T24 yazarı Cansu Çamlıbel Dink ailesinin avukatı Fethiye Çetin ile röportaj yaptı:
17 senedir acılarını metanetle yönetip hiçbir polemiğe girmeme konusundaki itinalarından vazgeçmeyen Dink ailesinin fertleri, son süreci konuşma konusundaki teklifime nezaketle teşekkür ettiler. Onların onayıyla ailenin avukatı Fethiye Çetin ile bir araya geldik.
Fethiye Çetin epey bir zamandır Dink davası duruşmalarına aktif bir şekilde katılan avukat heyeti içinde değil. Ancak en başından beri her detayıyla dosyaya en hâkim kişi kendisi. Çetin’in Hrant mesaisi ölümünün ardından başlamış da değil. Dink’in ölümünden önce “Türklüğü aşağılama” iddiasıyla yargılanıp hüküm giydiği davadaki avukatı da Fethiye Çetin’di. Dolayısıyla da cinayeti getiren psikolojik sürecin nasıl kurgulandığını her detayıyla dün olmuş kadar canlı biçimde hatırlıyor. Çetin ile birlikte zaman tüneline girdik. Zaten bildiklerinizi, bilip de unuttuklarınızı, bir de hiç bilmediklerinizi konuştuk. Bu söyleşi sayesinde Dink ailesinin neden iktidarın “Bu cinayet FETÖ işiydi, onları devletten temizledik, suçluları bulduk ve cinayeti çözdük” şeklindeki argümanına ikna olmadığını daha iyi anlayacaksınız.
“Hrant Dink farklıydı, çünkü onlara hep unutmak istedikleri 1915’i hatırlatıyordu”
-Siz aslında 17 senedir değil 20 senedir tam içindesiniz Hrant Dink dosyasının. Dink 2007’de öldürülmeden önce kendisinin avukatıydınız ve dostuydunuz. Hrant Dink’in hedef gösterilmesi sürecinin nasıl işlendiğini defalarca anlattınız. O yüzden soracağım şey aslında yeni bir şey değil. Ama 2023’den geriye retrospektifte bu sorunun yeniden sorulması gerektiğini düşünüyorum. “Hrant için sonun başlangıcının Agos’ta Sabiha Gökçen’in Ermeni bir yetim olduğu haberini yayımlamasıdır” dediniz hep avukatları olarak. Zaten o haberin hayatını dramatik olarak değiştireceğine ilişkin öngörüsünü ölmeden önce kendisi kaleme aldı. Neden Hrant Dink 20 sene önce yaptığı Sabiha Gökçen haberini ölüm fermanının imzalanmasının sebebi olarak gördü? Atatürk’ün Ermeni bir yetimi evlat edinme ihtimalini dile getiren bir kişinin iddialarını haber yapmak neden bu kadar tehlikeli bir şeydi ya da hala tehlikelidir?
Çok önemli bir soru bu. Hrant Dink cinayeti, devletin çok önemli iki geleneğinin kesişme noktasında duruyor. Birincisi, bu devletin siyasi cinayetler geleneği. Ama bu gelenek içinde Hrant Dink cinayeti ayrı bir yerde duruyor çünkü Hrant Dink cinayeti aynı zamanda toplumda ve devlette çok yaygın olan Ermeni düşmanlığını üzerine oturuyor. Bu düşmanlık yakın tarihimizde bu toprakların Ermeni nüfusuna uygulanan çok büyük suçla ilintili. Bu toprakların Ermeni evlatları sadece fiziken yok edilmediler, kültürleri de yok edilmeye çalışıldı. Bir de servet transferi yapıldı; Ermeni mallarının, mülklerinin, zenginliklerinin üstüne oturuldu. Son dönemdeki yaygın tabirle, Ermeni mallarının üzerine çöküldü. Bunu kuşkusuz o dönem İttahat ve Terakkici’ler yaptı. Fakat bütün bu suçlar, bu ülkenin yerel güçleri ve yerel aşiretlerinin katılımıyla gerçekleşti. O nedenle bu konu bir tabu çünkü bu büyük bir suç.
Biliyorsunuz, failin ilk savunma hattı inkardır. O nedenle bu kadar büyük bir inkar, bu kadar büyük bir ret var. Bu topraklarda oradan gelen bir Ermeni düşmanlığı var. O yüzden bu ülkede soykırımdan sağ olarak kurtulmuş olan Ermeniler genellikle kendilerini gizleyerek yaşarlar. Çok da öne çıkmazlar. Fakat Hrant Dink farklı bir figür idi.
–Devletin gözünde Hrant’ı diğer Ermenilerden farklı kılan şey neydi?
Ermeni toplumunun sorunlarını kamuoyuna duyurmaya çalışan biriydi. O yüzden Agos gazetesini çıkardı arkadaşlarıyla birlikte. Hrant Dink onlara hep 1915’i hatırlatıyordu. O hep
unutturmaya çalıştıkları, unutmaya çalıştıkları 1915 hakikatini bu adam duruşuyla yazdıklarıyla, çizdikleriyle onlara hatırlatıyordu.
-Sadece bu kendi başına yeterli miydi hedef seçilmesi için?
Hrant bunu ölmeden önce yazdığı iki yazıda anlatmıştı; “Niçin hedef seçildim” ve “Ruh halimin güvercin tedirginliği” başlıklı iki yazı. Kendisinin ifadesiyle kendisine bir biçimde had bildirilmeliydi çünkü çizmeyi aşıyordu. Çizmeyi aşıyordu çünkü Ermeni toplumunun sorunlarını dile getiriyordu. O yüzden ben herkesin dönüp dönüp tekrar bu iki yazıya bakmasını öneririm. Hrant o iki yazıda kimler tarafından hedef gösterildiğini de açıklıyor, son dönemde ve daha önceki yaşadıklarını da anlatıyor.
“O zehir zemberek Genelkurmay açıklaması şunu gösterdi: Bu devlet için Sabiha Gökçen gibi bir şahsiyetin Ermeni bir yetim olması kabul edilemez”
-Hrant Dink’in “Niçin hedef seçildim” yazısından bir bölümü hatırlatmak istiyorum. Bu söyleşide konuşacaklarımızın anlaşılması açısından iyi bir başlangıç özeti zira. Hrant Dink o yazıda şöyle diyor; “Bu haber, Türkiye’nin en çok satan gazetesi Hürriyet’te 21 Şubat 2004 tarihinde Agos ’tan alıntılanarak manşetten verilince olanlar oldu ve Türkiye’de yer yerinden oynadı.” Hemen ardından Genelkurmay’ın yaptığı açıklamaya dikkat çekiyor Dink. Ben onu da hatırlatayım; Genelkurmay yaptığı yazılı açıklamada “Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür” demişti. Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni yetim olduğunu ve kendisinin teyzesi olduğunu anlatan birinin haberini yapmak neden toplumsal barışa karşı işlenmiş bir suç, onu anlayabildiniz mi? Bir başka soru daha var burada. Gerçi o dönem askerin güncel siyasal ve toplumsal meselelerle ilgili açıklama yapması olağan karşılanan bir şeydi ama o güne has bir mercek üzerinden bakıldığında dahi bu haberin birincil muhatabının Genelkurmay olmasının sebebi neymiş, bunu anladınız mı?
Siz de bir gazetecisiniz düşünün…Gerçek bir kişi elinde fotoğraflarla Sabiha Gökçen’in öz teyzesi olduğunu söylüyor, aile tarihini detaylarıyla anlatıyor. Siz önünüze böyle bir haber geldiğinde heyecanlanmaz mısınız? Hrant da bir gazeteci olarak çok heyecanlandığını anlatıyor. Şüphesiz bunun haber niteliği var. Haberi Agos’ta yayınlıyor. Agos yayınından sonra bir şey olmuyor zaten. Ama ne zaman ki Hürriyet bunu manşetine taşıyor, Genelkurmay Başkanlığı o zehir zemberek açıklamayı yapıyor. Biz de sizin sorduğunuz soruya takıldık ve bunu çok araştırdık. Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklama yapma yetkisi nereden kaynaklanıyor? Gazetecilere parmak sallayan bir açıklama bu ve son cümlesi çok kritik çünkü “halkı göreve çağırıyor.” Tabii bu çok ilginç. Genelkurmay’ın gazetecilere had bildirmek ya da gazetecilere had bildirsinler diye halkı göreve çağırmak gibi bir yetkisi var mı? Yok.
