Yıldıray Oğur: Seçimden önce yazdığınız bir yazıda “Altılı Masa’nın tarihi misyonunun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile topluma giydirilen milliyetçi-muhafazakâr-laik otoriterliğin karşısına milliyetçi-muhafazakâr-laik demokrat özgürlükçülüğü yeni bir toplumsal sözleşme zemini olarak koymak olduğu inancındayım” yazmıştınız. Sizce neden muhafazakârlar birincisini tercih etti? Neden AK Parti seçmeninden daha büyük bir kitleyi ikna edemediniz? Taktiksel ve dönemsel açıklamalar dışında Türkiye’deki muhafazakârlığı ve İslamcılığı yakından bilen bir entelektüel olarak daha yapısal, fikri bir sorun görüyor musunuz? Türkiye’deki muhafazakârların kimlik siyasetiyle; adalet, demokrasi, insan hakları alanlardaki büyük sorunları, yolsuzlukları görmezden gelmesi sizi hayal kırıklığına uğrattı mı?
Ahmet Davutoğlu: Seçimden bu yana benim de zihnimi çok meşgul eden sorular bunlar. Bu kadar derin ve yaygın bir yoksullaşma yaşanırken, adalet sistemine güven tarihin en düşük seviyesine inmişken, geniş kitlelerin özgürlükleri her geçen gün kısıtlanırken, yolsuzluklar her kuruma ve her alana bir virüs gibi yayılmışken bütün bu çürümenin sorumlusu olan iktidarın geniş muhafazakâr kitlelerden onay almasının sebepleri üzerine hepimizin yoğunlaşması lazım. Ülkemizin geleceği bu konuda verilecek doğru cevaplara bağlı, çünkü bu kitlelerin ikna edilmediği bir sürecin başarılı olma şansı nerdeyse yok.
Eğer bu geniş kitleler bütün bu çürümeyi gerçekten onaylıyorlarsa toplumsal ahlak ve siyasi kültür açısından vahim bir tablo ile karşı karşıyayız demektir. Virüse direnen bir bünyeye tedavi uygulayabilirsiniz, ama virüsü kendisinin doğal parçası olarak gören bir bünye gelişmişse o bünyenin kendi kendini tahrip etme sürecine ilaç olacak hiçbir tedavi yoktur.
Bu bağlamda birçok faktör zikredilebilir. Ama sosyo-politik kök sebebe gittiğimizde ben toplumsal bellek ile varolan siyasi konjonktür arasındaki derin gerilimin bu sonuca zemin hazırladığı kanaatindeyim. İktidar bu gerilimi alabildiğine derinleştiren bir kampanya ile insanoğlunun en temel arayışı olan güvenlik dürtüsünü harekete geçirmeyi başarırken, bizler muhalefet olarak bu gerilimin aşılabileceği konusunda topluma güven veremedik. Bu tablo temel vaadimiz olarak vurguladığımız insan onurunun ayrılmaz parçası olan özgürlük ve refah arayışının güvenlik ihtiyacının gölgesinde kalmasına engel olamadık.
Bu gerilimin tarihi arkaplanına giderek seçmen davranışlarının toplumsal bellek ile olan derin etkileşimini anlamaya çalışalım, çünkü nesilden nesle devredilen devlet ve düzen kavramları ile ilgili siyasi kültür unsurlarını anlamadan seçmen davranışlarının psikolojik temellerini anlamak çok güçtür.
Kısa bir tarihi arkaplan vermek gerekirse, Selçuklu-Osmanlı siyasal düşünce ve pratiği yerleşik medeniyet birikimlerinin özgün bir sentezine dayanıyordu. Üzerinde kurulduğu coğrafya yerleşik İran ve Roma devlet kültürlerini ve kurumlarını barındırıyor, insan unsuru Asya içlerinden gelen Türk/Turan boyları ile yerleşik halkların kaynaşmasından oluşuyordu. Bu siyasal düzenin meşruiyet zemini ise İslam inancının ve düşüncesinin zihniyet parametreleri ile sağlanıyordu. Tarihi birikimlerin sentezinden oluşan bu siyasal kültürün ana kavramı “kanun-u kadim” kavramı ile ifade edilen “düzen” anlayışıydı. “Düzen” bizatihi değerli, onu zaafa uğratacak unsurlar ise tasfiye edilmesi gereken “tehdit”lerdi.
Modernleşme süreci bu kadim anlayış ile Fransız devrimi sonrası gelişen yeni siyasal kültür ve yapılar arasındaki dinamik ilişkinin ve etkileşimin eseri oldu. Muhafazakârlık, milliyetçilik ve laiklik ana damarları bu sürece karşı takındıkları tutum ile kendilerini şekillendirdiler. Bu akımların düşünsel/ideolojik tutumları birbirinden farklılaşmakla birlikte yöntemleri ilginç bir şekilde birbirine benzeşen seyirler takip etti. Toplumu tepeden tabana doğru dönüştürerek modernleştirmek isteyen laik/milliyetçi akımlar muhalefette iken özgürlükçü bir tutum sergilerken iktidarı ele geçirdiklerinde geleneksel “düzen” anlayışını modern ulus-devletin kalıplarına oturtan otoriter bir yöntemi hayata geçirdiler.
Sultan Abdülhamid döneminin “istibdat”ına karşı hürriyet-müsavat sloganları ile harekete geçtiğini iddia eden İttihat Terakki’nin üç sene gibi kısa bir süre içinde en katı ve komitacı bir otoriterliği “düzen” ve “beka” adına hayata geçirmesi zihniyet devrimi yaşanmadan gerçekleştirilen bir siyasal devrim hareketinin açmazını ortaya koymuştur. Bu çarpık modernleşme anlayışının en çarpıcı ve yıkıcı son örneğini 28 Şubat otoriterliğinde hep birlikte yaşadık. Kemal Tahir’in romanlarında tasvir ettiği kurtlar sofrası ve bu sofranın dayandığı çıkarlar zemininden 28 Şubat döneminin “hortumlama” olarak adlandırılan yolsuzluk düzenine kadar uzanan ekonomi-politik yozlaşma da yine “devlet” ve “beka” kavramlarıyla meşru kılındı.
“Muhafazakâr semboller, milliyetçi sloganlar ve laik seremoniler eşliğinde kökleşmeye çalışan bu otoriterliğin ana unsuru Allah’ın insana bahşettiği aklı, iradeyi, onuru ve şahsiyeti yok sayması ve soyut bir “devlet” varlığına feda etmesidir.”
Modernleşme sürecinin tepeden dayatmacı modeline muhalefet ile gelişen muhafazakârlık ise benzer bir açmazı son yıllarda yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. On yıllar süren uzun muhalefet döneminde çileli mücadeleler sonucu oluşturulan düşünce ve insan birikimi iktidar elitinin elinde hoyratça kullanıldı ve tüketildi. “Önce insan” diye çıkılan yol “devlet için insanımız feda olsun” istismarına, “önce ahlak ve maneviyat” ilkesi “önce güç, çıkar ve iktidar” fırsatçılığına evrildi. Modern devlet aygıtları kullanılarak oluşturulan otoriter yolsuzluk düzeni geleneksel “devlet” ve “beka” kavramlarıyla ve Selçuklu ve Osmanlı sultanlarına atfedilen dizilerdeki subliminal mesajlarla meşru kılındı. 15 Temmuz darbe girişimi ve onun sonucunda devreye giren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi muhafazakâr kesimdeki bu yozlaşma sürecini benzer zihniyet yozlaşması yaşayan milliyetçi ve laik akım ve liderlerle buluşturdu.
Dolayısıyla, bugünkü otoriterlik sadece muhafazakâr nitelikli bir otoriterlik değildir. Muhafazakâr-milliyetçi-laik otoriterlik bir konsorsiyum şeklinde liderlik kültü, soyut devlet miti ve çıkarlar ağı ile modernleşme sürecini denetimsiz bir güç konsolidasyonuna dönüştürmeye çalışıyor. Muhafazakâr semboller, milliyetçi sloganlar ve laik seremoniler eşliğinde kökleşmeye çalışan bu otoriterliğin ana unsuru Allah’ın insana bahşettiği aklı, iradeyi, onuru ve şahsiyeti yok sayması ve soyut bir “devlet” varlığına feda etmesidir. İnsanın akıl ve iradesini yok ederek lidere mutlak itaati öngören ve farklı düşünen herkesi nerdeyse küfürle itham eden yanlış “biat” anlayışına dayanan bu muhafazakârlık, “millet”i iradesini kullanan fertlerden oluşan organik bir yapı olarak değil de mekanik itaat ilişkisinin bir araya getirdiği bir topluluk olarak gören yanlış “töre” anlayışına dayalı bir milliyetçilik ve laikliği rasyonel düşünce ve inanç özgürlüğü olarak değil de sekuler mitlere dayalı “devlet”i korumak için kurgulanan dogmatik bir ilke olarak yorumlayan laiklik taraftarları Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini kendi otoriter anlayışlarının siyasete egemen olabilmesi için en uygun araç gördüler ve bir koalisyon oluşturdular.
Bizim için Altılı Masa kısa dönemde bir seçim ittifakı olma yanında uzun dönemde bütün bu akımların siyasi kültürümüzde bir zihniyet dönüşümünü gerçekleştirmek üzere özgürlükçü bir zeminde buluşması anlamında kalıcı bir toplumsal barış projesi olarak önem taşıyordu. Bahsettiğiniz makaleyi de bu çerçevede kaleme aldım. Amacım, tek tek damarların aktığı büyük bir nehir yatağının entelektüel zeminini kurmaktı.
Allah’ın her birini eşref-i mahlukat olarak eşit yarattığı insanın aklını, onurunu, şahsiyetini korumayı temel edinen ve kişilere değil değerlere itaati öngören özgürlükçü bir muhafazakârlık, milleti kapsayıcı vatandaşlık bağıyla organik bir bütünlük olarak yorumlayan ve her bir vatandaşın özgür düşüncesine ve inancına saygıyı millete saygı olarak gören özgürlükçü bir milliyetçilik ve laikliği 19.yüzyıl kalıntısı III. Fransız Cumhuriyet döneminin şartlarının ürettiği dar kalıplardan çıkararak rasyonel bir çoğulculuk akımı olarak gören özgürlükçü bir laiklik anlayışı geliştirmeden ve özgürlükçü muhafazakârlık, milliyetçilik ve laiklik damarları arasında karşılıklı saygıya dayalı bir etkileşim ve ortak kamu alanı anlayışı oluşturmadan iki yüzyıllık modernleşme tecrübemizin açmazlarını aşabilmemiz ve demokratik bir “toplum” haline dönüşebilmemiz çok zordur.
