Bundan beş yıl evvel bir bilim insanı olarak girdiğim yataktan sabah darbeci olarak uyandım.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başında olduğu Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, beni hiçbir delil olmaksızın 15 Temmuz darbe girişimini kışkırtmakla suçlayarak aleyhime dava açtı. Tutuklanmam için bir mahkeme emri çıkarıldı. Gelinen noktada, ben de Türkiye’nin en önde gelen sivil toplum liderlerinden biri olan Osman Kavala’nın aralarında en bilinen kişi olduğu, işlemediği suçlardan ötürü komplocu oldukları iddiasıyla hapse atılmış olan ve her geçen gün büyüyen bir grubun parçası oldum. Hükümet, her birimiz için müebbet artı 20 yıl hapis istiyor. Türk yetkililerin elindeki kanıtlar tamamen uydurma ve akıl yürütmeleri açıkça kendilerine hizmet ediyor. Ancak otoriter bir rejim bağlamında bakıldığında bunlar bir anlam taşımıyor: Basın, mahkemeler ve kamuoyu onların kontrolü altında.
Suçlamalar hayatımı alt üst etti. Yaşananlar yüzünden arkadaşlarımı, profesyonel bağlantılarımı ve memleketime dönme şansımı yitirdim. Ancak bütün bunlar bana komploculuğun usulüne uygun biçimde nasıl yürüdüğünü öğretti: Nasıl başladığını, nasıl yayıldığını, sıradan insanları şüpheli ve masumları suçlu göstermenin yollarını…
2016 yılının Temmuz ayında, Washington DC’de bulunan Woodrow Wilson Center adlı düşünce kuruluşunun Ortadoğu Programı Direktörü sıfatıyla düzenlediğim bir çalıştay için doğduğum, Amerikan vatandaşı olmadan önce yaşadığım İstanbul’a gittim. Çalıştayın amacı, Başkan Barack Obama’nın İran nükleer anlaşmasına Ortadoğu ülkelerinden gelen tepkileri araştırmaktı. İstanbul, bölgedeki akademisyenler için uygun bir buluşma yeriydi.
İstanbul’a bir saat uzaklıktaki Büyükada’da yer alan tarihi bir otelde buluştuk. Darbe girişiminin olduğu günün akşamında, konferansa katılanlardan bazıları ve ben, gece geç saatlere kadar otelin televizyon odasında oturup hem yaşananları anlamlandırmaya çalıştık, hem de ülkedeki durumu merak eden uluslararası basından gelen telefonları cevapladık. Darbenin başarısız olduğu anlaşılınca, önceden planlandığı üzere sonraki iki gün boyunca çalıştaya devam ettik. Daha sonra Washington’a dönmeden önce İstanbul’da biraz zaman geçirdim.
Ardından haberler gelmeye başladı. Hükümet kontrolündeki basında yer alan bu haberler, Türkiye’ye yaptığım seyahatle ilgili her türlü ayrıntıyı içeriyordu. Buna örneğin İstanbul havaalanında pasaport kontrolünden tam olarak ne zaman çıktığım gibi sadece yetkililerin ulaşabildiği bilgiler de dâhildi. Ayrıca adadaki otel personeliyle yaptığımız söylenen tuhaf “röportajlara” da atıfta bulunuluyordu. Üstüne üstlük, ABD’den ve diğer uluslararası medya kuruluşlarından gelen telefon görüşmelerini içeren sözde haince faaliyetlerime de ayrıntılı biçimde yer verilmişti.
Bunların kulağa kötü geldiğini düşünüyorsanız haklısınız. Ancak yaşadıklarım, Türkiye’de her şeyin komplolarla, özellikle de Türkiye’nin bir dünya gücü olmasını engellemeye yönelik bir komployla açıklanabileceğini anlamak açısından yardımcı olabilir.