Ama bu devlet için Sabiha Gökçen gibi bir şahsiyetin Ermeni bir yetim olması kabul edilemez. Genelkurmay oradan kendine yetki devşiriyor. Bir de o dönemi bir hatırlamak lazım. 2002’de Asılsız Soykırımı İddialarıyla Mücadele Koordinasyon Kurulu diye bir merci oluşturuluyor. Bu, Ecevit’in başbakanlığı döneminde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin koalisyon ortağı olduğu sırada yapılıyor. Bu merci kurulduktan sonra okulların müfredatına bazı şeyler ekleniyor, televizyonda programlar yapılıyor Ermenileri suçlayan ve ırkçılığı köpürten programlar yapılıyor televizyonlarda. YÖK devreye giriyor, Millî Eğitim Bakanlığı devreye giriyor. Öğretmenler zorunlu seminerlere davet ediliyor. Sabiha Gökçen haberinin yayın tarihi tam o yıllara denk geliyor.
“Hrant valiliğe çağrılıyor, görüşmede vali yardımcısından çok ‘yakınları’ konuşuyor”
-Ve Hrant Dink Genelkurmay Başkanlığının o açıklamayı yayınladığının ertesi günü İstanbul Valiliği’ne davet ediliyor. “Elinizdeki belgelerle gelin” deniyor. Daveti yapan İstanbul Vali Yardımcısı Ergun Güngör. O görüşmenin detaylarına geçmeden yine aklıma takılanı size sorayım; bir gazeteci yaptığı bir haber konusunda belgelerle birlikte neden valiliğe çağrılırmış? Bu sorunun yanıtına ulaşabiliyor musunuz?
Sormakta haklısınız. Zaten Hrant da aynı soruyu soruyor, bazı gazeteci arkadaşlarına danışıyor; “Bu normal mi?” diye. Onlar da hayatlarında hiç böyle bir şey duymadıklarını söylüyorlar ama “Yine de sen git” diye telkinde bulunuyorlar. O da garibim belgeleri yanına alıp gidiyor. Vali Yardımcısı Ergun Güngör azınlık işlerinden sorumlu. Odada olan diğer iki kişi için Güngör ‘yakınlarım’ diyor. Ama sonradan onların ne amaçla orada olduğu ortaya çıkıyor. Vali Yardımcısı neredeyse hiç konuşmuyor. O iki kişiden erkek olan şöyle diyor; “Sizin yazdığınız bazı yazılardan, her ne kadar üslubunuza katılmasak da niyetinizin kötü olmadığını anlayabiliyoruz. Ancak herkes bunu böyle anlamayabilir ve toplumun tepkisini üzerinize çekebilirsiniz.” Yani aslında üstü örtülü bir tehdit var. İyilik için Hrant’ı uyarıyor gibi yaparak “yapmayın” diyor. Görüşme bittikten sonra Hrant kapıdan çıkarken fark ediyor ki belgeleri almayı unuttular. Geri dönüp “Bunları unuttunuz” diyor, “Ha evet” diyerek alıp bir kenara koyuyorlar. Hrant bu görüşmeden sonra artık hedefte olduğunu biliyor.
“Erdoğan o zaman o görüşmedeki MİT’çiler için soruşturma izni verdi ama takipsizlik verildi”
-23 Şubat 2004’teki o görüşmede Vali Yardımcısı Ergun Güngör’ün yanındakiler yakınları değil. Zaten bir kamu görevlisi böyle bir görüşmeye neden yakınlarını davet etsin? Sonradan o iki kişinin MİT’çi olduğu ortaya çıkıyor. Hem de biri üst düzey MİT’çi. Bu gerçeğe nasıl ulaşmıştınız?
Bunu tabii çok uğraşarak ortaya çıkardık. Görüşmede en çok konuşan erkek kişi, yani Özel Yılmaz, Ergenekon soruşturmasında yakalanınca ortaya çıkartmamız kolaylaştı. Erdoğan o zaman başbakandı, bu kişiler hakkında soruşturma izni verdi. Biri MİT İstanbul Bölge Başkan Yardımcısı Özel Yılmaz, diğeri de Handan Selçuk. Bu kişiler Hrant’ın tehdit alında olduğunu görüyorlar. Hadi diyelim kötü niyetli de değiller, iyi niyetle uyarıyorlar. O zaman bunların yapması gereken Hrant’ı çağırıp onunla konuşmak mıdır? O sırada hem Vali Yardımcısı Ergun Güngör hem de MİT İstanbul Bölge Başkan Yardımcısı Özel Yılmaz biraz önce bahsettiğim Asılsız Soykırımı İddialarıyla Mücadele Koordinasyon Kurulu’nun üyeleri. Hrant’ın tehdit altında olduğunu fark ettikleri zaman önlem almaları gerekiyordu. Dolayısıyla biz onlar hakkında “Koruma görevi olduğu halde korumamaktan dolayı bir kişinin ölümünden sorumlu olmak” yönünden soruşturma talep ettik. Savcı Ankara’nın izniyle “olur” verdi. Savcı bize davayı açmak üzere olduğunu söylerken pat diye zaman aşımından takipsizlik kararı geldi. Savcının yazısı şöyleydi: “Soruşturulan kişiler Hrant Dink’i korumakla yükümlü oldukları halde korumamışlardır. Görevlerini yapmamışlardır. Ancak suç zaman aşımına uğradığından takipsizlik verilmiştir.” Kim bilir ne tür baskılarla karşı karşıya kalındı da takipsizlik verdirildi. Biz buna itiraz ettik, reddedildi.
“Erdoğan taziyede Rakel Dink’e ‘Bizi aşan şeyler var’ demişti”
-Davanın seyrinde ortaya çıkanları ve hala çıkmayanları sormaya devam edeceğim. Ama bu bahsettiğiniz görüşmede yer alan kişilere dair soruşturma için dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın onay verdiğini hatırlatmanızdan hareketle devam edelim. Erdoğan cinayetin ardından Hrant’ın eşi Rakel Dink’e taziye ziyaretinde bulunmuştu, kamuoyuna yaptığı açıklamalarda “Bu cinayet bize karşı işlendi” gibi çok iddialı cümleler kurmuştu. Hatta mahkemeden ilk karar çıktığında “daha temyize gidecek” demişti. Özetle cinayetten çok rahatsız bir görüntü sergiliyordu. Belli ki Erdoğan o dönem Hrant Dink’in öldürülmesini kendisini ve partisini zor durumda bırakmak için planlanmış bir eylem olarak görüyordu. Yola “bu işin takipçisi olacağız” diye çıkan Erdoğan’a yolda ne oldu da bugün “FETÖ’cüler yaptı, ceza aldılar ve dosya kapandı” gibi bir noktaya geldi sizce? Bugün Erdoğan’ın iktidar ortağı olan MHP ve ülkücülerin sivil alandaki uzantıları mı kendisini bu noktaya getirenler? Mesela Dink öldürüldüğünde MİT Müsteşarı olan, bugün de Bahçeli’nin en yakınında kilit bir danışmanlık pozisyonunu tutan Şenkal Atasagun’un bir etkisi var mıdır tüm bunlarda?