Muhafazakârların neden otoriterlik yönünde tercihte bulunduğu sorunuza cevap vermeden önce bu toplumsal bellek zemininde “hangi muhafazakârlar ve neyi muhafaza ediyorlar?” diye bir soru daha sormak gerekiyor. Burada muhafazakârlık iddiasındaki kabaca üç alt kesimden bahsetmek mümkün.
“Yetmişli yıllardan bu yana nerdeyse yarım asır önce anarşi sonra terör olgusunu yaşayan, son olarak da 15 Temmuz’da bir gece de olsa “devletsizlik” korkusu çeken milliyetçi-muhafazakâr seçmen kitlesi yoksulluğu, yolsuzluğu ve yasakları ikinci plana iterek tercih kullandı.”
Birincisi, modernleştirme süreçlerinin travmalarının psikolojik etkisini yaşamaya devam eden ve geleneksel “düzen” kavramını kültürel bir toplumsal bellek unsuru olarak koruyan geniş halk kesimleri. Bunlar ağır bir kara propagandanın ve psikolojik harp yönteminin etkisiyle geliştirilen “devletin bekasına” yönelik “tehdit” algısı temelinde ehven-i şer mantığıyla tercihte bulundular. Samimiyetle dizilerde izlediği Selçuklu’dan beri süregelen “devlet”i, “birliği”, “milli ve dini” sembolleri muhafaza saikiyle oy kullandılar. İktidarın montaj videolar da kullanarak geliştirdiği propaganda makinesiyle sürekli tekrarlattığı toplumsal bellek ve bu belleği besleyen anlatılar bu kitleleri “ben özgürlük ve refahımdan fedakârlık edeyim ama devletim, düzenim ve dinim zarar görmesin” psikolojisine sürükledi.
Bozulan ordu ile cepheden dönen ve Birinci Dünya Savaşı ile İstiklal Savaşı arasındaki kaosu yaşayan dedemin çocukluğumda zihnime işleyen bir sözü bu toplumsal belleği çok çarpıcı bir şekilde yansıtıyor: “En kötü devlet devletsizlikten iyidir.” Yetmişli yıllardan bu yana nerdeyse yarım asır önce anarşi sonra terör olgusunu yaşayan, son olarak da 15 Temmuz’da bir gece de olsa “devletsizlik” korkusu çeken milliyetçi-muhafazakâr seçmen kitlesi yoksulluğu, yolsuzluğu ve yasakları ikinci plana iterek tercih kullandı.
Özetle, bu kesimlerin tercihlerinde maalesef rasyonel analizlerin ve davranış kalıplarının değil psikolojik reflekslerin, toplumsal belleği oluşturan anlatı kalıplarının, konjonktürel korku ve dürtülerin ağır bastığı bir süreç etkili oldu. Bu bağlamda iktidar propagandasının dayandığı ve tahrik ettiği üç korku ve koruma dürtüsü otoriterliğe destek vermeyi muhafazakâr kitlelerin zihninde meşru kıldı: (i) Tek Parti döneminden kalan dini/ değerlerin korunması dürtüsü; (ii) teröre karşı vatanın birliğinin korunması dürtüsü ve (iii) FETÖ ve benzeri yapılara karşı devletin korunması dürtüsü.
Muazzam dengesiz ve eşitsiz propaganda makinesi karşısında bu kesimlere ulaşıp kaygılarını giderecek bir ilişki geliştiremedik. Sayın Kılıçdaroğlu’nun helalleşme bağlamında dini/manevi değerlerin korunması ile ilgili verdiği teminatlar otoriter laikçiliği savunan bazı çevrelerin açıklamaları ile, terör ve FETÖ’ye karşı bizim verdiğimiz teminatlar her açıklaması iktidarın bu korku/dürtü stratejisine yarayan Kandil ve HDP kaynaklı açıklamalarla tesirsiz hale getirildi.
Muhafazakâr muhalefetin parçalanmış görüntüsü de derin kaygılar içindeki bu kitlelere bir teminat oluşturamadı. Bu parçalanmışlığı giderebilmek ve muhataplarımı ikna edebilmek için çok çaba sarf ettim, ama olmadı. Bu kitleler eğer en başından itibaren kendi içinden çıkan ve kendini anlayan tek ve güçlü bir alternatif ya da ittifak görseydi tablo çok daha farklı olabilirdi.
Birçok yerde “Hocam, senin dürüstlüğünü, milli/manevi değerlere bağlılığını, teröre ve FETÖ’ye karşı verdiğin mücadeleyi biliyoruz ve bu iktidardaki yozlaşmayı da görüyoruz ama ya devletimize ve dini değerlerimize bir zarar gelirse” sorularına muhatap olduğum bu kesimin kaygılarını ve tercih eğilimlerini anlıyorum. Temelde samimi kaygılar taşıyan bu kesime asla darılamayız, yaptıkları tercih dolayısıyla onları suçlayamayız, onlarla iletişimi ve bağı asla kesemeyiz. Biz onların içinden geldik ve onların kaygılarını giderinceye kadar da çaba sarf etmeye devam edeceğiz. Bundan sonra da bu kaygılarla hemhal olmak en temel söylem ve politika unsurumuz olacak. Onlarla değil, onları da yanımıza alıp, onların kaygılarını istismar ederek çıkar düzenlerini “muhafaza” etmeye çalışanlarla mücadele edeceğiz.
“Ortada ne doksanlı yılların vicdanı ne idealleri ne de düşünsel zenginliği kalmıştır. Son seçimler bu birikimin kendini muhafazakâr ilan eden bir iktidar tarafından tüketilmesinin son mührü olmuştur.”
İkincisi kesim iktidar nimetlerinden istifade eden bir kesimdir ki, bunların muhafaza etmeye çalıştığı şeyler “değerler” değil “çıkarlar”dır. Onlar “değer muhafazakârı” değil, “güç muhafazakârları”dırlar. Muhafazakâr değerlerle ilişkileri istismarla sınırlıdır. Yukarıda zikrettiğimiz samimi kitlelerin duygularını istismar ederek kendi statükolarını korumaya çalışırlar. Karşılıklı rüşvet, nepotizm ve yolsuzluk bağlarıyla birbirine mahkûm olan bu kesimle ilgili bir hayal kırıklığı yaşamamız da söz konusu olamaz, çünkü bizim kurdukları otoriter yolsuzluk düzenine karşı tehdit oluşturduğumuzu bildikleri için karşımızda yer almaları doğaldır. Ayrıca, yarın bir iktidar değişiminde güç neredeyse çıkarlarını “muhafaza” etmek amacıyla orada yer alacakları için bugünkü konumlarının da bir anlamı yoktur.
Bizi esas hayal kırıklığına uğratanlar ise iki yüzyıllık zihni ve sosyal birikim üzerine oturan bir iktidarı sürdürebilmek için bütün o birikimin zihnî ve insanî mirasının tarumar edilmesine sessiz kalan kanaat önderleri, ilim adamları, aydınlar, vakıflar ve sivil toplum kuruluşlarının nihai kertede değer ve ilke odaklı değil güç-odaklı bir tavır takınmış olmalarıdır.
Gücün yozlaşması beklenir, ama gücü denetlemesi gerekenlerin bu yozlaşmayı meşru kılmaları tuzun kokmasıdır. Yolsuzlukların her alana sirayet etmesine, adalete olan güvenin en düşük seviyelere inmesine, kur korumalı mevduat adı altında katmerli faizin meşru kılınmasına, devlet adına alınan hediyelerin şahsî mülk edinilmesine, ülkenin her bir yanına siyasilerin isimlerinin verilmesine, ehliyet ve liyakat yerine nepotizmin egemen kılınmasına, servetin fakirlerden alınıp zenginlere dağıtılan bir düzen ile bir avuç insanın elinde temerküz etmesine, montaj videolar yayınlanması benzeri yalan ve iftira kampanyası yapılmasına, özetle muhalefet iken karşı çıkılan her şeyin “bizden” denilen iktidarca yapılmasına sessiz kalan bu kesimin “devlet”, “düzen” ve “beka” kavramlarının arkasına sığınması asla kabul edilemez. Ortada ne doksanlı yılların vicdanı ne idealleri ne de düşünsel zenginliği kalmıştır. Son seçimler bu birikimin kendini muhafazakâr ilan eden bir iktidar tarafından tüketilmesinin son mührü olmuştur.
“Altılı Masa bağlamında uzun dönemli ve kapsamlı bir toplumsal barış projesini bir seçim yenilgisi psikolojisi ile yıpratan muhalefet aktörleri de seçim sonucunda içine düştükleri iç çekişmelerle toplumun ümitlerini kıran bir başka hayal kırıklığına yol açmıştır.”
Bu konuda vebal sadece iktidar sahiplerinin değil bu uygulamaları kutsallaştırılan siyaset adına sessiz kalan muhafazakâr kanaat önderlerinin, ilim ve din adamlarının ve sivil toplum yapılanmasının da üstündedir. İktidara sahiplerine dönüp “halkın bulgurunu kurtlandırmayın” demektense halka dönüp “kurtlu bulgura razı olun” diyenler, “servet aranızda bir azınlığın elinde temerküz eden bir meta olmasın” diyen açık Kuran hükmüne rağmen kendi yakınlarına yolsuzluklar üzerinden yaptıkları vahşi servet transferi konusunda iktidar sahiplerini “Allah’ın huzuruna kul hakkı ile gitmekten korkun” diye uyarmak yerine devlet ve dini değerlerin zaafa uğrayacağı endişesiyle yoksulluğa razı olan samimi kitlelere dönüp “ses çıkarmayın fakirler cennete elli yıl önce girecek” diyenler, vaazlarında Hz. Ömer’in kamu malı diye özel hayatında kullanmadığı mumundan ve Dicle kenarındaki kuzunun hukukunu omuzunda hissetmesinden bahsedip iktidar sahiplerinin kamu imkânları ile lüks ve şatafat içinde yaşamasına ve her türlü adaletsizliğin yayılmasına sessiz kalanlar, iktidar sahiplerinin yolsuzluklarını ve adaletsizliklerini görüp “bunlar Müslümansa ben değilim” diyerek deizme kayan gençlerin imanının derdine düşmek yerine kendi gençlerini bir an önce iktidar nimetlerine kavuşturmak isteyenler ağır bir tarihi sorumluluk altındadır.