Entrikaların failleri ve ayrıntıları zaman içinde değişse de bu düşünce yapısı, ülkenin siyasi dilinin temel unsuru haline geldi. Türkiye’yi bir dünya gücü olmaktan alıkoyan sayısız entrikanın işlendiği tartışma programlarıyla karşılaşmadan televizyon seyretmek mümkün değil. Öyle ki, eğer rakibinizi karalamak istiyorsanız, tek yapmanız gereken onları bu komplolardan birinin parçası olmakla suçlamak.
Maryland’deki evimden okuduğuma göre, darbenin baş organizatörü olduğu iddia edilen din adamı Fethullah Gülen’le işbirliğinde bulunmakla suçlanıyordum. Gülen, Erdoğan’la arası bozulana kadar Türk devletinin yönetilmesinde ona yardımcı olmasıyla biliniyor. Washington, Türkiye’nin Gülen’in iadesi için defalarca tekrarladığı taleplerini delil yetersizliği gerekçesiyle reddetti. Türklerin gözünde, bu talebin reddi, Gülen’in Washington’ın korumak istediği önemli bir şahıs olduğunu gösteriyor.
Bu suçlamayla ben, Türk hükümetine, ABD hükümetinin darbe girişiminin arkasında olduğuna ilişkin -bugün hâlâ süren- anlatısını inşa edebilmesi için uygun bir araç sağlamış oluyordum. Geçmişte ABD Dışişleri Bakanlığı’nın politika planlama kadrosunda görev yapmıştım ve bu nedenle Washington’da sağlam bağlantılarım olduğu biliniyordu. Türk makamları, Amerikan hükümetinin darbe girişimi sürecinde suç ortaklığında bulunduğuna dair hiçbir şüphe olmadığını göstermek için, kendilerinden emin bir tavırla benim bir CIA ajanı olduğumu da ileri sürdüler.
Zamanla bu anlatı dallanıp budaklandı, haince davranışlarıma yeni “ayrıntılar” eklendi. Bunlardan bazıları sıradandı: Görünen o ki, adadaki otele üzerinde (muhtemelen Gülen’le bağlantısı olduğu zannedilen) Pennsylvania yazılı minik bir çan bırakmıştım. (Böyle bir şey yapmadığımı söylemeye dahi gerek yok.) Bazıları daha tehlikeli ve saçmaydı: İddialara göre insanları öldürmek ve diğer CIA ajanlarının kaçmasına yardım etmek için ayrıntılı planlar yapmıştım.
Diğerleri iyice komik, hatta neredeyse gülünçtü: Yetkililer, Ellen Laipson adlı bir kişiyle iki kez otel odasında kalmam karşısında gerçekten şaşırmış görünüyorlar; kayıtlara geçsin diye söylüyorum, kendisi benim karım olur. (Ellen, zamanında Ulusal İstihbarat Konseyi’nde analist olarak görev yaptı, ancak onları alarma geçiren konu soyadlarımızın farklı olmasıydı.) Bir Türk gazetesi, yıllar önce California’da hamile karısını öldürmekten hüküm giyen ve 2005’ten beri San Quentin’de hapis yatan Scott Peterson’ın, darbe girişimi sırasında ABD yetkilileri tarafından suikastçı olarak gönderildiğine dair bir haber bile yayımladı. Gerçekten de çalıştayda Scott Peterson adında bir katılımcımız vardı. Kendisi uzun yıllardır Christian Science Monitor’ın Ortadoğu muhabirliğini yapıyor. Diğer tüm katılımcıların kimlikleri otel kayıtları üzerinden tanımlanırken, kendisi bize sonradan katıldığı için otel kayıtlarında gözükmüyordu. Müteşebbis Türk gazeteciler, Scott Peterson’ın kimliğini tespit etmek için adını Google’da aratmış olsa gerek. Doğrusunu isterseniz, Google’a bu ismi yazdığınızda karşınıza çıkan ilk bilgiler katil ile ilgili olacaktır. İşte bu kadar.