Dediğiniz gibi Hrant öldürüldüğünde evine ilk gidenlerden biri Recep Tayyip Erdoğan’dır. O ziyaret sırasında “Bizi aşan şeyler var” gibi bir ifade kullanmıştı. O dönem evet iktidardaydılar ama henüz muktedir değildiler. Daha sonra ettiği laflar da var. “Sarı Gelin’in Ankara’nın dehlizlerinde kaybolmasına izin vermeyeceğim” demişti mesela. Sonra yavaş yavaş muktedir olmaya başladılar. Ben bu süreçte kendi deneyimden yola çıkarak şunları söyleyebilirim. Hrant öldürüldüğünde iki özel yetkili savcı atandı biliyorsunuz; Selim Berna Altay ve Fikret Seçen. Bu ikisi hemen bütün dosyaya şamil olmak üzere gizlilik kararı aldılar. Bu gizlilik kararından sonra hazırlık süresince biz dosyaya ulaşamadık. Hakikatin ortaya çıkması konusunda yakıcı bir çıkarı olan Dink ailesinin dışında yürütüldü bu süreç. İddianame ortaya çıkıp dava açıldıktan sonra gördük ki savcılar pek bir şey yapamamışlar.
“Tetikçiler teknik takipteymiş ama cinayetten sonra görüşme tutanaklarını ‘İmha ettik’ diyerek vermediler”
-Ne demek istiyorsunuz? Biraz açalım lütfen.
Tetikçilerin bütün telefon görüşmeleri aylarca kayda alınmış. Ogün Samast’ın, Yasin Hayal’in, Erhan Tuncel’in onlarca telefon görüşmesi var kayıtlarda. Savcılar bu görüşmelerin dökümlerini istediğinde “imha ettik” denilerek verilmemiş. Mesela teknik takipte olan Ramazan Öztürk diye bir sanık var. Savcılar onun da aslında aylarca dinlendiğini Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na yazılan bir yazı sonucunda tesadüfen öğreniyorlar. Bütün bilgileri istiyorlar, onlar da gönderilmiyor.
-Göndermeyen kim?
Trabzon Emniyet’i.
“Trabzon emniyeti ve jandarması arşivlerindeki temizlik yapıldı”
-Ramazan Akyürek mi?
Yok o zaman artık Ramazan Akyürek orada değil, İstanbul Emniyeti’nde İstihbarat Daire Başkanı’ydı. Bütün delilleri yok edip savcılara göndermeyen Trabzon Emniyet, bir gece Erhan Tuncel’i alıp sabaha kadar tutuyor, sonra bırakıyor. Bizim savcı bunu tespit ediyor. Ama o gecenin bilgileri de gelmiyor, hepsini yok ediyorlar. Trabzon Emniyet bunları yaparken Trabzon Jandarma’sı ne yapıyor? İnanılmaz bir biçimde arşivde ayıklama yapılıyor. Gelen bütün ihbarlar yok ediliyor, onların yerine yeni bir ihbar gelmiş gibi sahte rapor hazırlanıyor.
“Bazı tanıkların ifadeleri kayda geçirilmemiş; en çarpıcı örneklerden biri Cavit Kılıç”
-Bu sırada İstanbul Emniyet’i ne yapıyor?
Trabzon Emniyet’i daha önce İstanbul Emniyet’e bildirmiş; “Yasin Hayal İstanbul’a gelecek ve abisinin çalıştığı fırında kalacak. Hatta telefonunu Trabzon’da bırakacak. Hrant Dink’e yönelik ses getirici bir eylem yapacak” diye. Bu arada İstanbul Emniyeti zaten Hrant’ın yargılandığı duruşmaları takip ediyor. Ve sonradan anlıyoruz ki Yasin Hayal ekibinin yapacaklarına dair her şeyi de biliyor. İstanbul Emniyet’i de sonradan bir takım sahte tutanaklar hazırlıyor. Biz bütün bunları soruşturma safhası bittikten sonra öğrenebildik. Bir yandan gizlilik kararı sayesinde kurumlar arşivlerini temizlerken bir yandan da bir takım belge ve bilgiler ortalıkta uçuşmaya başladı. Mesela bunlardan biri Ogün Samast’ın Trabzon Emniyeti’nin çay ocağında o gün elinde bayrakla poz verdirildiği fotoğraf ve görüntüler. İşte o kareye giren kamu görevlileri var. Diğer yandan, Erhan Tuncel ve Yasin Hayal’in bir emekli subay ile görüşmelerine dair bilgiler var. Sonra bunların bir kısmı buhar oldu. Bir anda dünya kadar böyle bilgi çıkıyor ortaya, sonra hop ortadan kayboluyor. Böyle bir süreç var o dönem. Biz bunları öğrenince yeniden savcılara gidiyoruz. Bir avukatın zaten gideceği başka neresi olabilir ki?
Sonra bir şey daha ortaya çıktı. Ogün Samast cinayetten önce Agos ’un yanındaki bir sokakta bir internet kafede uzun zaman geçirmiş, oradan yazılmış. Bunu öğrenince savcılara “Orada çalışanların ifadelerini aldınız mı?” diye sorduk. Tuhaf tuhaf baktılar bize, sonra da birbirlerine. Düşünün bunu bile yapmamışlar. Sonra biz talep edince gidildi ama tabii ki hiçbir şey çıkmadı. “Hatırlamıyorum” gibi iki satırlık ifade veren bir polis memuru. Ve aslında orası bir güvenlik şirketi. Üzerinde küçük bir şekilde “internet kafe” de yazıyor ama ikinci katta ve sokaktan net görünen bir yer değil. Bu güvenlik şirketi boyutu da ayrı bir soru işareti. Biliyorsunuz pek çok emekli asker bu işleri yapıyor. Mesela Veli Küçük’ün de güvenlik şirketleri vardı. Ogün’ün gittiği o şirket Hrant öldükten sonra kapandı.
Orada görevli olan polis memuru Cavit Kılıç’ı biz dava açıldıktan sonra davaya çağırdık. Cavit Kılıç öyle şeyler anlattı ki. Ne kadar kaldı, kimlerle yazıştı…acayip ayrıntılar verdi. Biz de sorduk; “Sen neden bunları o gün Terörle Mücadele’den ifadeni almaya geldiklerinde onlara anlatmadın?” diye. “Hepsini anlattım ben onlara” dedi. Anlatmış ama cinayeti soruşturmaya giden ekip yazmamış. Adam anlatıyor, anlattıkları kayda geçirilmiyor düşünebiliyor musunuz? Dahası, oradaki bilgisayarlar üzerinde de inceleme yapılmamış. Kırılamıyormuş o bilgisayarların şifreleri!
Çok ilginçtir; Ogün Samast’ın oradan çıkış anı Agos’taki haftalık haber toplantısının bittiği saate denk geliyor. Agos’un içi de dinleniyor sanki. Toplantı bitince Ogün dışarı çıkıyor, Hrant’ın peşine düşmeye. Bütün bunları şunun için anlattım; soruşturma sırasında gizlilik kararı soruşturma sağlıklı yürüsün, delil karartılmasın, deliller kaybolmasın diye verilir. Oysa bizim Hrant Dink cinayeti dosyasında gördüğümüz şu; gizlilik kararı delillerin yok edilmesi için kullanılıyor.
-Normalde yapılması gereken neydi?
Trabzon Emniyeti’nde, Trabzon Jandarmasında ve İstanbul Emniyeti’nde anında arşiv operasyonları yapılmak gerekiyordu. Savcıların bunu yapması lazımdı. Tabii ki yönetimin de bunu örgütlemesi lazımdı.
