Programın tamamını Serbestiyet YouTube kanalında izlemek için:
Kaldığımız yerden devam etmek istiyorum. Bu Fransız Devrimi meselesine eklemek istediğim şeyler var. Bu da, haklılık payı ile ilgili. Fransız Devrimi sonrasında tarihteki devrimler sorunuyla ilgili..
Göstermeye çalıştım ki, Fransız Devrimi’nin olmamış olmasını istemenin. ciddi bir tarih nosyonuyla hiçbir ilgisi yok. Boş lâf. Bütün bir arka planı, bütün bir bağlamı, bütün çerçeveyi tümüyle göz ardı ediyor; monarşi ve aristokrasinin aptallığı diyebileceğimiz şeyleri getirip halka, köylülere, yoksullara, ayaktakımı diye horladığı isyancılara ve ihtilalcilere yıkıyor.
Fakat şu da gerçek ki devrim dediğimiz şey de dikensiz gül bahçesi değil. Devrim de kendi bedelleriyle, kendi maliyetleriyle çıkageliyor. Günümüzün entellektüel koşulları, bu bakımdan artık 20. yüzyılın ilk yarısından veya 1960’lardan oldukça farklı. O kadar revolüsyonist değil, o kadar devrimsever, devrimperest değil.
Devrimlerin artıları kadar eksileri, getirdikleri kadar götürdükleri, açtıkları kapılar kadar kapattıkları kapılar da çok tartışılır oldu. Ve bu da tarihçilik açısından düzgün ve zengin bir tarih anlayışı açısından aslında önemli bir gelişme.
Şöyle ifade etmeye çalışayım; Fransız Devrimi düşünsel ve siyasi bakımdan çok önemli bir sonuç verdi. Devrim kavramını, devrim olayını, sloganını, ihtimalini, siyasetin gündemine soktu, siyaset sahnesinin âdetâ merkezine oturttu. Bundan sonra, bu andan itibaren, daha 1789’dan veya 1815’ten itibaren, önce Avrupa’nın ve ardından bütün dünyanın giderek genişleyerek siyasal hayatında şöyle bir saflaşma söz konusu: Bir tarafta revolüsyonistler ve diğer yanda anti-revolüsyonistler; bir tarafta isteyenler, özleyenler, yani bir sonraki devrimi sürekli olarak özleyenler, diğer yanda bir sonraki devrimi önlemeye çalışanlar. Faydalarını vurgulayanlar ve zararlarına dikkat çekenler. Kabaca, Edmund Burke ve Lenin de diyebiliriz, daha ilk andan itibaren.
Daha Fransız Devrimi’nin ilk iki üç yılı içinde İngiltere’de Edmund Burke, “Fransa’daki devrim üzerine bazı düşünceler” diye bir kitapçık kaleme alıyor. Edmund Burke katı bir muhafazakar değil. Aslında bir liberal reformcu ve devrime karşı müfrit devrim düşmanı diye tarif edilemeyecek; daha çok, “devrimin maliyetlerini gördüğümüzde evrimci, tedrici bir reformculuk daha iyidir” diye tarif edilebilecek bir pozisyonun savunucusu olarak karşımıza çıkıyor. Ama eninde sonunda devrimin bedellerini, maliyetlerini vurguluyor.
Buna karşı, 20. yüzyılın başında Bolşevik Devrimi sürecinde Rusya’da Lenin, “Devlet ve Devrim” ya da “Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky” gibi eserlerinde şunu vurgulayacak: “Devrim yapmamanın kümülatif bedeliyle karşılaştırıldığında devrimin bedeli ve maliyeti görece çok küçük kalır.” Şunu kastediyor; devrim yapmazsak ya da devrim yapılmazsa, emekçi kitleler, halk, eski rejimde, eski düzende, yani hem kapitalizm hem Çarlık zulmü altında yaşamaya devam edecek ve milyonlar günlük hayatlarında sürekli bir mutsuzluk, sürekli bir ezilmişlik ve trajedi ve dolayısıyla nice acılar yaşayacak. Bunları toplamak mümkün olsa, ortaya çıkar ki, devrim yapmanın elbette bedelleri vardır, elbette bir şiddet olayı yaşanacaktır, elbette bazı acılar gerçekleşecektir — ama devrim yapmanın bedelleri, devrim yapmamanın bedeli yanında çok küçük kalır. Öyle bir iddiada bulunuyor.
