Ali Bulaç ile Yoldaki İşaretler’i izlemek için:
İlk nesil İslamcılar sivil karakterde oldukları için özgürlüklerden yanaydılar. Mustafa Kemal de hem bu kökenden geliyor hem de bu anlayışı sahipleniyordu.
İlk nesil İslamcılar sivil karakterde oldukları için reformlardan yanaydılar. Resmi ulemadan bu bakımdan ayrılıyorlar. Devletle organik bağları olmadığı için diğer havzalarda olduğu gibi Türkiye’de de hemen hemen her zaman özgürlüklerden yana olmuşlardır. Meşrutiyetten; Halife’nin anayasal olarak yetkilerini sınırlandırmasından yana olmuşlar; seçimi savunmuşlardır. Bir yönetim biçimi olarak cumhuriyete karşı çıkmamışlardır. Bir yönetim olarak, bir rejim olarak. Her zaman özgürlüklerden yana olmuştur İslamcılar. İttihatçılar ve Mustafa Kemal bunun farkındadır. Mustafa Kemal İttihatçıların bir devamıdır. Başlangıçta Mustafa Kemal sahneye İslamcı olarak giriyor zaten. Cemalettin Efgani’nin ve Muhammed İkbal’in derin etkisindeetkisindedir.
Cemalettin Efgani diyor ki, şu anda İslam dünyasının %80’i sömürge durumundadır ve hilafet merkezinin bütün bu İslam dünyasının sorunlarına çare bulması, yardımına koşması mümkün değildir. Zira kendisi de zaten sıkışmış vaziyettedir. Yapılacak şey bellidir: her bölge kendi bağımsızlığını kazanmalı, sonra bunlar bir araya gelip kendi içlerinde halifeliği tekrar tesis edebilir veya bir ümmet birliği kurabilir. Cemalettin Efgan’ın temel tezi budur. Dolayısıyla milli olana veya milliyetçiliğe bir temayülü vardır. Eğer milliyetçiliğin Türkiye’de İslamcılar nezdinde bir itibarı ya da meşruiyeti varsa bu biraz da Cemalettin Efgani’den gelir. Mustafa Kemal de tamı tamına böyle düşünür.
70’lerde komünizm tehdidi fazlasıyla abartıldı. Oysa Müslümanlar için asıl büyük tehlike komünizmden değil, kapitalizmden, sağcılıktan, muhafazakarlıktan geliyordu.
Komünizm Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti, Milli Türk Talep Birliği komünist tehlikeyi o kadar abarttılar ki sanki yarın öbür gün komünist ihtilal olacak. Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün Gazetesinde şöyle yazıyordu: “Bu kış komünistler ihtilal yapacak. Evde erzak bulundurun, stok yapın. Kazma kürek bulundurun. Bulgur, mercimek bulundurun.” Bunu neredeyse her sene yazardı.
Ben ise o dönemde komünist ihtilalin muhal olduğunu yazıyordum. Bu yazıları fark eden Sedat Yenigün, “Milli Gençlik Dergisi’nde yazar mısın” dedi. Milli Türk Tarafı Birliği’nin çıkardığı bir dergiydi. Ben orada yazmaya başladıktan sonr bu sefer tepkiler gelmeye başladı: “Sen ne diyorsun ya? Öyle şey mi olur? Komünizm kapıya dayanmış.” Bunu Celal Bayar da körüklüyordu.
Bana Çağdaş Kavramlar ve Düzenler kitabını Sedat Yenigün yazdırmıştır. Şu zeminden hareket ediyordu: “Asıl büyük tehlike kapitalizmdir, sağcılıktır, muhafazakarlıktır. Asıl Müslümanların zihnini bulandıran odur.”
Sedat Yenigün, Milli Türk Talebe Birliği’ni İslamcı ve ümmetçi bir çizgiye çekmeye çalışıyordu. Birlik içindeki sağcılaşmaya direniyordu. Öldürülmesinin birinci sebebi de budur.
İlk defa söylüyorum belki bunu. Bence Sedat Yenigün’ün öldürülmesinin birinci sebebi buydu zaten. O Milli Türk Talebe Birliğini sağcı, muhafazakar, milliyetçi ve mukaddesatçı bir kimlikten İslamcı bir çizgiye çekmeye çalışıyordu. Bana defalarca söylemiştir: “Biz akşamları toplanıyoruz. Gece saat 10-11’de Milli Türk Tarafi Birliği’nde. Birileri bize bir öneri getiriyor: ‘Ertesi gün komünizmi tel’in edeceğiz yahut da Makarios’a karşı bir miting düzenleyeceğiz yahut da Ayasofya için bir miting düzenleyeceğiz.’ Biz kendi aramızda değerlendirme yapıyoruz. Diyoruz ki buna gerek yok, bizim gündemimizde böyle bir şey yok. Karar alıyoruz. Evlerimize gidiyoruz. Sabahleyin bir bakıyoruz ki bütün İstanbul komünizmle mücadele afişleriyle donatılmış.”
Sedat Yenigün çok etkili bir şahsiyetti. Gelecek için büyük bir şey de vaat ediyordu. O, insanları milliyetçi, Türkçü bir çizgiden İslamcı ve ümmetçi bir çizgiye çekmeye çalışıyordu.