“Hrant’ın cinayetinin önünü açan yargıdır, Hasan Gerçeker ile Nihat Ömeroğlu’nun beraber mücadele yürüttüğü bir süreçti o”
-“Yönetimin bunu örgütlemesi gerekirdi” derken aslında hükümetten giden ya da gitmeyen talimatları kastediyorsunuz sanırım. O yüzden yine siyasal arka plana dair hatırlatma yaparak ilerleyelim. Hrant Dink’in öldürüldüğü 2007 senesi, Türkiye siyaseti açısından kritik bir seneydi. Cinayetten birkaç ay sonra AKP hükümetine e-muhtıra verildi. Abdullah Gül’,ün cumhurbaşkanlığı adaylığı asker tarafından engellenmeye çalışıldı. Siyasette yaşanan bu gelişmeler tam da soruşturmanın gizlilik içinde sürdürüldüğü ve delillerin karartıldığı döneme denk geliyor. Ve siz o tarihten altı yedi sene sonra yaptığınız açıklamalarda dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ı işaret ettiniz. Erdoğan’ın Büyükanıt ile 2007 Mayıs’ında Dolmabahçe’de yaptığı görüşmedeki pazarlık konularından birinin Dink cinayeti olduğu tezini dile getirdiniz. Genelkurmay’da bir Dink dosyası olduğuna inandığınızı ve Büyükanıt’ın yargılanması gerektiğini de ileri sürdünüz. Tüm bunları şunun için hatırlatıyorum; Hrant Dink’in öldürüldüğü dönem devlet içinde çok büyük kavga var. O tarihin öncesinde asker içinde belli darbe planları yapılmış. Devletin kurumları arasında büyük çekişme var. Fethullahçılar da o dönem Erdoğan hükümetinin yanındaymışçasına pozisyon alıyor, hatta onların önündeki taşları temizliyor. Yıllardır davayı takip eden bir gazeteci olarak, bugün sizin hatırlattıklarınızı da üzerine koyarak devletin içindeki farklı odakların kendi ajandası var ama sanki Dink dosyasında sessizce müttefik oluyorlar diye düşünmeden edemiyorum.
Kesinlikle. Burada konuştuğumuz ve konuşmadığımız pek çok bilgi devlet içindeki farklı makamlardaki insanların önünden geçiyor. Hrant’ı kim öldürecek, nasıl öldürecek? Ayrıntılı planlar yapılıyor, krokiler çiziliyor, dinlenen telefon görüşmelerinde anlatılıyor. Ve kimse kılını kıpırdatmıyor. Biz burada cinayeti önleyebilecekken önlemeyen güvenlik güçlerinden bahsediyoruz, bir de cinayete giden yolu hazırlayan yargı var. Yargı, suç olmadığını bile bile Hrant’a TCK 150 ile TCK 301’den davalar açtı. Bu davalarda Hrant’ın ceza alması için hep birlikte kavga verdiler. Mesela en son Hrant ile ilgili mahkûmiyet kararı görüşülürken, ceza onaylansın diye en çok uğraşanlardan biri Hasan Gerçeker’di. Kendisi daha sonra Yargıtay Başkanı oldu. Kararı onaylayan Beşinci Ceza Dairesi’nin Başkanı Mehmet Nihat Ömeroğlu sonra AKP’nin tercihiyle TBMM Kamu Denetçisi yapıldı. Hasan Gerçeker açıkça AKP’ye karşı tavır alan biriydi. Ömeroğlu ise AKP yanlısı. Ama Hrant konusunda nasıl birlikte mücadele yürüttüler…bütün bunları görmek lazım.
“2007’de devletin içinde müthiş bir iktidar savaşı vardı ama Hrant dosyası adeta ‘Milli Müşterek’ idi”
-Bunları tam olarak ne zaman fark etmeye başladınız yani? Mesela ilk önce Fethullahçılardan Fikret Seçen çıkmış karşınıza. Sonra resme Zekeriya Öz girmiş. Siz devlet karşınıza savcı olarak onları koyduğu için onlar nezdinde yapılması gerekenleri yapıyorsunuz. Onların aslında Adalet Kalkınma Partisi’nin aleyhine çalıştıklarını ne zaman hissettiniz? Aralarındaki kavganın kamuoyuna yansıma tarihi 2011 sonrası. Siz ondan öncesindeki dört-beş sene içerisinde o iki savcının tavrında soru işareti yaratacak hiçbir şey hissetmediniz mi?
Yok, şimdi şunu söyleyeyim. O dönem gerçekten de sizin söylediğiniz gibi bir dönemdi. Hrant da kendisiyle son görüşmemde bana bu sizin hatırlattığınız Türkiye’nin siyasi atmosferini anlatarak “Bu, benim için çok zor bir yıl olacak” demişti. Hatta ben bir süre yurtdışına çıkması için çok ısrar etmiştim. Evet, 2007’de devletin içinde gerçekten de inanılmaz bir iktidar savaşı vardı. Ve bu sadece en tepede yaşanmıyordu, alt kadrolarda da acayip bir kavga vardı. Ama bütün kavgaya rağmen buluştukları bir nokta vardı. Artık buna “milli müşterek” mi dersiniz, “ortak payda” mı dersiniz…ne derseniz deyin ama şu vardı. Kıyasıya rekabet edenler, Hrant Dink’in hayatını koruma konusunda adım atmadılar. Onun hayatını korumaya değer bulmadılar. Bakın aynı dönemde Orhan Pamuk’a da bazı tehditler oluyor. Hatta Yasin Hayal ilk yakalandığında “Akıllı ol Orhan Pamuk” diye parmak sallamıştı hatırlarsınız. Devlette kritik konumlardaki insanlar, o dönem Pamuk’a dönük tehdit çok fazla olmasa da ciddiye almışlar. Cellalettin Cerrah’lar falan. Fakat Hrant Dink’in hayatı korunmaya değer bulunmuyor çünkü Ermeni. Soykırım bitmedi. Onunla yüzleşmediğimiz sürece soykırım bitmiyor. Burada küçük bir anekdot parantezi açayım. İlk duruşmada salon çok küçük olduğu için Ogün Samast ile neredeyse yan yanayız. Hâkim “Hrant Dink’in eşi ve çocukları burada mı?” diye sordu. Onu duyunca Ogün Samast’ın şöyle dediğini duydum; “Onun karısı, çocukları mı var?” Şaşırmış bir vaziyette soruyor, bir Ermeni’nin bir ailesinin olabileceğini, bir karısının ve çocuklarının olabileceğini düşünemiyor. Çünkü Ermeni ona “ezilmesi gereken bir zararlı böcek” gibi tanıtılmış.
Dava açıldıktan sonra şunu fark ettik; Osmanbey Akbank Şubesi’nin önündeki ATM’nin kamera görüntülerinin sabahtan öğlene kadar olan kısımları şey yok. Yani Terörle Mücadele ekiplerinden önce birileri oraya giderek görüntüleri almış. Cinayet mahallindeki bütün deliller itinayla yok edilmiş. Savcılar Terörle Mücadele’ye şöyle bir yazı yazmış; “Güvenilir bir kaynaktan alınan bilgiye göre Yeni Hayat Gazetesi Genel Yayın Yönetmeninin şüphelilerle irtibatta olabilir. Şahsa ait cep ve sabit telefonların tespiti yapılsın, geriye doğru görüşme detaylarını temin edilerek incelensin.” Bütün klasörleri aradık taradık, savcıların sorularına yanıt verilmemiş. Onun üzerine mahkemeden tabii ki biz bunları defalarca istedik. Cevap gelmedi.
“O gün orada başka kamu görevlileri de vardı ama ortaya çıksın istenmedi”
-Kimdi savcılara ‘güvenilir kaynaktan’ verilen o isimler?
Şimdi bir kere o dönem Yeni Hayat diye bir gazete yok. Yeni Hayat dergisi var, Akın Birdal suikastinin azmettiricisi Semih Tufan Gülaltay’a ait. Derginin iki başyazarı vardı; Hanife Altaş ve Mehmet Beyazıt. Biz bu iki isim üzerinden ilerlemeye çalıştık ama mümkün olmadı. Önemliydi onların ifadesi çünkü ben onlarla ilgili başka kaynaklardan da bazı bilgiler edinmiştim.