Buna benzer başka iddialar, başka özdeyişler de var. Hemen burada belirtmek gerekir ki 1815 sonrasında, özellikle 19. yüzyılın ortalarından itibaren devrimseverliğin veya devrimperestliğin esas savunusu Marksizmden gelecek. Marksizm bu konuda başka bütün diğer düşünce akımlarına kıyasla çok daha sistematik bir devrim teorisi ortaya koyacak ve âdetâ devrim alanını ele geçirecek. Öyle ki, devrim teorilerini ve gerekçelerini Marksizm dışında düşünmek 150 yıl süreyle çok zorlaşacak. Burada, işte Lenin’in özetlediğim temel argümanının yanı sıra, şöyle vecizeler de söz konusu: Kurunun yanında yaş da yanar. Yani devrimde esas devrilmeye çalışılan hakim sınıfların yanı sıra, bazı insanlar da haksız yere mağdur olur. Ya da: yumurtaları kırmadan omlet yapamazsınız. Omlet yapacaksanız, sonuç olarak yumurtaları kırmak gerekir. Yani bir şeyler kırılacak ve dökülecektir ama ne uğruna; omlet yapabilmek uğruna. Yani çok daha mutlu bir gelecek uğruna.
Burada şöyle bir mesele gündeme geliyor: Evet, devrimlerin maliyetleri olacaktır ama bunlar küçüktür. Çünkü sonuç olarak devrim insanlığın mutlu geleceğine daha hızlı ve daha ferah bir şekilde ulaşma yolunu açar. — Bu mantık, 20. yüzyılın seyri içinde siyaset alanında da, sosyal bilimlerde de, tarihçilikte ve diğer toplumsal bilim alanlarında da çok ciddi surette sorgulanır oldu.
Bunda, tabii sonuç olarak 1989-1990 yıllarında Sovyetler Birliği’nin çöküşünün — ve dünyadaki ilk sosyalist devlet olarak Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ister istemez (doğru ve haklı olarak) Marksizmin siyasi projesinin çöküşü anlamında yorumlanmasının da çok büyük payı var.
Daha önce sorgulanmayan birçok şey, çok temelden sorgulanır oldu. Devrim demokrasi uğruna yapılıyor, ama otomatik olarak demokrasi mi demek? Neden bir türlü demokrasi olamıyor, devrim sürecinde ve devrim sonrası toplumlarda? İlk defa Fransız Devrimi’nin Jakoben döneminde Robespierre’in ve Saint Just’un formüle ettikleri “devrimci iktidar” (yani devrimci diktatörlük) fikriyatının bu açıdan rolü nedir? Keyfiliği ve sınırsızlığı beraberinde getirmiyor mu, Jakoben terörü? Devrim nasıl olup da 1792-1794 arasının o korkunç kan banyosuna yol açıyor?
Fransız Jakobenlerinin formüle ettiği “devrimci diktatörlük” teorisiyle, Lenin’in Marx’tan yola çıkarak formüle ettiği “proletarya diktatörlüğü” teorisi arasındaki ilişki nedir? Neden, bu proletarya diktatörlüğüne geçici olacaktır, bitecektir, arkada kalacaktır deniyor, ama bir türlü bitemiyor? Niçin bitmemesi, sürdürülmesi için habire yeni yeni gerekçeler bulunuyor. Yani devrim siyasi bakımdan zafer kazandıktan sonra da, eski hakim sınıfların geri gelmesi tehlikesi hâlâ var. Mülkiyet rejimindeki sosyalist dönüşüm gerçekleştirildikten sonra da hâlâ var. Sanayi devletleştirildikten ve tarım kolektivize edildikten sonra da hâlâ var. Hâlâ emperyalist kuşatma sürüyor. Hâlâ düşmanlarla çevrilmiş durumdayız. Hâlâ burjuvazi geri gelebilir. Nedir bu bitmeyen geri dönüş veya restorasyon korkusu? Sürekli olarak, hukuk devletinin olmayışını rasyonalize ediyor ve proletarya diktatörlüğü adı altında sonuç olarak sınırsız bir keyfilik, hukuki keyfilik rejiminin, iktidardaki partiye angaje edilmiş bir hukuk rejiminin — bugün de Çin’de görmeye devam ettiğimiz gibi — sürekli varolmasına yol açıyor.
Birincisi, umutlu gelecek bir türlü gelmiyor. Bir türlü normal bir demokrasiye dönülemiyor. İkincisi maliyeti tahmin edilenden korkunç yüksek oluyor. Doğru. Fransız Devrimi sonrasındaki devrim ya da ihtilal denemelerinde Fransız Devrimi’nin kendisinde olduğu gibi, bir noktadan sonra akıl ve mantık kalmayabiliyor, dur durak yok, insaf yok, kimse dinlemiyor ve ihtilâl düşünürleri bunu bir şekilde gerekçelendiriyor. Mao, örneğin devrim nedir? sorusunu sorduğunda “Devrim resim yapmak, şiir yazmak, bir ziyafet düzenlemek gibi nezih ve nazik, zarif bir olay değildir… (çok daha kaba bir olaydır) bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet olayıdır” diyor ve bu niteliğiyle savunuyor, böyle olmalıdır diyor.
Dolayısıyla devrimlerin içinde, devrim sürecinde bir türlü son bulamayan peşpeşe şiddet dalgaları baş gösteriyor. Bunların hepsi doğru. Bunlar günümüzde, dediğim gibi, sosyal bilimlerde 20. yüzyılın ortalarından bu yana gelişen ve derinleşen, Sovyetler Birliği’nin ve Sovyet Marksizminin çöküşüyle çok yakından bağlantılı olan sorgulayışlar.
Ama bu tür dikkatli ve tarihsel bir devrim eleştirisi başka bir şey, devrimlerin eksilerine ve tehlikelerine bu şekilde dikkat çekmek, revolüsyonizmi iskonto etmek başka bir şey; bu ayaktakımı tanımlamasıyla, retoriğiyle ve havasıyla konuşmak başka bir şey.
Bu vokabüler: “ayaktakımı” ve ona tekabül eden sözcük dağarcığı, bu söylem, realist bir devrim eleştirisini çok aşıyor. Devrim karşıtlığının ötesinde, düpedüz demokrasi düşmanlığına varıyor. Devrim eleştirisi başka bir şey. Çağdaş demokrasi düşmanlığı başka bir şey. Ayaktakımı söylemi inanılmaz bir yukarıdancılığı, inanılmaz bir seçkinciliği, küçümseme ve horlamayı beraberinde getiriyor.
Türkiye’de geçmiş yıllarda bazı insanların kullandığı benzer ifadeler çok tartışıldı. Birisi çıktı, “Dağdaki çobanın oyuyla benim oyum bir olabilir mi?” dedi örneğin. Öncesinde, 1920’lerde, 1930’larda Kemalist devrimin, Atatürkçülüğün “halk için, halka rağmen'” şeklindeki inkilâpçı anlayışı çok tartışıldı, eleştirildi ve tarihsel bakımdan da, teorik bakımdan da rafa kaldırılmış kabul edildi.
Şimdi, bir medyatik kişilik tekrar bu ayaktakımı söylemiyle sahneye çıkıyor ve ayaktakımına iktidarın verilmiş olmasını, dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağı olarak kabul ediyor.
Faşizmin türleri vardır. Pleb faşizmi de olabilir, patriçi faşizmi de olabilir. Pleb faşizmi derken; mesela Mussolini’nin klasik İtalyan faşizmi, Hitler’in klasik Alman Nazizmi pleb faşizminin türleridir. Sokak faşizmi türleridir. Aşağıdan yukarı. Kitlelerin şu veya bu şikâyetlerini, itirazlarını; son derece demokrasi, özgürlük ve hukuk devleti düşmanlığı içeren müthiş bir yıkıcılığı, radikal yıkıcılık içeren bir ideolojiye ve siyasi akıma dönüştüren pleb faşizmi hareketleridir.
Bir de yukarıdan aşağı, devletçi, elitist, seçkinci bir patriçi faşizminden söz edilebilir. “Ayaktakımı” söylemi, sözünü ettiğim klasik İtalyan veya Alman faşistlerine ait değildir. Çünkü onlar da pekâlâ ayaktakımı akımlarıdır ve bu söylemle konuşmazlar. Ama şimdiki söylemde, son derece yukarıdancı, son derece otoriter, kaskatı bir patriçi faşizmi veya devlet faşizmi özlemi ve havası sahneye çıkıyor.