İslamcılık adına konuşan şairler ve retorik sahipleri br nefret dili üretiyorlar ve beraber yaşamayı da imkansız kılıyorlar.
İslamcılık adına konuşan şairlerin ve retorik sahiplerinin durumu, Emevi ve Abbasiler dönemindeki kassaslara benzedi. Kassaslar da bilgiye, fikre, kelama, felsefeye dayalı olmayan boş hikayeler anlatırlardı ve insanları toplarlardı. Türkiye’deki bu İslamcı dediğimiz şairler, deneme yazarları, romancılar filan vesaire de bu işi görmeye başladılar.
Fakat bu öyle bir retorik ki nefret dilini oluşturuyor. Çatıştırıcı, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir retorik. Bilgiye dayanmıyor, fikre, bir dünya görüşüne dayanmıyor. Bundan dolayı deneme yazarları, romancılar ve şairler şu anda el üstünde tutuluyorlar. Bir de bu retorikler duyguya hitap ettiği için, rövanş duygusunu tahrik ettiği için insanın çok kolayına geliyor. Mesela Necip Fazıl’ın ve Kadir Mısıroğlu’nun retorikleri birlikte yaşamayı, İslam’ın ve İslamcılığın birlikte bir kubbe altında yaşama idealini zorlaştıran en önemli etkenlerden bir tanesidir: “Bu mu? Bu CHP’lidir. Bu kafirdir. Bu deisttir. Bu Kemalist’tir.” Onunla her türlü irtibatı, her türlü diyaloğu kesiyor. Onu şeytanlaştırıyor, ötekileştiriyor.
Evet CHP’li, Kemalist veya bir başkası; öteki olabilir ama ben onu ötekileştirmek zorunda değilim. Resulullah panayırlarda fellik fellik adam arıyor, dinini anlatacak bir taraftar bulmak için. Halbuki bu retorik üzerinden İslamcılık yapanlar, bu şairler, bu nefret dilini palazlandırıyorlar.
Yeşil Kuşak Projesi söylemi bir komplo teorisidir. Böylesine konforlu, kolaycı açıklamalara kapılmamak gerekir. Arap Baharı da, Türkiye’de yaşanan süreçler de içsel toplumsal mekanizmaların sonuçlarıdır, bir inficardır.
Mesela Murat Belge de “Yeşil Kuşak Projesi” söylemine çok itibar ederdi. Onunla bunu çok tartışmıştık. Komplo teorileri zihne bir konforun rahatlık veriyor çünkü güya olayı izah ettiğini zannediyorsun: “Biri bir karar verdi, buradakiler de o karar doğrultusunda iş görmeye başladı.” Halbuki olaylar, olgular komplo teorileri ile izah edilemez, bu mümkün değildir. Mesela Arap Baharı niye patlak verdi? “Çünkü Amerikalılar, Batılılar yahut da Soros, renkli devrimler çerçevesinde bütün o milyonlarca insanı mobilize etti.” Böyle bir şey olabilir mi? Ya tamamen iç dinamiklerle bu ortaya çıktı ki bence iç dinamiklerle ortaya çıktı ve bunu da tetikleyen, ortaya çıkaran üç önemli faktör vardı. Birincisi bütün Arap aleminde ve İslam dünyasında sürmekte olan baskı rejimleri, otokrat rejimler, diktatörlükler. Diğeri inanılmaz derecedeki ekonomik sefalet, yoksulluk. Üçüncüsüyse İsrail’in 48’te, 56’da, 67’de, 70’te girişilen savaşlarda Müslüman gururunu incitmesidir. Arap Baharı’nı ortaya çıkaran bu üç temel faktördür.
Bu bir inficardır. Ben bunu bir inficar, denizin içinden bir patlama, bir infilak, bir yanardağın püskürmesi olarak gördüm. Bu inficar çok da hayırlı bir şeydi. Ancak uluslararası güçler araya girebilir, bunu manipüle edebilir. Evet, bu mümkündür ama bu bir komplo teorisi değildir.
Türkiye’de 50’lerde, 70’lerde, 90’larda yoğun bir göç yaşanmış ve inanılmaz bir toplumsal değişim var. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi bir ülke. Büyük bir alt üst oluş var. Tanzimattan bu yana, cumhuriyetten bu yana bir proje uygulanıyor ve başarısız olmuş. Tabii ki bir İslamcı bir damar çıkacak ve bu damar toplumsal, entelektüel, siyasi bir temele dayanacak.
“Yeşil Kuşak Projesi”nin bir komple teorisi olduğunun ilk farkına varan İdris Küçükömer ve Kemal Tahir oldu. İdris Küçükömer hastanede yatarken bana haber gönderdi. Ben o zaman gazetede İstanbul Bürosunun başındaydım. Abdurrahman Dilipak’la gittik gideceğiz derken imkan bulup da gidemedik maalesef. Çapa’da vefat etti. Fakat o bunun farkına vardı. Kemal Tahir’le ben görüştüm. Evine gittim, ziyaret ettim. Devlet Ana ve Yol Ayrımı konusunda iki yazı yazmıştım. Tohum Dergisi’nde hem de 1972’de, 73’te yazmıştım. Götürüp ona teslim ettim. O da bunun farkına varmıştı. “Sol yanılıyor”, dedi, “asıl güçlü toplumsal muhalefet işte bu temelden gelir.”