Bir başka şey daha; görüntülerde cinayet esnasında Agos’un etrafında gezinen, telefonla konuşan siyah montlu birini tespit ettik. Şüpheli hareketleri vardı. Onun kimliğinin tespit edilmesini istedik. Telefon görüşmesi yaptığı saatler üzerinden HTS kayıtlarına ulaşılsın dedik. Biliyorsunuz sonradan bir grup kamu görevlisi yargılandı ama biz o gün orada olan başka kamu görevlileri olduğunu düşünüyoruz. Bunlar ortaya çıkmadı, çıksın istenmedi. Saray Kumaşçılık’ın kamerasına takılan bir görüntü var. Ogün Samast cinayetten hemen sonra koşarak Şafak Sokak’a giriyor. Arkasından iki kişi onu takip ediyor. Orada bir dükkân inşaatı var. Samast oraya giriyor, bu ikisi de arkasından girip kapıyı kapatıyorlar. O iki kişinin kimliklerinin tespitini istedik. Görüntüleri Adli Tıp Kurumu’na gönderdik. “Görüntüler tespit için yetersiz” dediler. İstanbul Teknik Üniversitesi’ne ayrı bir inceleme için göndermek istedik, gönderilmedi. Özetle, işin başından beri çok önemli ipuçları üzerinde durulmadı, bazı ipuçları da biz yaklaştığımız anda yok edildi. Bazı yerlere hiç dokunulmadı bu süreçte.
“Sonradan fark ettim ki bazı bilgiler cemaatçi savcılara özel olarak servis edilmiş”
-2011’de Ergenekon’dan tutuklanan gazeteci Nedim Şener, başından beri Dink dosyasını çok yakından takip etmiş bir isimdir. İki tane kitap yazdı. Bugün aldığı hükümet yanlısı pozisyonu bir kenara bırakarak soruyorum. Şener diyor ki; “Soruşturma sırasında belli görüntüler Fethullahçılar tarafından özel olarak seçilerek medyaya servis edildi. Ogün Samast’ın Türk bayrağıyla çekilen görüntülerinin servis edilmesinin sebebi cinayeti Atatürkçü kesimler üzerine yıkmaktı.” Zaten 2015’teki kamu görevlilerin yargılanmasının önünü açan iddianamede de Dink suikastinin Ergenekon sürecini başlatmak için cemaat tarafından kurgulandığı tezi işlendi. Bugün geriye dönük olarak baktığınız zaman siz de benzer bir izlek görüyor musunuz?
Şimdi biz tabii ki devletin içinde ne oluyor, ne bitiyor bunu bilemeyiz. İstihbaratçı değiliz, siyasetçi değiliz. Ama bir kavga vardı ve bunu görüyorduk. Jandarma ve polis arasındaki kavgayı fark ettik. Hatta savcılarla da bunu görüştüğümü hatırlıyorum. Savcı Selim Berna Altay ben bu izlenimimi kendisine söyleyince “İşin boyutu bildiğiniz gibi değil” demişti. Zaten 2008’de biliyorsunuz Ergenekon soruşturması başladı. Biz o yıllarda Avukat Deniz Tuna ile birlikte her yıl o yılki gelişmelere dair bir rapor hazırlıyorduk ve Ergenekon sürecinde rapora giren tespitimiz şu olmuştu; “Emniyet ve Jandarma bünyesine sızmış hukuk dışı bir güç ya da yetki kullanan daha örgütlü bir yapının bu üç beş genci kullanarak bu cinayeti işlettiğine inanmak mümkün değildi.” Geriye dönüp o gün yazdıklarıma baktığımda fark ediyorum ki çok önemli bir şey söylemişiz. Henüz Fethullah Gülen örgütü yok ortada ya da biz bilmiyoruz ama bunu yazmışız. O zaman “Devletin içinde Ergenekon diye bir örgütlenme var” tezinin iktidar tarafından kabul gördüğü dönem. Biz o zaman da sonra da bu cinayetin devletin içinde örgütlenmiş herhangi bir örgüt tarafından tek başına gerçekleştirilmediğini savunduk. Bu cinayet çok daha yaygın bir yapının bilgisi dahilinde planlandı. Genelkurmay’dan Yargıtay’a kadar tüm kurumlar bunun içindeydi. Ama tabii sonradan fark ettiğim bir şey şu; o dönem cemaatçilere bazı bilgiler özel olarak servis edilmiş.
“O savcıları ben atamadım, bir avukat devletin karşısına çıkardığı savcılarla görüşmekten başka ne yapabilir?”
-Şimdi bazı yazar çizerler size soruşturma sırasında Fethullahçı savcılara çok prim verdiğiniz, onlara çok güvendiğiniz şeklinde ağır eleştiriler getiriyor.
Savcıları ben atamıyorum ne yazık ki. O gün benim karşıma muhatap olarak devlet tarafından çıkartılan Selim Berna Altay ve Fikret Seçen’di. Ben en çok da Selim Berna Altay ile görüşüyordum çünkü daha ilgiliydi. Selim Berna Altay duruşmada olduğunda ya da bulunmadığında Fikret Seçen’in odasına çıkıyordum. Fikret Seçen’in oda arkadaşı Zekeriya Öz’dü. Haliyle o odaya girip çıkıyordum. Adalet arayan bir avukatın yapabileceği başka ne var ki, savcılarla görüşerek soruşturmanın derinleşmesini sağlamaya çalışmaktan başka?
O dönem bana çok sayıda ihbar geliyordu. Agos ’a da mektuplar geliyordu. İçlerinden ciddi olabileceğini düşündüklerimi seçip savcılara götürüyordum. Başka ne yapabilirim ki ben? İhbarlarda bazı isimler veriliyordu mesela, araştırılabilecek somut şeyler. Ben savcılara gittiğimde yanımda Emniyet’i arayıp “şunları şunları araştırın” diyorlardı. Bunlar olurken dikkatimi çeken şeylerden biri şuydu; Zekeriya Öz’ün bir ajandası vardı, anlattıklarımı hep oraya not ederdi. Tabii ben 10-15 gün sonra gidiyorum araştırmanın sonucunu sormaya. Hiçbir şey yok ortada ne bilgi ne belge. Ben ısrar edince tekrar Emniyet’i arıyorlar yanımdan. Yine sonuç yok. Defalarca yaşadığımız şeydir bu. Ve bunları yaşarken şunu fark ettim; kişi ve kurumlar arasındaki büyük kavgaya rağmen herkes bir şekilde devlet yapısını koruyor.
“Muammer Akkaş MGK tutanaklarını istemiş”
-Başta davaya atanan savcılardan Selim Berna Altay dışında tüm savcılar Fethullahçı; Fikret Seçen, Zekeriya Öz ve sonra Muammer Akkaş. Dolayısıyla aslında bunların soruşturuyormuş gibi yapıp sizi oyaladıklarını görebiliyoruz bugünden bakınca. Muammer Akkaş da şu anda FETÖ firarisi ve hakkında Dink dosyasını sürüncemede bıraktığı gerekçesiyle iddianame var. Muammer Akkaş’ın sizde etkin soruşturma yapmayan onca insandan biri olması dışında soru işareti yaratan herhangi bir tavrı olmuş muydu?
