotoğraf, hedef de Elvis: “Bunların mes’ullerinden biri işte resmini gördüğünüz Elvis Prestley! Bütün Amerikan gençleri kendisine hayran! Tehlikeli bir hayranlık bu!” Üç satırlık fotoğraf altının her cümlesine ünlem yerleşirken, -bir ünlem de benden- Elvis’in soyadı yanlış yazılmış! Başka haberde “Priesley” tercihi de var. 

“Elvis (de) çok müteessir”

Milliyet ay sonunda bu haberine reaksiyon da alıyor bir bakıma. 30 Ekim’deki haberinin başlığı “Rock’n Roll kralı Elvis çok müteessir”. “Dansı münasebetiyle kendi şarkı söyleşi de çok tenkit edilen Elvis şarkılarıyla gençler arasında suçların artmasına sebebiyet veriyorsa, seve seve eski işi kamyon şoförlüğüne geri döneceğini söylemiştir.”

Aynı ayın Milliyet’teki seri haberleri arasında “Rock’n Roll’un kurbanı” da var. Haberin dili bir editörlük şaheseri! “Elvis Presley’in şöhretinden gına getiren 15 yaşlarındaki bir çocuk Presley’in resmini taşıyan bir mankeni elektrik direğine asarak nefretini ifade etmek isterken çarpılmış ve kömür olmuştur.”

MTTB: Rock’n Roll’u yasaklayın

Bir reaksiyon da içerden geliyor tabii. Milliyet Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) Rock’n Roll’un ve striptizin yasaklanması için harekete geçtiğini duyuruyor: “Her iki dans da gençlik için tehlike teşkil ediyor. Gençliğin ahlakını ifsat eden ve bünyemize asla uymayan cereyanlarla mücadele etmek icap eder. Yasak edilmesi hususunda ilgililere müracaat ettik.” 

Altındaki haberin başlığı ise “Elvis’in kuklası taşlandı”. Nashville’deki eylemin ardından “kukla bir cankurtaranla morga götürülmüş”! Ardından bir vukuat da bizden: “Rock’n Roll’cular Turgutlu’da bir sinemayı altüst ettiler”.

Milliyet’in bizdeki hakkı ayrı

Bir süre sonra Milliyet’in mutfağındaki ateş yatışıyor. Bu değişimde önce yazı işleri müdürü, sonra genel yayın yönetmeni olan Abdi İpekçi de etkili… Sayfaları Elvis’in plağının 52 milyon sattığı, kuzeninin FB basket takımına transfer olduğu haberlerinin yanında, dünyada, Türkiye’de twist yapanların fotoğraflarıyla da renkleniyor. Ardından o “yıkıcı” danslar Öztürk Serengil’in “Abidik Gubidik Twist”i ile iyice milli zaten.

Milliyet’in bu konuda bizdeki hakkını da asla yiyemem. 1967’de başlattıkları “Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması” müziğin her türüne, gençlere sahne açarken, koca spor salonları da hıncahınç doluyor. 1970’de ilk kez Milliyet’in eki olarak yayınlanan Hey Dergisi, iki yıl sonra Milliyet Sanat da ne ufuklar açmıştır bu mevzuda.

Belki de Elvis bize benziyordur

Bizim kuşak 1995’de 24 yaşında ölen James Dean efsanesine geç kaldı, Elvis’i ise benzerleriyle de yakaladı. O da neredeyse yarım asır önce bugünlerde, 16 Ağustos 1977’de ayrıldı hayattan. 42 yaşında… Anılarımın sayfaları da o vesileyle açıldı.

Ölümünle ilgili yas sürecini, hatta “yas cinneti”ni de hatırlıyorum. “Patolojik yas”tan, öldüğünü kabullenememekten öte bir durum. Elvis aslında yaşıyor, dönecek diyenlerden, onu gördüğünü iddia edenler, saçından başına evinden hayatına kadar onun “yaşadığı” bir dünyayı yaratanlar gruplar bile oluşturuyor. “Elvis yaşıyor” başlıkları, Elvis dosyaları, komploları bazı TV programlarının da gözdesi.

Elvis’in Amerika’ya getirilen “400 Osmanlı levendine” dayanan “Meluncan” halkından olduğuna dair rivayeti de hatırlıyorum. Kızılderililerin Türk, en azından akrabamız olduğu, çoğunun Uygur ve Nayman Türkleri’nden geldiğini de… Bu gönlümüze, milli arzularımıza pek uyan “araştırma”lardan birisi de Elvis’in kökeninin hem ana, hem baba tarafından Cherokee kabilesiyle bağlantılı olduğunu iddia ediyor zaten. Ne bileyim belki Elvis bize benziyordur.

- Advertisment -