Bunlarla ilgili olarak ilk kez suçlandığım dönemde Kavala, 2013’te İstanbul’da gerçekleşen hükümet karşıtı gösterileri organize ettiğine ilişkin uydurma hikâyelerden de yargılanıyordu. Yargılandığı ilk davadan delil yetersizliği nedeniyle beraat ettiğinde yetkililer, Kavala’nın darbeyi planlamak için benimle birlikte komplo kurduğunu ve böylece tutukluluğunun uzatılması için bir sebep oluştuğunu iddia ettiler. Kavala, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin tahliye kararına rağmen dört yılı aşkın süredir hapiste. Bir sonraki duruşmasının Kasım ayı sonunda yapılması bekleniyor.
Öyleyse onu hangi gerekçeyle içeride tutuyorlar? Kavala’yla darbe girişiminden üç gün sonra tesadüfen, İstanbul’da farklı insanlarla akşam yemeği yemek için geldiğimiz bir restoranda ayaküstü sohbet etmiştik. Ancak iddianamede Kavala’yla benim yoğun temas halinde olduğumuz ve saatlerce telefonda konuştuğumuz iddia ediliyor. Yetkililer bu suçlamayı yaparken aramızda herhangi bir telefon araması olduğuna dair bir kayıtları olmadığını da kabul ediyor. Bulamazlar da, çünkü birbirimizi hiç aramadık.
İddianamenin büyük bir kısmı şu gibi alakasız tesadüflere dayanıyor: Türkiye’ye yaptığım seyahatlerden birinde ülkenin güneyindeki Adana’ya gittim, Kavala da aynı gün Fransa’ya gitmiş. Benzer şekilde, başka bir zamanda Kavala, ben Türkiye gezimden döndükten üç gün sonra yine Fransa’ya gitmiş. Bunlar, yargı süreçlerinde bir darbe teşebbüsü olduğunu bildiğimizin kanıtı olarak kullanıldı. Hepimiz komplo teorisyenlerinin anlatıları nasıl icat ettiklerini biliyoruz, ancak kullandıkları malzemenin bu kadar sıradan olabileceğini, seyahat planları kadar sıkıcı bilgilerin bile bu kadar pervasızca suç kanıtı sayılabileceğini insanın aklı alamayabiliyor.
İddianamede özellikle George Soros’un, darbe girişiminden yaklaşık dokuz ay önce 2015 yılında İstanbul’a yaptığı ziyarette Kavala’yla ve darbe teşebbüsünden birkaç ay sonra hayatını kaybeden sanayici İshak Alaton ile görüşmesi yer alıyor. (Günümüzde hiçbir komplo teorisi Soros’un adı olmadan tamamlanmış sayılmaz.) Görünüşe göre bu ziyaret, Gülen yanlısı bir gazetede bir bebek fotoğrafını içeren bir reklamla aynı zamana denk gelmiş. Savcıların yine hiçbir delile dayanmayan iddialarına göre, ”Gülen Bebek” reklamı, Gülen’in yandaşlarına darbeyi başlatmaları için bir işaretti. İşte bu, Kavala, Alaton ve Soros’u darbe ortak paydasında birbirine bağlıyor ve iddianamede en az üç defa yer verilecek kadar önemli görülüyor. Araya ben de sıkışıyorum: Haberlere göre Alaton’u darbe girişiminden bir hafta önce sürecin başladığı konusunda uyarmışım.
Savcılar, darbeyle ilgili faaliyetlerime dair somut bir kanıt gösteremediklerini kabul ediyorlar. Açıklamaları ise tuhaf ve adeta Kafkavari: Bir istihbarat ajanı olarak izlerimi nasıl gizleyeceğimi ve gizli iletişim ve seyahat yöntemlerini nasıl kullanacağımı biliyorum. Dolayısıyla suçluyum. Adana seyahatlerimden birinde hiçbir otel kaydı bulunamaması da suçluluğumu gösteren bir başka nişane. Ancak aslında, ABD Başkonsolosluğu misafirhanesinde kaldığım için hiçbir otel kaydı bulamıyorlar. Komplocu zihin yapısı, sizi aklayan hiçbir kanıtın yeterli olmadığı ve masum olduğunuzu gösteren kanıtların sizi yalnızca daha da suçlu yaptığı gibi çarpık bir mantığa göre çalışır.