Biraz önce anlattım, cinayet mahallindeki görüntülerden tespit ettiğimiz şüpheli şahıslar vardı ve bunların araştırılmasını bekliyorduk. Devamlı gidiyorum savcılığa. Muammer Akkaş’tan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı ile irtibata geçilerek HTS kayıtlarının alınmasını istiyorum. Yazı yazıp istesinler diye uğraşıyorum. Bu arada Trabzon il Jandarma Komutanlığı’nda yürütülen soruşturmayı iki kişi dışında kapattıkları için, Trabzon Emniyeti’ndeki ve İstanbul Emniyeti’ndeki soruşturmaları da kapattıkları için AİHM’e başvurmuşuz. AİHM de bütün başvurularımızı birleştirip ihlal kararı vermiş. Bunun üzerine Türk yargısı yeniden soruşturma açmak zorunda kaldı. Yeni bir soruşturma numarası verdiler. Tabii ben bütün dosyaları yeniden savcılığa taşıyorum. Yine ilerleme yok. Sonra bu grubun 2012’de Hakan Fidan’ı ifadeye çağırmaya çalışması üzerine hükümetle olan kavgaları alevlendi, 2014’te doruğa çıktı. İşte o zaman birden soruşturmanın önü açıldı. Yani kamu görevlilerin yargılanmasının önünün açılması kendi aralarındaki kavga nedeniyle mümkün oldu.
O süreçte Muammer Akkaş ile sürekli görüşüyorum; hem bu kamu görevlileri hakkındaki soruşturma hem de inayet mahalledeki soruşturulmayan şüpheli şahıslar konusunda taleplerimi iletiyorum. Bir gittiğimde bana “O gün cinayet mahallinde yer alan kamu görevlilerini tespit ettim. Operasyon yapacağım” dedi. Tabii ben çok sevindim. Sonra gidiyorum geliyorum, yine bir şey yok. “Savcı Bey hani operasyon yapılacaktı, neden yapmıyorsunuz?” diye sordum. “Bir kuruma yazdım, oradan cevap bekliyorum” dedi. Sonra yeniden gittim “Cevap geldi mi?” diye. “O kurum talebi reddetti, mahkemeye başvurdum, şimdi mahkemeden karar bekliyorum” dedi. Sonradan öğrendim ki bilgi almak için yazdığı kurum Milli Güvenlik Kurulu. Onlar da demiş ki; “Biz sizinle bilgi paylaşamayız.”
–Milli Güvenlik Kurulu mu? İstihbaratçı ya da asker birilerini soruşturuyorsa dahi muhatabı MGK mıdır bir savcının. Çok tuhaf değil mi?
Evet, o dönem ülkenin yetki şemasının en üstündeki kurum Milli Güvenlik Kurulu. Biliyorsunuz Milli Güvenlik Kurulu’nun toplantı tutanakları gizlidir ve hiçbir şekilde açıklanmaz. Bu savcı Milli Güvenlik Kurulu’nun toplantı tutanaklarını istiyor.
“O zaman anladım ki bunlar devletin giremedikleri yerlerine girmek için dink cinayetini kullanıyor”
-Ne alakası varmış soruşturmayla size izah etti mi?
Bilemiyorum ama o zaman şunu fark ettim; bunlar aslında Hrant Dink cinayeti soruşturmasını kullanarak. Milli Güvenlik Kurulu’nun toplantı zabıtlarını elde etmeye çalışıyorlar. Neyin peşinde olduklarını ilk defa orada bu kadar açık bir biçimde anladım. Hatta biliyorsunuz Kozmik Oda’ya falan girmişlerdi. Ben Ankara’ya gidip Kozmik Oda savcısı ile de görüştüm. Oradaki süreci de incelediğimde emin oldum zaten bunlar için asıl mesele devletin ulaşamadıkları gizli bilgilerini ele geçirmek. Cemaatçilerin Hrant cinayetini çözmek ya da arkasındaki gücü ortaya çıkarmak gibi bir dertleri hiç olmamış. Cemaatçiler, Hrant Dink cinayetini kullanarak devletin ele geçiremedikleri kurumlarını ele geçirmeye çalışıyorlardı. O dönem bunu fark ettim.
“Dink dosyasının Dolmabahçe görüşmesindeki pazarlığın gündeminde olduğunu hala düşünüyorum”
-Başta hatırlattım ama konu çok boyutlu olduğu için yanıt veremediniz. Bundan 10 sene önce T24’e verdiğiniz bir söyleşide Dink soruşturmasının Erdoğan ile dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt arasındaki meşhur Dolmabahçe görüşmesinde varılan mutabakata kurban edildiğine inandığınızı söylemiştiniz. Neye dayanarak söylemiştiniz bunu? Hala böyle mi düşünüyorsunuz?
Bu benim sezgim. Somut bir şey diyemem ama Dolmabahçe görüşmesindeki pazarlık sırasında Hrant Dink cinayeti dosyasının da gündeme gelmiş olabileceğini düşünüyorum. Bunu neden düşünüyorum? Biliyorsunuz 2005’te Şemdinli’de Umut Kitabevi’ne bombalı saldırı gerçekleştirilmiş ve olayı astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz’in gerçekleştirdiği ortaya çıkmış, o dönem Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt bu astsubaylar için “Tanıyorum, iyi çocuklar” demişti. Rahmetli Mir Dengir Fırat bir röportaj vermişti ve orada mealen şunu söylemişti; “Ben Tayyip Erdoğan’a dedim ki ‘Bu dosyanın üstüne gidelim, bu dosyayı kullanırız’”. Yani pazarlıkta kullanabileceklerini düşündüğünü ima ediyor. Bu beni çok rahatsız etmişti. İktidar savaşı yürütenler bu tür dosyaları ve davaları hep birbirlerine karşı pazarlık unsuru olarak kullanmayı düşünüyor. O sözler bunu açık etmesi bakımından çok önemliydi benim nazarımda. Bu dosyalar iktidar savaşı verenler için sadece birer araç.
“Madem cinayeti cemaat planladı, o zaman tasfiye etmek istedikleri kişilere neden hiç dokunmadılar?”
-AKP tarafından kontrol edilen medya kuruluşlarının Hrant Dink davası konusunda yaptığı haberlere baktığımızda sıklıkla şu ifadeye rastlıyoruz; “Hrant Dink cinayeti; FETÖ’nün ilk kurşunu”. Zaten haberlerin altı da “Dink cinayetini Fethullahçılar planladı, devletin içinden onlar temizlenince yargının önü açıldı ve cinayet çözüldü” şeklinde argümanla dolduruluyor. Bu argüman sizi ikna ediyor mu? Sizce de cinayetin tüm boyutları ortaya çıkarılabildi mi?
Şimdi bir kere şuna bakmak lazım, aralarında kavga çıkmasaydı bütün bunlar olmayacaktı.
Bir cinayet işlendiğinde, eğer maktûl bir mektup bırakmışsa savcıların ilk önce üzerine gideceği şey o değil midir? Hrant yazı yazmış demiş ki; “Ben bunları yaşadım, şu kişiler beni tehdit etti. Ben öldürüleceğimi görüyorum.” Veli Küçüklerin, Kemal Kerinçsizlerin o süreçte kendisine neler yaptığını anlatmış detaylarıyla. Yani eğer cemaatçiler tek başlarına planladılarsa cinayeti, hazır Ergenekon süreci varken devletten tasfiye etmek istedikleri askerlere yönelik bir şey neden yapmadılar? Benim gördüğüm kadarıyla savcılar onların da üzerine gitmediler. Halbuki şimdi anlıyoruz ki isteselerdi gidebilirlermiş.
-Cemaatçi savcılar kimlerin üzerine gidebilirlerdi ama gitmediler?
Mesela Vali Yardımcısı Ergun Güngör cemaatçi değildi. Neden soruşturulmasına izin vermediler. Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz’i zaten söyledim. Dink cinayeti kurgusunu yapanlar sadece cemaatçilerse neden hazır ellerine fırsat geçmişken tasfiye edilmesini istedikleri adamları soruşturup yargılatma gibi bir eğilim içine girmemiş?
“Bu cinayetin sadece FETÖ operasyonu olduğuna dönük argümanı kabul etmek mümkün değil”
-Son iddianamede savcının şu tespiti var; “Fethullahçı yapı o dönem henüz İstanbul Emniyeti’ni ele geçirememişti.” Bunun söylediğinizle ilgisi olabilir mi?