Benim en temel hayal kırıklığım “bir gün vicdanları uyanacak” diye ümitsizce beklediğim bu kesimlerle ilgilidir. “Artık buna da sessiz kalmazlar” dediğim her konuda ahlakî ilkeleri güç lehine biraz daha fazla esneterek yeni bir hayal kırıklığı yaşamamıza sebep olan tavırlarına rağmen bu kesime dönük de “vicdan” çağrısı yapmaya devam edeceğiz.
Bu vesile ile bir hayal kırıklığından daha bahsetmeyi gerekli görüyorum. Altılı Masa bağlamında uzun dönemli ve kapsamlı bir toplumsal barış projesini bir seçim yenilgisi psikolojisi ile yıpratan muhalefet aktörleri de seçim sonucunda içine düştükleri iç çekişmelerle toplumun ümitlerini kıran bir başka hayal kırıklığına yol açmıştır.
Bahsettiğiniz makalede de ifade etmeye çalıştığım gibi, benim için Altılı Masa bir seçimi kazanmanın ve siyasal iktidar değişiminin ötesinde iki yüzyıllık modern siyasi tarihimizin en temel denklemini çözme yönünde son derece önemli ve tarihi bir girişimdi. Ancak, iki tur arasında ve seçim başarısızlığı sonrasında yaşananlar ve yapılan tartışmalar bizim için tarihi önemi haiz bu girişimin bazı kesimlerce konjonktürel bir seçim başarısına endekslendiğini ve öneminin yeterince idrak edilemediğini gördük. Seçim yenilgisi travmasını atlatarak bu toplumsal barış projesini en azından ortak bir tecrübe zemini olarak korumak kutuplaştırıcı siyaset karşısındaki yegâne panzehirdir.
Ali Bayramoğlu: Küreselleşme ile birlikte yaşanan büyük dönüşüm süreci içinde muhafazakârlık düşüncesinin bir siyasal akım olarak ne ölçüde geçerliliği kalmıştır? Başka toplumlarla karşılaştırmalı olarak Türkiye’deki muhafazakâr siyasetin iktidar pratiği nasıl sonuçlar vermiştir? Böylesi bir pratik sonrasında Türkiye’de muhafazakâr siyasetin yeni ve ikna edici unsurları neler olmalıdır?
Ahmet Davutoğlu: Bu son derece anlamlı sorunuzu hakkıyla cevaplayabilmek için müsaadenizle kendi zihni serüvenimle ilgili bir arkaplan vermek isterim.
1989 yılı sonunda Berlin Duvarı yıkılırken Fukuyama “Tarih’in Sonu’nu” ilan eden meşhur makalesini kaleme aldığında önce Türkçe bir makale ile sonra da ISA (International Studies Association)’nın 1991 Mart ayında Vancouver’de yapılan yıllık kongresinde bu tezin egemen medeniyetin “ben-merkezci bir yanılsama”sı (egocentric illusion) olduğunu, yaşanmakta olanın tarihin sonu değil, bir medeniyet dönüşümü olduğunu, 19. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin varsayımlarına dayalı paradigmanın da bu temelde oluşan Avrupa-merkezli dünyanın da bir krizle karşı karşıya olduğunu, bu medeniyet dönüşümü yeni bir dengeye kavuşana kadar tarihin çok daha hızlı akacağını, tarihin sonu gibi bizi rehavete sürükleyen ütopik tezler yerine bu hızlı akışın getireceği sorunlara karşı yeni düşünsel ve siyasi açılımlar peşinde olmamız gerektiğini vurgulayan bir tebliğ sunmuştum. Geniş ilgi uyandıran bu tebliğ daha sonra 1994 yılında “Civilizational Transformation and the Muslim World” başlığıyla Quill tarafından kitap olarak yayınlandı.
Bu çerçeve içinde, 1996 yılında Bilim ve Sanat Vakfınca yayınlamaya başladığımız Divan Dergisi için kaleme aldığım sunuş yazısında ise İslam Dünyası’nın temel meselesinin ekonomik geri kalmışlık veya askeri yenilgiler değil, bir zihniyet dönüşümü meselesi olduğunu vurgulamış ve bu zihniyet dönüşümü gerçekleşmedikçe diğer sorunların bırakın çözülmesinin, anlaşılmasının dahi mümkün olmadığının altını çizmiştim. O günlerde iletişim teknolojisindeki muazzam dönüşümün ivme kattığı küreselleşme ile Soğuk Savaş sonrası dönemin dinamik jeopolitiğinin başta Türkiye olmak üzere İslam Dünyası ve genel olarak batı-dışı geleneksel medeniyet havzaları için büyük kriz potansiyelini de özgün açılım imkânlarını da beraberinde getirdiğini vurgulamıştım.
İnsanlık birikimini oluşturan büyük medeniyet geleneklerinin yeni iletişim araçlarıyla yoğun bir etkileşime geçmekte oluşları beni heyecanlandırıyor ve zihnimde bütün bu medeniyetlerin etkileşim hattı üzerinde bulunan ve batı medeniyetinin sömürgeci egemenliğine karşı mazlum milletlerin son direnç hattını oluşturmakla birlikte yoğun bir batılılaşma tecrübesini içerden yaşamış olan Türkiye’nin böylesi bir özgün açılıma hem düşünsel/felsefi hem de ekonomi-politik alanlarda öncülük edeceği ile ilgili büyük ümitler besliyordum. Benim için muhafazakârlık başta İslam Medeniyeti olmak üzere insanlık birikiminin farklı kanatlarını temsil eden kadim medeniyet havzalarının insani özünün küresel kültür etkileşiminde yeniden inşa edilmesiydi.
Gerek 1990-1995 yılları arasında Malezya’da Bosna-Hersek’ten Güney Afrika’ya kadar gelen 85 ülkeden gelen gençlere gerekse 1989-2002 yılları arasında onlarca farklı şehir ve üniversiteden Bilim Sanat Vakfı’na gelen öğrencilere bütün insanlık birikimlerini özümseyen böylesi bir zihniyet dönüşümünün müstakbel öncüleri olarak yaklaştım. Önemli bir mesafe de kat etmiş olduğumuza inanıyorum.
Oluşmakta olan yeni etkileşim alanlarından kopuk bir şekilde 19. Yüzyıl III. Fransız Cumhuriyetinin otoriter laiklik anlayışını dayatan 28 Şubat döneminin çağdışı laikçiliği ülkemizin seküler birikiminin böylesi bir zihniyet dönüşümüne ne kadar uzak olduğunu ortaya koydu ve aslında muhafazakâr kesim için bir alternatif oluşturma imkânını doğurdu. Bu dönem muhafazakâr kesimde zihni ve siyasi arayışların yoğunlaşmasını ve bu arayışlara dayalı düşünsel bir canlılığı da beraberinde getirdi. Baskılar karşısında insan haklarını ve özgürlükleri, hukuksuzluk karşısında adaleti, enflasyonist ortamda yolsuzluklarla derinleşen vahşi servet transferine karşı gelir adaletini savunan anlayış yeni ve özgün bir açılım yönündeki umutlarımızı artırmıştı.
Daha sonra gelinen iktidar dönemi ahlakî ideallerle reel ekonomi-politik çıkarlar, evrensel değerler ile konjonktürel kaygılar, kuşatıcı kimlikler ile dar asabiyeler arasında büyük bir sınamayı beraberinde getirdi. Ahlakî idealler, evrensel değerler ve kuşatıcı kimliklere dayalı gerçekleştirilebilecek özgün bir siyaset hem ülkemizdeki asırlık etnik, mezhebi ve ideolojik fay hatlarını onaracak bir toplumsal barış ortamı kurabilir hem de evrensel ölçekte bir zihniyet dönüşümüne güzel bir örneklik teşkil edebilirdi. Bu yönde benim de bizzat katkı sunduğum önemli girişimlerde bulunuldu, kurucu politik hamleler gerçekleştirildi.
“Zihniyet parametreleri yaşatılmayan ölü sloganlara dönüştürüldü, kör itaat anlayışı ile muhakeme yetenekleri dumura uğratıldı, değerlerin özünün yaşatıldığı ahlakîliğin yerine sığ ve riyakâr bir ahlakçılık egemen kılındı.”
Ancak, yaşanan güç yozlaşması ile birlikte ekonomik-politik çıkar ağlarına, konjonktürel/kısır kaygılara ve dar asabiyelere dayalı kimliklerden beslenen bir iktidar iklimi oluşunca hedeflediğimiz zihniyet dönüşümü tersine işlemeye başladı. Muhafazakâr kesimin uzun muhalefet dönemlerinde adalet, vicdan, insan hakları, ahlak, emanet, liyakat vb. kavramlar etrafında oluşturmaya başladığı zihniyet nüvesi siyaseti dönüştüremediği gibi, iktidar siyaseti bu yeni yeni oluşmaya başlayan zihniyet nüvesini sadece dönüştürmekle kalmadı, yok etti. Zihniyet parametreleri yaşatılmayan ölü sloganlara dönüştürüldü, kör itaat anlayışı ile muhakeme yetenekleri dumura uğratıldı, değerlerin özünün yaşatıldığı ahlakîliğin yerine sığ ve riyakâr bir ahlakçılık egemen kılındı.
Bu kötü güç pratiğinden sonra “muhafazakâr siyaset ikna edici ve yeni bir düşünsel/siyasal açılım yapabilir mi?” sorusu çok doğru bir sorudur. Ben doksanlı yıllarda iddia ettiğim tezin hala geçerli olduğu kanaatindeyim. İnsanlık bir bütün olarak tarihinin en derin ve kapsamlı dönüşümlerinden birini yaşıyor. Bu dönüşüm süreci önceki tarihi dönüşüm süreçleri gibi önce kendi krizlerini üretiyor, sonra da o krizi çözme çabası içinde bir başka tarihi eşiği geçe geçe ilerliyor. Antik dönemde Büyük İskender fetihlerinin Akdeniz’den Hind’e kadar bütün medeniyet havzalarını önce krize sonra etkileşime sokması, Batıda 15-17. yüzyıllardaki Rönesans-Reform süreci ve 18-19.yy.’lardaki sanayi devrimi süreçlerinin kriz-dönüşüm döngüsü ya da İslam inancının Roma-İran-Hint hattının fethiyle yaşanan medeniyet etkileşiminin doğurduğu dinamizm ve Haçlı saldırıları ve Moğol istilası sonrası Anadolu’da yaşanan derin düşünsel/siyasi kargaşanın Osmanlı düzeninin önünü açması gibi.