Bu entrikalara cevap vererek davaya meşruiyet kazandırmamayı seçtim, bu nedenle beni mahkemelerde temsil eden kimse yok. Ancak doğrusu tüm bu yaşadıklarım bana kariyerimde ve özel hayatımda büyük zarar verdi. Komplo teorileri güçlüdür; hükümetler tarafından yayılanlar daha da güçlüdür.
Büyükannemin ve büyükbabamın gömülü olduğu, annemle babamın küllerinin saçıldığı yeri, baba yurdumu muhtemelen bir daha hiç göremeyeceğim. Masum bir adam yıllardır hapiste ve onu destekleyenlerin içinde bulunduğu çıkmazdan ötürü beni suçlamalarından endişe duyuyorum. Yanımda olduğunu düşündüğüm birçok kişi ve kurum beni terk etti. Yönetimi, beni savunmak için birkaç açıklama yayımlamaktan fazlasını yapmadığı için Wilson Center’dan da ayrıldım.
Türkler, beni etkinliklerine davet etmemeleri için Batılı düşünce kuruluşlarını baskı altında tutuyor. Kariyerimi Türk ve Kürt jeopolitiği üzerinde çalışarak geçirdim, ancak artık Türkiye’ye seyahat edemiyorum ve bu alanlardaki araştırma fonlarına başvuramıyorum. Irak’taki üst düzey yetkililer de dâhil olmak üzere, Kuzey Irak’a seyahat etmemin benim için bir sorun teşkil edebileceği konusunda uyarıldım, çünkü Freedom House’un da bildirdiği gibi, Türkler insanları Irak’tan zorla teslim alıyorlar.
Türkiye’deki kendi güvenliklerinden haklı bir şekilde endişe duyan arkadaşlarımla ve meslektaşlarımla aramdaki bağlantıyı kaybettim, çünkü Türk hükümeti istediği zaman istediği kişiyi içeri atabiliyor. Geçenlerde eskiden burada yaşayan sevdiğim bir Türk arkadaşım geldi. Eski kocasının telefonunu kullanarak beni aradı, yıllardır iletişime geçmediği için benden özür diledi ve kendi güvenliği için tüm dijital cihazlarından benimle ilgili her şeyi silmek zorunda kaldığını söyledi.
Darbenin üzerinden beş yıldan fazla bir süre geçmesinin ardından, Türkiye’de insanlar -yazılı basın, televizyon ve sosyal medya aracılığıyla- hâlâ bana hakaret edip bu yalanları yayıyorlar. Temmuz ayında, ülkenin önde gelen gazetelerinden birinde, adını daha önce hiç duymadığım bir köşe yazarı, bütün bir köşesini “eylemlerime” ayırdı. O zamandan beri Türk basını benim hakkımda benzer yazılar yayımlamaya devam ediyor.
Bu saldırılara alıştım, ancak yine de bunları görmek ağrıma gidiyor.
Bireysel düzeyde bakıldığında, komplolar, zayıf bir insanın anlamadığı veya anlamlandıramadığı gelişmeleri açıklama yöntemidir. Ancak devlet düzeyinde baktığımızda komploların güçlü silahlar olduğunu görürüz. Komplolar, liderler tarafından kendi çıkarlarını korumak için, kafa karıştırmak ve tamamen yalancılık amacıyla icat edilir ve alaycılıkla istismar edilirler. Türkiye’de bir atasözü vardır: Damlaya damlaya göl olur. Bu çilenin başlamasının üzerinden beş yıl geçti, göl ise artık bir okyanus halini aldı.
Çeviren: Deniz Karakullukcu
Orijinal metin: