Bülent Arınç’ın, AKP elitlerinin yönlendirmesi ile “surları test etmek” yahut “kamuoyunu yoklamak” maksadı ile mi yayınlandığını bilmediğimiz, şahsi görüşü olduğunu öne sürdüğü ve seçimlerin ertelenmesini talep eden beyanatı son birkaç gündür gündemi işgal ediyor. İktidar partisinin, seçimler ile alakalı izleyeceği yol haritası henüz belli olmamakla beraber, geçmişte seçim güvenliği ile ilgili yaşanan kaygılar, siyasi elitlerin anayasanın çeşitli hükümlerini eylemli olarak ihlal ettikleri yahut savsadıkları yönündeki endişelerle birleşince, Arınç’ın beyanatına cevap verme gerekliliği muhalif cenahta haklı olarak hissedildi.
Nitekim bu arada pek çok anayasa hukukçusu, seçimlerin neden ertelenemeyeceğine dair çeşitli görüşler ileri sürdüler ve hâlen de sürüyorlar. Bu kısa yazıda, bugüne kadar anayasa hukukçularının dile getirmediği farklı ve basit bir gerekçe ile seçimlerin deprem sebebi ile ertelenmesinin anayasal olarak neden mümkün olmadığını ele almak istiyorum. Söylemesi bıktıran bir hakikati hatırlatarak başlamak gerekirse, “burası Türkiye.” Türkiye siyasetinde bir gün bile oldukça uzun bir süre ve ülkeyi idare eden siyasi elitlerin anayasaya riayet etme duyguları, Arınç’ın beyanatında geçen “anayasalar kutsal metinler değildir” ifadesinde özetini bulmuş gibi. Dolayısıyla, siyasete ilişkin bir öngörü zor, fakat meselenin anayasal boyutunun oldukça kolay bir cevabı var.
Anayasanın 78. maddesinin ilgili kısmı şöyle diyor: “Savaş sebebiyle yeni seçimlerin yapılmasına imkân görülmezse, Türkiye Büyük Millet Meclisi, seçimlerin bir yıl geriye bırakılmasına karar verebilir.”
Anayasa hukukçuları, bu maddeden hareketle, seçimin sadece savaş sebebi ile ertelenebileceğini, depremin de savaş hâli sayılamayacağından, ertelemeye gerekçe gösterilemeyeceğini savunuyorlar. Benim de katıldığım bu görüşü desteklemek için takdire şayan bir çaba ile pek çok fikir ortaya atıyorlar, tabiri caizse bin dereden su getiriyorlar. Oysa anayasanın metni bir bütün olarak ele alındığında, depremin savaş hâli sayılamayacağını aslında sarih bir şekilde ifade ediyor. Yani anayasa metninden öteye gitmeye gerek yok.
Anayasanın “metin-içi lafzî yorumu” diye adlandırabileceğimiz, İngilizce’de intratextualism olarak da geçen bu yorum metodunda, anayasa kendi kendini yorumlayan bir metin olarak telakki edilir. Hatta bu minvalde “anayasanın sözlüğü yine anayasadır” da denir. İşte bu basit kabulden hareketle, 1982 Anayasasının savaşla ilgili diğer maddelerine kısaca bakarsak, depremin savaş hâli sayılamayacağı gerçeği kolayca karşımıza çıkıyor.
Mesela 119. madde, olağanüstü hâl yönetimlerinden bahsederken şu ihtimalleri zikrediyor: ‘savaş, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, seferberlik, ayaklanma, vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma, ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması, anayasal düzeni veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerinin ortaya çıkması, şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması, tabiî afet veya tehlikeli salgın hastalık ya da ağır ekonomik bunalım[]…’
Dikkat edilirse, madde metninde “savaş” ayrı zikredilmiş, “tabiî afet” ayrı. Keza Anayasanın 15., 19., 125. ve 148. maddeleri ile Geçici 2. maddesinde de “olağanüstü hâl” ile “savaş” kavramları hep ayrı ayrı zikredilmiş.
Bütün bu maddelerden ve bilhassa yukarıda genişçe alıntıladığım 119. maddeden çıkan netice açık: Anayasaya göre “savaş” özellikli bir kavram olup, diğer olağanüstü hâlleri ve bu arada deprem gibi doğal afetleri kapsar şekilde genişletici bir yoruma tâbi tutulamaz. Aksi hâlde, anayasada “savaş” kelimesinin ayrı, “tabiî afet” ifadesinin ayrı zikredilmiş olmasının bir manası kalmaz.
Bu kat’i lafzî ayrılık, depremin yıkıcı etkilerinin muhtemel bir savaş kadar olduğu yahut savaştan dahi ağır olduğu şeklindeki tespitlerle de giderilemez. Yine, deprem bölgesinde doğaya karşı bir “savaş verildiği”nden bahisle “savaş” kelimesinin gündelik dildeki bazı kullanımları, anayasanın teknik ve özellikli bir kavram olarak tanımladığı ve doğal afetlerden ayrı olduğunu tespit ettiği anayasal anlamıyla “savaş”ın yerine ikame edilemez.
En basit ifadeyle, şu hâlde, savaş savaş, deprem de depremdir. Bu iki kavramın karışmasına yahut eski tabirle ihtilatına anayasanın metni izin vermemektedir. Şüphesiz bu argümanı destekler nitelikte bazı tâli argümanlara müracaat etmek, meselâ 1982 Anayasasının yapım sürecindeki tartışmaları delil göstermek mümkün olabilir, ancak bunlar, anayasanın lafzı dururken ancak ikincil bir nitelik taşırlar.
Son olarak, ilk bakışta kolay bir mesele gibi görünen bu yorum sorununun bugün gelinen noktada neden bu kadar tartışmaya sebep olduğunu da düşünmek gerekir. Türkiye gibi siyasi kutuplaşmanın had safhada yaşanmakta olduğu bir ülkede, siyaseti tanzim eden bir belge olarak düşünülebilecek anayasanın, bu kutuplaşmadan nasibini almaması düşünülemez. Depremin savaş demek olmadığı gibi oldukça temel bir savı dahi tane tane anlatmak ihtiyacı işte bu kutuplaşmanın bir neticesidir.
Anayasa ile uğraşan hukukçuların, depremin yaralarının süratle ve en etkili şekilde sarılması temennileri elbette en başta olmak üzere, anayasa hukuku ile ilgili kısa vadede en hayati ve acil umutları, anayasanın bu denli temel ve yapısal konularda kutuplaşan yorumlardan kurtulduğu ve asgari müştereklerin tespit edilebildiği bir anayasa hukuku düzlemine yakın gelecekte kavuşmak olmalıdır.