Evet, bu doğru. Hrant Dink cinayetini İstanbul Emniyeti’ni ele geçirmek için bir araç olarak görmüşler. Biz şimdi bugünden bakınca bunu görüyoruz. Ama işin şu boyutunu unutmamak gerekiyor; Hrant Dink’in yaşadığı yer İstanbul, cinayetin işlendiği yer İstanbul. İstanbul’a gelen bütün yazılar Hrant Dink’in öldürüleceğine işaret ediyor, ya da en azından ona karşı etkili bir eylem planlandığını söylüyor. Hrant’ın yargılandığı bütün duruşmalar kendisine dönük bir linç havasında geçiyor. Levent Temiz Agos’un önünde gösteriler düzenliyor. Levent Temiz’in kim olduğunu devlet benden daha iyi bilir. İstihbaratçılar Hrant’ın duruşmalarına geliyor. Yani İstanbul Emniyeti o zaman FETÖ’cülerin kontrolünde değil ve her şeyi takip ediyor. Madem cinayet bir FETÖ kurgusu ve İstanbul Emniyeti’nin haberi yok, o zaman İstanbul Emniyeti neden yapması gerekenleri yapmıyor, tehditlere karşı önlem almıyor? Neden engellemiyorlar cinayeti?
Ben bu cinayetin sadece bir cemaat operasyonu olduğuna dönük argümanı kabul etmiyorum. Bunu kabul etmek mümkün değil. Bu bir bir algı operasyonu. Bana kalırsa Hrant Dink cinayeti bir ‘Özel Harp Aygıtı’ işiydi. Ve devlet içerisinde birbiriyle kavgalı gruplar da Hrant Dink’i korumaya değer bulmadılar ve bu şekilde sonuçlandı. Bizi şu anda bunun sadece cemaatin işi olduğuna inandırmaya çalışıyorlar çünkü rüzgâr buradan esiyor. Yarın nereden isteyeceğini bilemeyiz.
“Erdoğan onlarla barıştı çünkü muktedir olmak istedi”
-“Rüzgâr buradan esiyor” diye tanımladığınız durum Erdoğan’ın o dönem ‘ulusalcılar’ diye kendisine tehdit olarak gördüğü çevrelerle bir biçimde uzlaşmaya gitmiş olması mı? Aynı hükümet bugün, Ermeni meselesine tek bir vizörden salt bir “tehdit” paradigması olarak bakan damarla barışmış bir görüntü veriyor. Sanıyorum bunu kastediyorsunuz, değil mi?
Evet barıştı çünkü muktedir olmak istedi.
“Onları birleştiren sadece beka değil, bir ekonomik çıkar ortaklığı da var”
-Barışmasaydı muktedir olamaz mıydı?
Olamazdı, olamayabilirdi. Bir de bütün bunları birleştiren inanılmaz bir ekonomik çıkar ortaklığı var. Nasıl Ermeni soykırımı inkarının altında o büyük servetin el değiştirmesi ve sermayenin bu tarafa aktarılması varsa, bugün de bir ekonomik çıkar ortaklığı var iktidar bileşenleri arasında. O yüzden de her şey bu iktidarın çizdiği sınırlar içerisinde yürüyor. Tüm bunlarda Şenkal Atasagun’un büyük etkisi olduğu söyleniyor. Kimdir Atasagun? Hrant öldürüldüğünde MİT Müsteşarı, bugün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin danışmanı. Beka, Türkiye Cumhuriyeti devleti için her zaman önemliydi. 12 Eylülcüler de beka için yapmıştı darbeyi. Bu devletin bekası her zaman insanlardan çok daha önemli oldu. İşte Erdoğan da bugün aynı söylemi kullanıyor. “Devletin bekası söz konusu olduğunda gözümüz hiçbir şey görmez” demeye başladı. Rüzgârın estiği yer burası; devletin bekasının korunması için her şeyin feda edilebilir olması.
-Ogün Samast’ın serbest kalmasından sonra Erdoğan’dan ya da AKP iktidarının önemli bir isminden Dink ailesine bir mesaj geldi mi, ya da ailenin hükümet ile herhangi bir teması oldu mu?
Kesinlikle öyle bir şey yok. Zaten uzundur bitti o tür mesajlar. Onlar “biz bu cinayeti çözdük, sorumluları cezalandırdık” havasında.
“Bu devlet etnik temizlik paradigması üzerine kurulu, gücünü oradan alıyor”
-Türkiye’de siyasi iktidar değişse ya da daha önemlisi siyaset kurumunun yargı üzerindeki mevcut baskısı ortadan kalksa Dink davasının yeniden görülmesi için yol açılabilir mi? Teknik olarak bu mümkün mü?
Bütün bunların yapılabilmesi için devlet yapısında önemli bir takım değişikliklerin olması lazım.Bu devlet öyle kurgulanmış, öyle yapılandırılmış ki her ne olursa olsun devletin korunması için mekanizmalar kurulmuş. Çünkü bu devlet etnik temizlik üzerine kurulmuş, paradigmasını kökeninde bu var ve gücünü oradan alıyor. Onun için yönetimin değişmesi tek başına bir şey ifade etmiyor. Devletin bütün bu yapı taşlarının ve inşa sürecinin ele alınarak aşağıdan yukarı bir temizlenmesi gerekiyor. Böyle bir temizlenme süreci olursa tabii ki bu davalar açılır. Çünkü bu davaların hepsinin her biri Insanlığa karşı suç ve bunların zaman aşımı yok. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde pek çok katliam var. İstenirse bunların hepsinin üzerine gidilebilir, dosyaları açılabilir. Hukuki olarak bu mümkün ama bunu yapmaya cesaret edecek bir siyasi iktidar gerekli.
“Delillerin üzerine gidilse asıl planlayıcı ve azmettiricilere ulaşılacak”
-Kamu görevlilerinin hepsi yargılanmamış olabilir, bazı deliller karartılmış olabilir ama 17 senenin sonunda artık çok şey biliyoruz, hem de geri döndürülemez biçimde biliyoruz. Daha üzeri kapatılmış onca delil var ve siz bu söyleşi sırasında sadece birkaç tanesinden örnek verebildiniz.
O deliller bence hala çok önemli çünkü bu deliller ise aslında bu cinayetin gerçek anlamda çözümü için çok önemli ipuçları sunuyor. Hani “cinayeti çözdük” diyorlar ya…Hayır, Dink cinayeti çözülmemiştir, bir yerde durduruldu. Oradan gidilirse asıl planlayıcılara ve azmettiricilere ulaşılacak.
“Hrant’a verilen cezanın onanması ile cinayetin planlanması takvimi arasında bir paralellik var”
-Üzerine gidilse cinayetin başka boyutlarını ortaya çıkartabilecek en önemli ipuçları hangileri size göre?
2006’da ağustos başı gibi Trabzon’daki Jandarma istihbarat görevlileri, Yasin Hayal’i de alarak İstanbul’a geliyorlar. Bu tarih şu açıdan da önemli; Yargıtay Ceza Kurulu’nun Hrant’ın cezasını temmuz 2016’da onamıştı. Hrant bu karar için “Benim idam fermanım” diyordu. Bu kadar tesadüf olabilir mi? Yargıtay Hrant’a verilecek cezayı kesinleştiriyor ve hemen ertesinde Yasin Hayal İstanbul’a geliyor. Evet o tarihten önce de Trabzon’da bir hareketlilik var ama planlayıcılar Yargıtay kararından sonra harekete geçme kararı almış gibi duruyor.
-Yargıtay Ceza Dairesi’nin Hrant Dink hakkındaki kararının yazımı ile suikast planlaması koordinasyon içinde mi yapılmış sizce?
Tesadüf ise de çok tuhaf bir tesadüf. Tabii ben akış üzerinden bir okuma yapıyorum, somut bir şey bilerek değil. Daha önce Yasin Hayal’in Dink’e yönelik ses getirecek bir eylem hazırlığı içinde olduğu yazılmış ama asıl harekete geçtiği tarih Temmuz 2016. Yargıtay kararından sonra Hrant’a yönelik olarak “Türk düşmanı” söylemi saldırıların ortak noktası oluyor. Tam bu sırada Trabzon Jandarma İstihbaratı’dan görevliler, Yasin Hayal ile birlikte İstanbul’a gelip birkaç gün kalıyorlar. Bunların hepsi ortaya çıktı. İstanbul Jandarması ile birlikte birtakım çalışmalar yapıyorlar.
“Trabzon jandarmasına ait iki araç Hrant vurulduğu sırada neden olay mahallinde?”
-Çalışma dediğiniz nedir?
Hrant’ın Bakırköy’deki eviyle Osmanbey’deki Agos Gazetesi arasında krokiler çiziyorlar. Bunu Yasin Hayal ile birlikte geldiklerinde yapıyorlar ama sonra krokileri güncelliyorlar. Benim bildiğim o Ağustos 2016’daki ilk gelişten sonra bir tur daha geliyorlar. Yani bu birkaç ay içinde cinayet planı somut bir biçimde ortaya çıkıyor. Burada bir tesadüf daha var, hemen onu da bir parantez açayım. Yasin Hayal o sırada polis tarafından takibe alınmış bir kişi yani fiziki olarak takip ediliyor hem de telefonları dinleniyor. Tam Jandarma İstihbarat görevlileriyle İstanbul’a geleceği gün polis teknik takibe ara veriyor. Madem o dönem İstanbul Emniyeti cemaatin etkisi altında değildi ve Dink cinayeti planlamasından habersizlerdi o zaman neden Jandarma istihbaratçılar eşliğinde şehirlerine gelen Yasin Hayal’in teknik takibine ara verdiler?
Bir önemli detay daha; Trabzon Jandarmasından görevliler cinayet işlenirken İstanbul Osmanbey’de görevde. Trabzon Jandarmasına ait iki araç Hrant vurulurken cinayet mahallindeler. Bunlar ortaya çıkınca kendilerini şöyle savundular; “Bir firari sanıl vardı, onu yakalamak için buraya geldik.” Bunların üzerine gidilmedi ve üzerleri örtüldü.
“Trabzon’dan jandarma istihbaratçılar, hangi yetkiyle İstanbul’un içinde firari arıyor?”
-Jandarma’nın İstanbul’un göbeğindeki ilçelerde -Bakırköy ve Şişli- ne işi varmış acaba? Şehir merkezleri jandarmanın görev alanı mıdır?
E işte sorulması gereken sorular bunlardı. Şişli ve Bakırköy yani bu görevlilerin tespit edildiği noktalar polis teşkilatının yetkili olduğu alanlardır. Normal şartlarda şehir içinde jandarma görev yapamaz. Eğer gerçekten firarinin peşine düştülerse İstanbul il sınırları içinde görevi polise devretmeleri gerekirdi. Yetkili olmadıkları bir şehrin merkezine nasıl bu kadar rahat girip çıkıp bir şüpheliyle krokiler çiziyorlar ve normalde o şüpheliyi takip eden polis teşkilatı bundan nasıl oluyor da haberdar olmuyor? Jandarma için yasadaki tek istisna “polisin yetersiz kalabileceğinin anlaşıldığı yerler”. İstanbul’un Şişli ve Bakırköy ilçeleri İstanbul Emniyeti’nin yetersiz kalacağı yerler midir? Zaten böyle bir yetki belgesi de verilmemiş malum jandarma ekibine. Dahası, jandarma istihbarat görevlilerinin bir firari sanığı yakalamak gibi bir yetkileri zaten yok. İstihbaratçılar ancak istihbarat toplarlar, operasyonel bir şey yapılacaksa bunu başka birimler yapar. İstihbaratçıların kalkıp da Trabzon’dan İstanbul’a gelmelerinin hiçbir açıklaması yok. Silahlı Kuvvetler gibi köklü disiplin ve çatı hiyerarşinin egemen olduğu yapılarda komutanlarının haberi olmadan jandarma istihbarat görevlileri Trabzon’dan kalkıp İstanbul’a gelebilirler mi? Komutanın izni olmadan İstanbul Jandarması ile birlikte iş yapabilirler mi? Ve bu birkaç kere olabilir mi?
“Sınır Trabzon jandarma komutanından çizildi, oradan yukarı gidilmesinin önüne geçildi”
-Trabzon Jandarma İl Alay Komutanı Ali Öz yargılandı ve ceza aldı zaten. Siz Silahlı Kuvvetler içinde onun da üzerinde bir irade olduğunu düşünüyorsunuz, doğru mu?
TSK’nın yapısını düşünün -özellikle de 2007 dönemini- Ali Öz sizce kendisinin hiyerarşik olarak bağlı olduğu komutanlardan habersiz böyle bir şey yapabilir mi? Mümkün mü yani? Kaldı ki diyelim ki yaptı, Silahlı Kuvvetler’in hemen bunlar hakkında bir soruşturma açması gerekmez miydi? E böyle bir şey de hiç olmadı. O yüzden de ben bugün hala çok iddialı konuşuyorum; bütün bu deliller ve ipuçları ciddi bir biçimde değerlendirilse Ali Öz’ün bağlı olduğu komutanlara kadar gidilebilir. Bu cinayetin asıl planlayıcısı ortaya çıkarılmadıkça, bu cinayet çözülmüş olmayacak. Elimizde çok önemli delillerin üzeri kapatıldı ve Trabzon Jandarma Alay Komutanlığı’ndan yukarı gidilmesinin önüne geçildi. Sınır oradan çizildi. İş orada takıldı.
“İş jandarmada kotarılmış ama emniyet ile eşgüdüm var, İstanbul Emniyeti de eşit ölçüde kusurludur”
-Son kertede davada aralarında eski savcıların, jandarma ve eski emniyet görevlilerinin de aralarında bulunduğu 76 sanık yargılandı. Bir de sizin üzerine gidilmediğini söylediğiniz başka kamu görevlileri var. Bunların hepsini birlikte değerlendirdiğinizde cinayet planlamasında sizce jandarma mı emniyet mi daha merkezi bir rol oynamış? İl ve bölge ayrımı yapmadan soruyorum.
Şimdi ben dosyadan gördüğüm kadarıyla söyleyebilirim ki sanki iş Jandarma’da kotarılıyor ama Emniyet’in de kolaylaştırıcı bir rolü var. Belli yerlerde eş güdüm içinde çalışıyorlar. Tam Jandarma İstihbarat görevlilerinin Yasin Hayal ile birlikte İstanbul’a geleceği gün polis teknik takibe ara veriyor. Ama bu demin anlattığım hiyerarşik yapının üst kademelerine gidilebilirse ancak o zaman anlayacağız kimin hangi ağırlıkta rol oynadığını ve cinayetin asıl olarak hangi merkezde planlandığını.
Hrant Dink İstanbul’da yaşıyordu, bu yüzden de özellikle İstanbul Emniyeti tarafından korunması getirdi. Kaldı ki İstanbul Emniyet Müdürü, İstanbul Vali Yardımcısı gibi bu süreçte kritik rol oynayan kişiler Koruma Kurulu üyesi. Hiçbiri Hrant Dink’i korumadı, öldürüleceğini bile bile korumadılar. Yasin Hayal’in Hrant Dink’e yönelik eylem yapacağı kendilerine Trabzon’dan bildirildiği halde herhangi bir tedbir almadılar, sonrasında da sahte belge düzenlediler. Tüm bunlara rağmen İstanbul Emniyeti’nden hiç kimse ceza almadı. Oysa İstanbul Emniyeti en az Trabzon Emniyeti kadar kusurludur, suçludur ve sorumludur. İstanbul Emniyeti’nin başında Celalettin Cerrah vardı ve cemaatçi değildi, ekibi de değildi.