İnsanlık bugün gerek varlık-bilgi-değer/ahlak paradigması gerekse bu paradigmanın ürettiği küresel hukuk-ekonomi-politik düzen unsurları açısından hem derin bir kriz döngüsü hem de bu döngünün yol açtığı büyük bir medeniyet dönüşümü içindedir. İçinde yaşadığımız için bu dönüşümün kapsamının yeterince farkında değiliz. Geçmişte asırlar süren dönüşümler günümüzde bazen birkaç on yıl içinde yaşanıyor ve bir sonraki aşamaya geçiliyor. Mesela, babalarımızın nesli ve bizim nesil üniversite eğitimlerinde ve tez yazımlarında daktilo kullanmıştı, kısmen bizim nesil ama daha çok da çocuklarımızın nesli bilgisayar kullandılar, torunlarımız ise yapay zekayla çalışacak. Bu sadece teknolojik bir dönüşüm değil, varlık (ontolojik), bilgi (epistemolojik) ve değer (aksiyolojik) alemini tümüyle dönüştüren bir süreç. Bu dönüşümün küresel ve ulusal ölçekli hukuki, ekonomik ve siyasal dinamikleri derinden dönüştürmesi kaçınılmazdır.
“Bence, bugün de hem evrensel hem de ulusal düzeyde muhafazakâr düşüncenin en temel sorusu “bir düzenden başka bir düzene ya da bir krizden başka bir krize geçerken neleri muhafaza edersek insani özü koruyabiliriz?” sorusudur.”
İnsanlık böylesi kriz-dönüşüm sarmalı yaşaya yaşaya bugünlere geldi. Yine örnek vermek gerekirse Diyojen Büyük İskender’in yerel düzenleri sarsan emperyal yapısına “gölge etme” diyerek sinik bir tepki verirken, Marcus Aurelius yaklaşık beş asır sonra İskender sonrası en büyük emperyal düzeni kuran Roma imparatorluğunun en geniş sınırlarına ulaşmasının doğurduğu krizleri stoik düşünceyle aşmaya çalışıyordu. Mevlana’nın asırlar sonra bile evrensel nitelik taşıyarak insan zihnine ve ruhuna hitap eden düşünsel açılımı Moğol istilası ile yaşanan zihni/siyasi parçalanma krizini aşma çabasının ürünüdür. Onun “Gel” seslenişi, Ahi Evran’ın ticari ahlak pratiği, Muhiddin Arabi’nin mekanik dünya düzenini aşan felsefi/tasavvufi devrimi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin İslam öncesi ile İslam inancı arasında kurduğu sentez köprüsü hep ölçeği büyüyen ve bazen istilalarla bazen göçlerle biteviye dönüşen bir toplumsal düzen krizini çözme çabalarıydı. Bu düşünürlerden yaklaşık bir asır sonra İbn Haldun da Endülüs ve Kuzey Afrika coğrafyasında aynı kriz-düzen sarmalını çözme çabası içindeydi.
Bütün bu büyük dönüşüm süreçlerinin en temel sorusu şuydu: Bu dalgalanma, bu çalkantılı kriz süreçlerinden hangi insani özü koruyarak çıkabiliriz?
Bence, bugün de hem evrensel hem de ulusal düzeyde muhafazakâr düşüncenin en temel sorusu “bir düzenden başka bir düzene ya da bir krizden başka bir krize geçerken neleri muhafaza edersek insani özü koruyabiliriz?” sorusudur.
Modern muhafazakârlık düşüncesinin en önemli teorisyenlerinden Edmund Burke Fransız bireysel akılcılığı karşısında muhafazakârlığı savunurken muhafazakârlığın akli (rasyonel) temelini de çok doğru tanımlıyordu: Bireysel akıl tek bir aklın ulaştığı doğrulara inanırken, muhafazakârlık nesiller boyu etkileşim içinde olan akılların ortak olarak ulaştığı değerleri, doğruları ve kurumları savunur. Bir kişinin hatta bir neslin değil nesillerin tecrübe ede ede ulaştığı ortak değerleri savunmak anlamında muhafazakârlık kolektif bir rasyonalitedir. Aslında Osmanlı düzenine temel teşkil eden kanun-u kadim kavramı da böylesi zaman ve mekan aşan bir sürekliliği ifade eder.
Ben doksanlı yılların başında Soğuk Savaş’ın bitişi ve arkasından gelen teknolojik iletişim devriminin ivme kattığı küreselleşme süreci ile birlikte dile getirdiğim başta İslam, Çin ve Hint havzaları olmak üzere yerel medeniyet havzalarındaki Avrupa-merkezli modernleşmenin dar kalıplarını kırarak evrensel nitelikli bir yeni medeniyet etkileşimine ve canlanmasına yol açacağını düşünüyordum. Aynı dönemde birçok Batılı üniversiteden gelen teklifleri göz ardı edip Malezya’ya giderek bir Çin mahallesine yerleşmem ve orada bulunduğum süre içinde Hint ve Çin geleneklerinin bir İslam toplumundaki kültürel etkileşimini gözleme çabamdaki temel saik de bu medeniyet birikimlerini içerden tanıma çabasıydı.
İnsanlık tarihi açısından çok yeni bir süreç olan Batı modernitesinin bin yıllara uzanan bu yerel medeniyet havzalarının birikimleri ile küreselleşme üzerinden doğrudan etkileşime geçmesinin serüveni dünyadaki farklı muhafazakâr geleneklerin de geleceğini tayin edecekti. Bu yıllarda Muhammed İkbal’in İslam, Gandi’nin Hint, Xiong Shili’nin Çin medeniyet havzasında yaklaşık bir asır önce çabaladıkları bu kadim medeniyet havzalarının modernite ile derinlikli yüzleşmesinin küreselleşmenin getirdiği etkileşim aşısı ve mayalanması ile insanlığın ortak aklı ve hafızasının yeni bilimsel uyanış ve teknolojiye bir insani öz kazandıracağına inanıyordum. Bu benim için farklı muhafazakârlık formlarının ortak bir tecrübe nehrine akmasıydı.
“AK Parti iktidarı benim için modernite-gelenek ilişkisinin siyasi hayata yansıması bakımından hem bir imkân hem bir sınama idi.”
Bu bağlamda aynı yıllarda yayınlanan Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” (1993) tezini farklı medeniyet birikimlerini birbirine düşman kılacak yıkıcı ve provokatif nitelikli “kendi kendini doğrulamaya çalışan bir kehanet” olarak siyasi gündemli bir tez olarak gördüm ve şiddetle karşı çıktım. Bu karşı çıkışımda Huntington’un makalesinde torn country (yırtık ülke) olarak tanımlanan Türkiye’nin böylesi bir medeniyetler çatışması alanının kurbanı olabileceği kaygısının da etkisi oldu. Bu bağlamda yazdığım makaleler yanında ABD yönetimine İslam ve Çin medeniyet havzalarının birbirine karşı tahrik edilmesi tavsiyesinde bulunan Huntington’un tezine karşı kurulmuş olan “İslam-Çin Medeniyet Diyaloğu” grubunda yer aldım. Daha sonraki yıllarda kaleme aldığım Stratejik Derinlik kitabında 21. Yüzyılın ilk yarısının Asya yüzyılı, ikinci yarısının Afrika uyanış dönemi olacağını vurgularken de sadece ekonomik faktörleri değil bu kültürel geleneklerin etkisini de göz önünde bulundurdum.
“AK Parti iktidarının son evresi dünyaya açık, demokratik/özgürlükçü muhafazakârlıktan içe kapanmacı/dışlayıcı muhafazakârlığa geçişin belki de dünyadaki en çarpıcı ve tahrip edici örneklerinden birini oluşturdu.”
Ben Türkiye’yi her zaman hem jeopolitik ilişkilerin hem de medeniyetler arası etkileşimin merkez ülkesi olarak gördüm. Bu bağlamda jeopolitik olarak Soğuk Savaş’ın bitişini, jeokültürel olarak da kadim geleneklerin canlanması ve etkileşime geçmesini ülkemizin insanlık tarihinde özel bir konum elde etmesini sağlayacak bir imkân dönemi olarak gördüm. Gerek doksanlı yılların ikinci yarısında BSV’de başlattığım mukayeseli medeniyetler dersleri gerekse başta Çin ve Malezya olmak üzere farklı ülkelere akademik çalışmalar için gönderdiğim öğrenciler üzerinden yeni nesli böylesi bir merkez ülke konumuna hazırlamaya çalıştım.
AK Parti iktidarı benim için modernite-gelenek ilişkisinin siyasi hayata yansıması bakımından hem bir imkân hem bir sınama idi. İçerde demokratikleşme ekseninde bireyciliğe düşmeden insan şahsiyetini güçlendirmeyi, tepeden dikte edilen batılılaşma modelinin vesayet anlayışından geleneksel değerlerle insan hak ve özgürlüklerini bağdaştıran tabandan gelen bir reform düşüncesini, katı bir devletçiliğe düşmeden devlet kurumlarının geleneksel birikimine dayalı restorasyonunu öngören bir yenilenme, dışarda ise Soğuk Savaş’ın kutuplaştırıcı kültürünü aşan ve Türkiye’nin çok boyutlu medeniyet kimliğini çok boyutlu dış politikaya dönüştüren bir çizgi benimsedik.
Süregiden AB ve NATO temelli Avro-Atlantik çizgiyi yeni havzalarla ilişkiler bağlamında çeşitlendiren bir yöntem ile tam da gelenekten evrenselliğe yönelen özgün bir tutum sergilemeye çalıştık. Kültürel anlamda “Medeniyetler Çatışması”na karşı Medeniyetler İttifakı, küresel eşitlik bağlamında En az Gelişmiş Ülkeler Zirvesi, küresel barış anlamında BM Arabuluculuk İnisiyatifi, Nükleer Silahsızlanma İnisiyatifi gibi uluslararası girişimler yanında bölgesel ve küresel ölçekli çok sayıda arabuluculuk girişimine öncülük ettik. Bu muhafazakâr nitelikli bir siyasi partinin evrensel ölçekli kültürel, ekonomik ve siyasal sorunlara katkı kabiliyetini ortaya koydu.
Ancak 11 Eylül saldırıları ile başlayan ve son dönemlerde gittikçe ivme kazanan bir olgu farklı bölgelerdeki muhafazakâr eğilimleri Burke’un deyimiyle nesillerin ortak aklının yaşanan gerçekliğe yansıtılması niteliğinden çıkararak reaktif ve ırkçılığa varan dışlayıcı bir milliyetçilik anlayışı ile siyasi daralmanın içine çekti. İçe-kapanmacı bir muhafazakârlıkla dışlayıcı milliyetçilik sentezi dünyadaki otoriterleşme eğiliminin psiko-politik zeminini oluşturdu. 11 Eylül sonrası ABD’de yükselen neo-muhafazakâr müdahaleci/dışlayıcı anlayış, Avrupa’da yükselen ırkçı eğilimler, Hint eksenindeki geleneksel değer uyanmasını İslam karşıtlığına dönüştüren Modi’nin siyaset anlayışı, Çin’de Xi’nin Tibet ve Doğu Türkistan’da takip ettiği dışlayıcı reaktif milliyetçi muhafazakârlık, Rusya’da Ukrayna müdahalesine kadar giden milliyetçi tarih doktrinleri İslam dünyasında Arap baharı sonrası yaşanan otoriterlik-terör açmazı farklı bölgelerde farklı geleneklere dayalı muhafazakâr anlayışları küresel bir daralma ve kriz sarmalına soktu.
AK Parti iktidarının son evresi dünyaya açık, demokratik/özgürlükçü muhafazakârlıktan içe kapanmacı/dışlayıcı muhafazakârlığa geçişin belki de dünyadaki en çarpıcı ve tahrip edici örneklerinden birini oluşturdu.
“Nihayetinde elimizde kalan dışlayıcı bir milliyetçilikle bezenmiş içe kapanmacı, savunmacı, söylemsel, sembolik, sığ, reaktif ve yozlaşmış bir muhafazakârlık oldu”.
15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL uygulamaları adalet alanında, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçiş siyaset alanında, MHP ile ittifak ideolojik alanda, bir virüs gibi toplumsal bünyeyi saran yolsuzluklar ahlak alanında, sığ sloganlara dayalı sembolik retorik kültür alanında, vasat zihne indirgenen nitelik karşıtlığı bilim alanında, varlık bilinci özünden kopuk şekilcilik ilahiyat alanında on yıllar boyu gelenek-modernite etkileşiminde üretilen idealleri ve değerleri önce iddiasızlaştırdı, sonra değersizleştirdi ve anlamsızlaştırdı. Nihayetinde elimizde kalan dışlayıcı bir milliyetçilikle bezenmiş içe kapanmacı, savunmacı, söylemsel, sembolik, sığ, reaktif ve yozlaşmış bir muhafazakârlık oldu.
Halbuki geniş muhafazakâr kitlelerin dinamizmi 1950’de tek parti döneminin kalıplarını kırmakta DP, 27 Mayıs darbesinin vesayetçi kültürünü aşmakta AP, 12 Eylül döneminin cunta uygulamalarına direnmekte ANAP ve 28 Şubat post-modern darbesinin topluma giydirmek istediği deli gömleğini yırtıp atmakta RP-Fazilet-AK Parti (ilk evre) iktidarlarının temel dayanak noktasını oluşturmuştu. Muhafazakâr birikim Soğuk Savaş sonrası jeopolitikte ve jeokültürel alandaki medeniyetler arası etkileşimde Türkiye’yi gelenek-modernite ilişkisinde örnek ve özgün konuma getirecek unsurlar barındırıyordu. Nesillerin ortak aklının ürünü olan gelenekleri reddetmeyen özgürlükçü bir laiklik ve ortak vatandaşlık ve tarihdaşlık bağından güç alan aidiyet bilinci ile tahkim edilmiş özgürlükçü milliyetçilikle etkileşim içinde özgün bir açılıma öncülük etme kapasitesine sahip olan muhafazakârlık bunun yerine sığ laiklik ve dışlayıcı/reaktif milliyetçilikle yolsuzluklara dayalı çıkar ittifakı kuran AK Partinin (ikinci evre) elinde arkaik ve çıkarcı bir zihniyete dönüştürüldü.
Bu çerçevede sorunuz son derece anlamlıdır: Böylesi kötü bir pratik içinde ortak akıl ve ahlak bilincine dayalı özünden koparılmış muhafazakârlık anlamlı ve ikna edici bir alternatif sunabilir mi?
Bütün bu çürümeyi içinden yaşayarak gözlemiş olmakla birlikte benim cevabım evettir. Bunun öncelikli şartı ise yaşanan bu pratik ile samimi ve cesur yüzleşmeye dayalı kapsamlı bir yenilenmedir. Böylesi bir yenilenme hem zorunlu hem mümkündür. Zorunludur, çünkü yakın siyasi tarihimiz ve son gelişmeler göstermiştir ki, geniş muhafazakâr kitlelerin ikna edilmediği bir değişim ya da atılım süreci başarılı olamamaktadır. Mümkündür, çünkü medeniyetler arası etkileşim hattı üzerinde gelişmiş geleneksel değer dünyamız ile modern dünyanın küreselleşme ile yükselen değerleri arasında anlamlı bir ilişki kurmamız özgün bir düşünsel açılımın ve buna dayalı bir siyasal zihniyetin temelini dokuyabilir.
Evet, bugün bireyden sosyal hayata, ekonomik yapılardan devletin kurumsal mimarisine kadar uzanan derinlikli bir kriz ile karşı karşıyayız. Muhafazakâr düşünce ve siyaset de bu kriz sarmalından etkilenmektedir. Ancak, unutmamak gerekir ki, krizler tarihin itici gücüdür. Krizden değil, krizin doğasını anlayamamaktan korkmak lazım.
Küresel düzeydeki genel dönüşüm ile Türkiye’nin geçirmekte olduğu sancılı süreçler arasında muhafazakâr düşüncenin katkı yapabilmesi yeni bir zihniyet ve siyaset yöntemi ile mümkün olabilir. Bu yeni bir zihniyet ve siyaset dönüşümün muhtemel katkıyla birlikte üç ana başlıkta ele alabiliriz.
Birincisi ve en az görünür olmakla birlikte en uzun evreli olan katkı insanlığın özellikle genetik, robot, yapay zeka ve iletişim teknolojisi ile girdiği tarihin en etkili ve dönüştürücü devrimi ile ilgilidir. Bu tür büyük dönüşüm süreçlerinde verilen ilk tepki geleneksel değerlerin çok ciddi bir yıkıma uğrayacağı yönündedir. Sanayi Devrimi ve Aydınlanma felsefesi sonrasında dinin sonunu, Tanrı’nın ölümünü ilan eden yaklaşımların ana akımı oluşturması buna çarpıcı bir misal teşkil eder. III. Fransız Cumhuriyeti siyasal düzeninin temelinde böylesi bir felsefi/düşünsel iklimin etkisi vardı. III. Fransız Cumhuriyeti dönemini özellikle zikrediyorum, çünkü Türkiye’de Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminin entelektüel ve siyasi öncülüğünü yapan elit büyük oranda bu iklimden etkilenmiştir.
Akıl-bilim-ilerleme doktrini çerçevesinde dinin ve geleneksel değerlerin zamanla etkisini tümüyle kaybedeceği beklenirken 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren hemen hemen bütün dini geleneklerde gözlenen canlanma, teknolojik gelişmelerin insani özü etkilemeye başladığı andan itibaren insanoğlunun varoluşsal sorulara cevap oluşturacak yeni bir anlam dünyası oluşturmaya çalışmasının sonucudur. 1920’lerde insanlığın tanrılara savaş ilan ettikten sonra ‘çelik canavarları ve makineleri’ aracılığıyla ‘bütün yerküreyi kuşatan muhteşem bir bahçe’ kuracağını söyleyen Sovyet Devrimi sonrası Komünist Akademi kurucularından Mikhail Reisner’den 1990’larda Ortodoks Kilisesinin Rus kimliğinin asli unsurlarından birisi olduğunun kabul edilmesine, Çin’de 20.yüzyılın ortasında geleneksel değerleri tümüyle tarih dışına itmek üzere başlatılan Kültür Devrimi’nden 20. Yüzyılın sonunda Konfüçyen erdemin yeniden keşfedilmesine, Tanrının Ölümünün ilan edildiği Avrupa’dan Hristiyan değerlerin Polonyalı bir Papa liderliğinde Doğu Avrupa başta olmak üzere Afrika, Asya ve Latin Amerika’da yeniden yayılmasının önünü açan II. Vatikan konsülüne giden süreç insanlığın binlerce yıllık birikiminin ürünü olan geleneklerin kolayca göz ardı edilemeyeceğini ortaya koymuştur. İslam dünyasında aynı süre içinde dini değerlerin canlanması bağlamında gözlenen devinim de bu genel tarihi akışa uygundur.
Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanmıştır. III. Fransız Cumhuriyeti’nin entelektüel/siyasi ikliminden esinlenen tek parti dönemi uygulamaları ile geleneksel yapılar ve dini değerler arasında yaşanan gerilim yeni sentez çabalarıyla yeni çatışma alanlarını beraberinde getirmiştir. AK Parti iktidarı son yıllardaki kutuplaştırma stratejisi yerine ilk dönemdeki sentez arayışlarını özgün bir zihniyete dönüştürebilseydi muhafazakâr tecrübenin bugünkü konumu çok farklı olabilirdi.
Ancak, tarih bütün dinamizmiyle akmaya devam etmektedir. Bugün insanlığın varoluşsal krizi Sanayi Devriminin getirdiği iklimden çok daha derindir. Genetik alanında insan doğasını etkileyecek ölçekte yaşanan gelişmeler, yapay zeka ve robot teknolojisinde insanımsı teknolojik aygıtlara kadar ulaşan süreç insanoğlunu ikili bir psikolojik etkiye maruz bırakacaktır. İnsanoğlunun bir taraftan kontrol kapasitesi ve gücü artarken diğer taraftan bu yeni teknolojik aygıtlara karşı kendi insani özünü nasıl koruyacağı ve kendi varoluşunu nasıl anlamlandıracağı sorusuyla çok daha derinden yüzleşmek zorunda kalacaktır. İşte burada insanlık birikimini temsil eden geleneklerin kendi özlerini bu yeni iklime intibak ettirmeleri son derece hayati olacaktır.
İnsan birinin varoluş idrakine yeni bir anlam katamayan hiçbir düşünce ve inanç kalıcı olamaz. Bu anlam insan bilinci ve zihniyeti açısından sosyal ya da politik kimlikten çok daha derin ve etkilidir. Benim “ben-idraki” olarak tanımladığım insanoğlunun kendi varoluşuna anlam katma çabası insani özün temelini dokur. Medeniyetler bu öze hitap edebildikleri ölçüde tarih sahnesine çıkarlar.
Mesela, İslam inancının insanlık tarihinin bütün önemli merkezlerini egemenliğine alan ve şehirler başta olmak üzere hayat alanlarını yeniden şekillendiren bir medeniyete dönüşmesi insan birinin Allah karşısında mutlak eşitliğine dayalı bir idrakin dar bedevi Arap asabiyesini, emperyal/köleci Roma ve Sasani düzenlerindeki edilgen teba anlayışını ve insanları varoluşsal düzlemde farklı kategorilere ayıran kast sistemine dayalı Hint düzenindeki insan anlayışını dönüştürebilmesiyle mümkün olmuştur. Akdeniz’den Çin’e, Avrasya steplerinden Afrika içlerine, Orta Avrupa’dan Hind’e kadar insanlığın ana medeniyet havzalarının 7.yüzyıldan 16.yüzyıla kadar İslam medeniyetinin etkisi altına girmesi sadece askeri başarıların değil esas itibarıyla insani varoluşa yeni bir anlam yükleyen bu inanç sisteminin etkisiyledir. Bu yayılma sadece askeri başarılarla ilgili olmuş olsaydı etkisi Moğol akınları gibi kısa süreli bir hakimiyet olarak kalırdı.
15. Yüzyıldan itibaren Reform ve Rönesans’dan Sanayi Devrimine ve Aydınlanma felsefesine kadar uzanan süreçte Avrupa’da insanın varoluşu ile ortaya konan yeni anlam dünyasının siyasi yansıması olan batı yayılmasının sömürgecilikle bu ana medeniyet havzalarının tümünü egemenliği altına alması da İslam-Batı ilişkilerindeki yüzleşme/hesaplaşma süreçlerinin tarihi arkaplanını oluşturur.
Medeniyetler arası etkileşimin merkezi coğrafyasında bulunan Türkiye aslında evrensel ölçekte etki yapacak özgün zihni açılımlara öncülük edecek bir kültürel/düşünsel ilkime sahip olabilirdi ve bunu ancak ve ancak derinlikli bir muhafazakâr bilinç gerçekleştirebilirdi. Bizim önce Bilim ve Sanat Vakfı sonra Şehir Üniversitesinde yapmak istediğimiz de buydu. Ancak, Türkiye’nin kültürel iklimine muhafazakâr değerlerin sığ, sloganik, nobran ve hamasi versiyonuna dayalı bir güç yozlaşmasının hâkim olması bu büyük tarihi eşiğin aşılamamasını beraberinde getirdi. İlahiyat Fakültelerinde felsefe derslerinin kaldırılması, biat anlayışının sadece kör bir siyasi itaat olarak değil aynı zamanda zihinsel bir teslimiyet olarak algılanması, Allah önünde tek başına hesap verecek olan insanın iradesinin kollektif bir şekilde cemaat ya da partilere tabi kılınarak şahsiyetlerin yok edilmesi ve insanlık birikiminden kopuk kapalı bir inanç dünyası inşa etme çabası ile ne insanlık birikimine katkı yapılabilir ne de din korunabilir.
Peki, muhafazakârlık kendini mâhkum ettiği bu çıkmazdan kurtularak evrensel geçerliliği olacak yeni bir açılım yapabilir mi? Cesur ve derinlikli bir özeleştiri yapmak şartıyla bu soruya cevabım evettir. Kısa dönemli siyasi analizlerde yirmi yıllık iktidar uzun bir dönemdir, ancak uzun evreli medeniyet dönüşümleri açısından çok kısa bir süredir.
Bugün, sadece muhafazakâr düşünce için değil, ülkemizdeki bütün düşünsel akımlar için insan birinin bütün anlam dünyasını değiştirecek bu yeni döneme hazırlanma sorumluluğu vardır. Bu düşünsel akımlar birbirleriyle ön yargısız şekilde etkileşime geçerse hem düşünce dünyamız zenginleşir hem toplumsal barış zemini güçlenir, hem de yerküredeki diğer düşünsel akımlarla daha saygın ilişkiye girebiliriz.
Yaşanan kötü tecrübelere sıkışıp kalmaktansa, insanlığın girdiği bu yeni dönemi doğru anlamamız ve bu yoğun dönüşüm sürecinde felsefi/düşünsel ve siyasi konumumuzu doğru tespit etmemiz gerekiyor. İhtiyacımız olan şey zihni yapıtaşlarımızı yeniden kurmaktır. Klasik kaynaklarımız ve zaman/mekan aşan değerlerimiz açısından muhafazakâr, değişimi anlamak ve yönetmek açısından devrimci olmak zorundayız. Şekli muhafazakârlık statükoculuğa, şekli devrimcilik değerleri tahrip eden bir kaos ortamına zemin hazırlar.
Yaşanan büyük teknolojik dönüşüm insanın diğer insanlarla, içinde diğer canlıları da barındıran evrenle ve yapay zeka dahil kendi geliştirdiği araçlarla kuracağı ilişkilerde yeni bir anlamlılık çerçevesini gerekli kılacaktır. Bu anlam arayışında geri-ileri, eski-yeni, geleneksel-çağdaş gibi ayrımlardan daha çok insani özü doğrudan ilgilendiren sahici ve kalıcı sorular ve cevap arayışları etkili olacaktır. Mesela, Kızılderili şefi Seaatle’ın 1854 yılında Amerikan Başkanı Franklin Pierce’e “Washington’daki Büyük Şef, bizim topraklarımızı satın almayı arzu ettiğini bildiriyor, gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alır veya satarsın? Bu bize tuhaf geliyor. Bu toprağın her bir parçası benim için mukaddestir. Biz toprağın parçasıyız, o da bizim parçamız. Kokulu çiçekler bizim kızkardeşimiz; geyik, at, yüce kartal, bunlar da erkek kardeşimiz” diyerek hitap ettiği mektup ABD Başkanın eline ulaştığında muhtemelen mülkiyet bilincinden yoksun ilkel bir şefin şiirsel ifadeleri olarak görülmüştür. Ancak, aynı mektup bugün ekolojik dengeyi korumaya çalışanlar için bir manifesto niteliği taşıyor.
Başta Mesnevi olmak üzere birçok İslam klasiğinin bugün dünyada en çok okunan eserler arasında yer alması da içerdiği insani öz ile ilgilidir. Bu çerçevede bizde muhafazakârlığın temelini dokuyan İslam inancının öngördüğü ben-idrakine dayalı birikimin yeniden yorumlanmasının insanoğlunun bu kritik eşikte karşı karşıya kaldığı varoluşsal meydan okumalarla ilgili önemli katkılar yapacağına olan inancımı hep korudum. Bu konuda da ülkemiz düşünce ikliminin önemli açılımlara öncülük edebileceğini düşündüm.
Gelenekler ile küreselleşmenin harmanlandığı yeni bir dünya doğarken muhafazakârlığı statükoculuk olarak değil, özgün açılımlar ve kültürel etkileşimlerle bugünün varoluşsal sorunlarına hitap edebilecek dinamik ve hatta devrimci bir kavram olarak yorumlamamız halinde evrensel ölçekli felsefi/düşünsel katkılar sunabiliriz.
İkinci önemli katkı, sosyal ve siyasal kimlikler konusunda alınacak tavırla ilgilidir. Ben-idrakinin aksine sosyal ve siyasal kimlikler toplumsal ilişkiler ağı içinde yeniden yapılandırılır, yeniden tanımlanır. Toplumsal gerilimlere yol açan dar ve dışlayıcı kimliklerin alternatifi “kimliksizleşme” değildir. Bugün temel meselemiz kimlikleri reddetme değil, farklı kimliklerin kendilerini ifade edebilecekleri çoğulcu bir düzen içinde varlıklarını koruma ve ortak aidiyet bilinci ile bir “toplum” olabilmeleridir.
Bu bağlamda muhafazakârlığın nasıl yorumlandığı önem taşımaktadır. Muhafazakârlık geleneksel kimliklerin kapsayıcı ve kuşatıcı bir şekilde yorumlanmasına öncülük etmesi halinde toplumsal barışa büyük katkıda bulunabileceği gibi, dışlayıcı ve ötekileştirici bir siyasete alet edilmesi halinde tam aksine toplumsal gerilimleri derinleştirici sonuçlar da doğurabilir. Biz AK Parti iktidarları sürecinde ikisini de tecrübe ederek gördük. AK Parti’nin ilk evresinde Kürt ve Alevi sorunlarında yapılan çalıştaylar ve açılımlar, Hristiyan ve Musevi vakıflara mallarının iadesi gibi somut adımlar ortak aidiyet bilincini güçlendirirken, ikinci evrede takip edilen dışlayıcı üslup ve muhafazakâr kimliğin sembollere ve sloganlara indirgenmesi toplumsal gerilimleri artırıcı bir rol oynadı. Bu ayrım Sayın Erdoğan ile aramızdaki önemli yaklaşım farklılıklarından birini oluşturmuştur.
Ben, PKK’nın çözüm sürecini istismar ederek bozduğu kamu düzenini yeniden ihdas edebilmek için Kürt vatandaşlarımız rencide etmeden ve dışlamadan demokratik hukuk kuralları içinde terörle mücadele yürütürken, Erdoğan seçim meydanlarında Kürt vatandaşlarımıza Kurân-ı Kerim göstererek ve Zerdüşt atıfları yaparak ortak tarihdaşlık bilincimizi sarsan bir iklim oluşturuyordu. Öte yandan, kendisinin de onayıyla Alevi vatandaşlarımızın sorunlarının aşılması için başta cemevlerine hukuki statü olmak üzere çalıştaylarda alınan kararların 1 Kasım 2015 seçimleri sonrasında uygulanması için başlattığım yasa girişimlerini -dönemin Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez’in ve başta Sayın Hayrettin Karaman olmak üzere birçok Sünni ilim adamının cemevlerine statü verilmesi konusundaki desteğine rağmen- bloke edeceğini söyleyerek engellemiştir.
O zaman sorumuzu tekrar etmekte fayda var: Neyi “muhafaza” etmek üzere hangi muhafazakârlık?
Benim için Kürtçe’nin yaşatılması hem Kürt vatandaşlarımızın doğal hakkı hem de tarihi derinliği haiz bir kültürel zenginliğimizin “muhafaza” edilmesidir. Ibıhça’nın tümüyle yok olması, Çerkezce’nin ve benzer Kafkas ve Balkan dillerinin neredeyse unutulması kültür muhafazası açısından bir kazanım mıdır yoksa sınır ötesi bağlarımızı da zayıflatan bir zaaf mıdır? Benzer şekilde, 13. Yüzyıldan bu yana bu topraklarda kök salmış Alevi İslam geleneğinin kurumları ile “muhafaza”sı Sünniliği mi zayıflatır yoksa “Alisiz Alevilik” iddiasıyla ayrı bir din ihdası üzerinden ortak tarihdaşlığımızı zaafa uğratmak isteyen çevreleri mi zayıflatır?
Benim muhafazakârlık anlayışımı doğru algılayan Kürt ve Alevi vatandaşlarımızın desteğini hep yanımda hissettim. Benim çoğunluğu temsil eden Sünni ve Türk kimliğine sahip olmam onların teveccühlerini azaltmadığı gibi artırdı, çünkü onlar benim onların dillerini, değerlerini ve kurumlarını “muhafaza” konusundaki tarihdaşlık anlayışımı da demokratik haklar konusundaki eşit vatandaşlık anlayışımı da gayet iyi biliyorlardı. Ben ne Erdoğan gibi Kürt vatandaşlarımıza “beğenmiyorsanız Kürdistan’a gidin” diye seslendim, ne de Alevi vatandaşlarımızın kimlik ve geleneklerini sürdürmesini bir sapma gibi telakki ettim.
Bu konuda başbakan olarak yaşadığım iki tecrübe bana gerçek muhafazakârlığın sadece çoğunluğu oluşturan kimliğin değer ve kurumlarını değil, toplumun bütün kesimlerinin değer ve kurumlarının ortak tarihdaşlık zemininde korunması anlamında geldiğini, ancak bu yolla bir ortak aidiyet bilincinin oluşabileceğini gösterdi.
Birincisi, Kürt vatandaşlarımızın bana verdiği ve başta Bahçeli olmak üzere bazı çevreleri çıldırtan “Serok Ahmet” unvanı ile ilgili. Terörle mücadelenin en zor günlerinde Nisan 2016’da Diyarbakır’ı ziyaret ettiğimde beni karşılamaya gelen binlerce Diyarbakırlıya Ulu Cami ile Hasanpaşa Hanı arasındaki meydanda hitap ettiğimde “Toroslarda bir Yörük-Türkmen obasına doğan bir Türkmen çocuğu olarak bu topraklarda benim hakkım ne ise Hakkari dağlarında doğan bir Kürt çocuğunun da hakkı odur; benim ninemden öğrendiğim güzel Yunus Emre Türkçesi ne kadar mukaddesse, bir Kürt çocuğunun Dicle kenarında ninesinden öğrendiği Fekiye Teyran’ın Kürtçesi de o kadar mukaddestir” dediğimde bütün meydan “Serok Ahmet” diye inledi” O günden bugüne de bu unvan doğal şekilde kullanılmaya devam etti. Saygı duyan saygı görür; rencide eden rencide edilir.
İkincisi, Hacı Bektaş-ı Veli anmalarına katılıp irticalen yaptığım konuşmada 12 İmam’ın isimlerini özellikleriyle tek tek sayıp hürmetle anmam üzerine toplantıya katılan dedelerin “siz bizim kültürümüzü bizden iyi anlattınız demesi”, Erzincan’da bir cemevine ziyaret ettiğimde konuşmamı bir niyaz duası formatında yapmam üzerine bir Alevi ninenin “seni çok seviyoruz başbakanım” demesi ve ondan sonra Alevilerin bana “Can Ahmet” diye hitap etmeleri. Şimdi bu gelenekleri saygı ve muhafaza mı muhafazakârlıktır yoksa Kürtçeyi ya da cemevini tehdit olarak görmek mi?
Alevi vatandaşlarımızın talebi üzerine Hacı Bektaş-ı Veli’nin türbesi ile birlikte benzer statüdeki ikinci mekan olan Hz. Mevlana’nın türbesine girişte ücret alınmasını kaldırdığımda Sayın Erdoğan ve çevresinden gelen ekonomik gelir kaybı eleştirilerine ve bazı çevrelerden “bu mekanlara ücretli müze statüsünün kaldırılmasının dergah statüsüne geri dönmek anlamına geleceği için laikliğe aykırı görülebileceği” eleştirilerine verdiğim şu cevap benim için geleneğe saygıyı yansıtan muhafazakârlığın özetidir: “Hacı Bektaş-ı Veli’nin ve Hz. Mevlana’nın huzuruna para ödenerek girilmesi onların öğretilerine en büyük saygısızlıktır.”
Dışişleri Bakanı olarak yurtdışında ülkemizden göçen Hristiyan vatandaşların kiliselerini ziyaret ettiğimde de, kendi cemaati olan yurtdışındaki vatandaşlarımızın ve komşu ülkelerdeki cemaat mensuplarının sorunları ile ilgili olarak İstanbul’daki Ortodoks, Katolik, Ermeni ve Süryani dini liderleri makamlarında ziyaret ettiğimde de ilk kez gerçekleşen bu ziyaretler ve ilgi dolayısıyla duydukları memnuniyetten geleneksel kurumlara saygının ortak aidiyet bilincini güçlendiren kapsayıcı muhafazakârlığın bir gereği olduğunu bizzat müşahede etmiştim. Mesela, bu ziyaretlerim esnasında Süryani cemaati yetkililerinin İstanbul’da kilise formatında bir ibadethanelerinin olmadığını öğrendiğimde Bakırköy’de bir kilise ihdası yönünde devreye girmemle başlayan sürecin sonunda geçtiğimiz günlerde Ekim ayında bu kilisenin açılışı daveti aldığımda bir Müslüman olarak sadece huzur duydum, çünkü Hz. Peygamber savaş şartlarında bile ibadethanelere ve içindeki rahiplere dokunulmamasını buyuruyordu.
“Bugün muhafazakârlık Türkiye’de de bir yol ayrımındadır. Bugünkü iktidarın benimsediği dışlayıcı ve ötekileştirici kimlik kurgusuna dayalı muhafazakârlık anlayışı İslam inancının kimlik anlayışıyla özdeşleştirilemeyeceği gibi geleneklerimizden gelen saygıya dayalı kültürel çoğulculuk anlayışına da uygun düşmez”
Ben, muhafazakârlığı ortak tarihi serüvenin ürettiği ortak akıl ve tecrübe birikiminin demokratik kamu düzenine yansıtılması olarak gördüğüm için bu tarihi süreç içinde bir arada yaşamış kimliklerin çatışmadan bir ortak hayat alanı oluşturmasını toplumsal barışın bir ön şartı olarak gördüm. Ortak aidiyet bilinci tarih akış içinde sınamalarla şekillenir. Daha önceki birçok çalışmamda “tarihdaşlık” olarak tanımladığım ortak hafıza birlikteliği “vatandaşlık”la birlikte ortak aidiyet bilincinin asli sütunlarını oluşturur.
Dışlayıcı ve kutuplaştırıcı muhafazakârlık kendi geleneğinin korunmasının başka geleneklerin yok edilmesiyle sağlanacağını düşünür. Amerikan yeni-muhafazakârlığının (neo-conservatism) Irak’ta İslam kültür mirasını tahrip eden bir işgali, Hint yeni-muhafazakârlığının Keşmir’de, Çin yeni-muhafazakârlığının Doğu Türkistan’da İslam kimliğini yok etmeye dönük politikaları, selefi oldukları iddiasındaki bazı grupların başta Irak ve Afganistan olmak üzere birçok ülkede sadece farklı dini geleneklere değil farklı İslam mezheplerine dönük yaptıkları saldırılar bunun çarpıcı örneklerini oluşturur.
“Güç yozlaşmasının getirdiği bu hastalıklı dışlayıcı muhafazakârlık anlayışının yaptığı tahribat geleneklere savaş açan dışlayıcı bir zihniyetle değil, evrensel kültüre açık çoğulcu bir muhafazakârlık anlayışıyla giderilebilir.”
Bugün muhafazakârlık Türkiye’de de bir yol ayrımındadır. Bugünkü iktidarın benimsediği dışlayıcı ve ötekileştirici kimlik kurgusuna dayalı muhafazakârlık anlayışı İslam inancının kimlik anlayışıyla özdeşleştirilemeyeceği gibi geleneklerimizden gelen saygıya dayalı kültürel çoğulculuk anlayışına da uygun düşmez. İnsani kimliği özümsememiş olanın İslami kimliğinden de bahsedilemez. Asırlarca başta İstanbul olmak üzere şehirlerimizde süregelmiş olan çok kültürlü, çok dinli, çok etnisiteli gerçek kültürel çoğulculuğa dayalı köklü geleneğimizi anlamayanın da tarih bilincinden bahsedilemez.
Güç yozlaşmasının getirdiği bu hastalıklı dışlayıcı muhafazakârlık anlayışının yaptığı tahribat geleneklere savaş açan dışlayıcı bir zihniyetle değil, evrensel kültüre açık çoğulcu bir muhafazakârlık anlayışıyla giderilebilir. Dar kimliklerin alternatifi kimliksizleşme değil kültürel çoğulculuğu teşvik eden tarihdaşlık ve vatandaşlık bilincine dayalı ortak aidiyet bilincinin gerektirdiği kapsayıcı kimliktir.
Kapsayıcı muhafazakârlık anlayışının yapabileceği üçüncü önemli katkı toplumsal süreklilik ile toplumsal değişim arasında kurulabilecek dengeyle ilgilidir. Muhafazakârlık toplumsal değerlerin ve kurumların sürekliliğini esas alırken bu süreklilik unsurlarına dayalı değişimin meşruiyetini de sağlama misyonu üstlenir. Burada son derece çarpıcı bir paradoks vardır. Modernleşme sürecinde toplumsal değerlerin ve kurumların sürekliliği adına tepeden gelen değişim taleplerine karşı direnen geniş muhafazakâr kitleler tabandan gelen doğal değişim süreçlerine ikna edildiklerinde değişimin öncü gücü olmuşlardır. Tek parti döneminin tepeden tabana yayılan değişim stratejisine direnen muhafazakâr kitleler DP ve AP iktidarlarında sanayileşme kentleşme süreçlerinde getirdiği sosyolojik değişimin motor gücü olmuşlardır. ANAP iktidarında ekonominin dünyaya açılmasında, AK Parti’nin ilk evresindeki AB entegrasyon süreçlerinde de benzer bir etki söz konusudur.
AK Parti’nin ikinci evresinde yaşananlar toplumsal değer ve kurumların sürekliliğinde büyük tahribata yol açmıştır. Bu tahribatın en önemli sebebi ahlakîliğe değil ahlakçılığa dayanan AK Partinin söylemsel ahlak anlayışıdır. Bu yaklaşım özel ahlak alanında ciddi bir bozulmaya yol açarken, kamu ahlakının neredeyse tümüyle göz ardı edilmesi sonucunu doğurmuştur. Her gün aile ahlakından bahseden iktidarın kontrolündeki kanallar gündüz kadın programlarında bütün aile değerlerini yerle bir ederken, cinsel istismar suçları toplumsal katmanların her alanına sirayet eder hale gelmiştir. Öte yandan, iktidarın elinde meşrulaşan yolsuzluklar zaten kökleşmemiş olan kamu ahlakı alanını daha da yıpratmıştır. Son dönemlerde tırmanan enflasyon ve sokak aralarına kadar yayılan uyuşturucu hem özel hem kamu ahlakını ciddi şekilde tahrip etmiştir.
Devletin kamusal mimarisi ile sivil toplumun STK mimarisi ise geleneklerinden tümüyle kopmuştur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçerken Başbakanlık başta olmak üzere devlet mimarisinin omurga kurumları ya tasfiye edilmişler ya da kurumsal kültürlerini tümüyle kaybetmişlerdir. Devlet geleneğinin ana unsurları olan ehliyet, liyakat ve kıdem anlayışları terkedilmiş, nepotizm her alana sirayet etmiştir. Kendilerinin muhafazakâr olduğunu iddia eden bugünkü iktidar sahiplerinin siyasi düşüncemizde önemli bir yeri olan siyasetnameleri ve Osmanlı dönemi devlet geleneğindeki bozulma ve çözüm yollarının ele alındığı layihaları okuyacak kadar gelenek bilgileri olsaydı, o eserlerde vurgulanan bütün hastalıkların bugün devr-i iktidarlarında kamunun her alanının sarmış olduğunu görürlerdi. Özetle, toplumsal ahlak ve kurumların sürekliliği ve korunması anlamında bugünkü iktidar asla muhafazakâr olarak değerlendirilemez.
O zaman şu soru özel anlam taşır: Söylemsel muhafazakârlığın yaptığı tahribatı gelenek sahibi bir muhafazakârlık aşabilir mi?
Cevabım yine evettir, ama kendisini devrimci bir şekilde yenilemek şartıyla. Onun için 2019 Haziran’ında AK Parti içinde itirazlarımı dile getirmeye başladığımda Konya’da yaptığım konuşmada “ya yeni hal, ya izmihlal” diye seslenmiştim. O gün kulağını bu sese kapatanlar yeni bir hale bürünmedikleri gibi sadece kendilerini değil bütün toplumu bir izmihlale sürüklediler.
Yıldıray Oğur: Ben bu soruyu biraz daha açabilir miyim? Biraz önceki soruda “Klasik kaynaklarımız ve zaman/mekan aşan değerlerimiz açısından muhafazakâr, değişimi anlamak ve yönetmek açısından devrimci olmak zorundayız. Şekli muhafazakârlık statükoculuğa, şekli devrimcilik değerleri tahrip eden bir kaos ortamına zemin hazırlar” demiştiniz.Muhafazakârlıkla devrimciliği aynı bağlamda kullanmak çelişki gibi görünen ama çarpıcı bir yaklaşım. Şimdi de muhafazakârların kendilerini devrimci bir şekilde yenilemesinden bahsediyorsunuz. Bu nasıl olacak?
Ahmet Davutoğlu: Her şeyden önce samimi muhafazakârların şu gerçeği görmeleri lazım. Güç pratiğinden önceki muhafazakâr kodlar, İslami söylem unsurları ve mağduriyet psikolojisi ile bugüne ve bugünkü genç nesle hitap etmek ve onları ikna edebilmek mümkün değildir. Bu yöntem ile iktidar korunmaya çalışılırsa belki toplumsal tabanın bir kesimi daha da keskinleşebilir, ama geniş bir gençlik kesimi deizme ve ateizme yönelmeye devam eder, çünkü genç ruhun hiç affetmeyeceği şey söylem ile eylem arasındaki uçurumdan kaynaklanan samimiyetsizliktir.
“Bugün her evde güç pratiğinde yozlaşmış ya da yozlaşmaya gözünü kapatmış bir nesil ile onları sorgulayan bir 21. Yüzyıl neslinin çatışması yaşanıyor.”
Evet, ben yöntem olarak bugünkü güç yozlaşmasına karşı cesur bir yüzleşmeyle bir zihniyet devrimi yapmak gerektiğine inanıyorum. Palyatif tedbirlerle ve idare-i maslahat anlayışıyla muhafazakârlığın ve İslami çevrelerinde güç ile sınavında girdiği bu derin krizi aşabilmesi mümkün değildir.
Bugün her evde güç pratiğinde yozlaşmış ya da yozlaşmaya gözünü kapatmış bir nesil ile onları sorgulayan bir 21. Yüzyıl neslinin çatışması yaşanıyor. Aileden aldıkları ideal değerlerle ailelerinin de desteğini verdiği bir iktidarın güç pratiği ve eylemleri arasındaki derin uçurumu gören saf vicdanlı gençler sadece iktidardakileri değil, onların savunduğunu iddia ettikleri değerleri de sorgulamaya başlıyorlar.
“Son dönemde genç neslin haklı sorgulamaları üzerinde derinlikli olarak düşünmeye çalıştığımda ben de kendime şu soruyu ciddi şekilde tekrar sordum: “Ben niye Müslüman oldum?”
Bazılarını ciddi şekilde kaygılandıran bu sorgulamayı ben sağlıklı bir tepki olarak görüyorum. Asıl kaygılanmamız gereken şey, yaşananları sorgulayarak kendi zihnini yeniden inşa etmeye çalışan gençlerin varlığı değil, iktidar partisinin genel merkezinde pudra şekeri kılıfına bürünmüş uyuşturucuları aldıktan sonra hamasi sloganlarla sokağa inmeye hazır olan yapay bir iktidar gençliğinin varlığı olmalıdır. Eğer bu samimi sorgulama sistematik bir bütünlüğe ve inşa edici bir zihne kavuşursa tam da benim daha önce vurguladığım evrensel arayışlarla bütünleşen yeni bir düşünsel canlanmanın önü açılır. Tarihin en köklü değişimlerinden birini tetikleyen Büyük İskender’in kendisi de etrafındakiler de gençti, Hz. İsa ve havarileri otuzlu yaşlardaydı, Hz. Peygamber ile Medine’ye hicret edenlerin yaş ortalaması da otuzları geçmiyordu. Hangi dönemde olursa olsun tarihin itici gücü saf vicdanlı gençlerin varolanla yetinmeyip onları sorgulamalarıdır. Evet, her genç nesil kendi sınavını yaşar ama nesilleri aşan bir ortak ruh da vardır.
Son dönemde genç neslin haklı sorgulamaları üzerinde derinlikli olarak düşünmeye çalıştığımda ben de kendime şu soruyu ciddi şekilde tekrar sordum: “Ben niye Müslüman oldum?”
Bir neslin hoca olarak andığı birinin ilerleyen yaşlarında bu soruyu sorması bazılarına çok tuhaf gelebilir. Ama, ben kendime bu soruyu sormadan başkalarının sorgulamalarını nasıl anlayabilirim? Bu soruyu sorarken zihnimin şekillendiği çocukluk ve gençlik yıllarında sığındığım mekanlara, çocukluğumun geçtiği Fatih Camii civarına, gençlik arayışlarımın mekanları olan İstanbul Erkek Lisesi’ne, Cağaloğlu’na, Babı Ali yokuşuna, Beyazıt Çınaraltına, üniversite yıllarımın sığınakları olan Yahya Efendi Dergahına, Rumelihisarı ile Aşiyan mezarlığı arasındaki tepeye zihnen ve fiilen gittim geldim. Evet Müslüman geleneğin yaşadığı bir aileye doğmuştum, ama benzer geçmişe sahip gençler o yıllarda dini inançları dönemi bitmiş arkaik unsurlar olarak gören popüler sol eğilimlerin etkisi altına girmişken ben niye bu akımların etkisi altında olan okullarda Müslüman kimliğine ve inancına sarılmıştım? Yetmişli yılların ortalarında 15-16 yaşlarında ilk kez yayınlanan Nesefî Akaidini Marksist düşüncenin klasiği olan Politzer’in Felsefenin Başlangıç ilkeleriyle karşılaştırmalı okurken, Einstein ile Heisenberg’in fizik anlayışlarını karşılaştırırken, Said Halim Paşa’nın Buhranlarımız adlı eserini İdris Küçükömer’in Düzenin yabancılaşması ile birlikte okurken o gün bizim nesle dayatılan hakim paradigmayı sorgularken ben nasıl haklıysam bugünkü gençler de hakim gücü sorgulamakta o derece haklıdır.
Bütün bu zihni serüven açısından Müslüman doğuşum benim tercihim değildi, ama Müslüman oluşum her aşamada beynimin kıvrımlarına ve iliklerime kadar hissettiğim “beni bana idrak ettiren” bir tercihti. Materyalist düşüncenin mekanikliği, agnostik düşüncenin anlamsızlığı ne zihnime ne ruhuma hitap ediyordu. Daha sonraki yıllarda İslam düşüncesinin temelini oluşturan Tevhid inancı üzerine yazdığım tezde de temel amacım bu inancın yeni bir yorumu ile insanlığa düşünce ufku açmasıydı. Esmaul Hüsna üzerine tefekkür ettikçe hem gücümü hem acziyetimi anlıyor, eşref-i mahlukat olmakla esfel-i safilin olmak arasındaki varoluşsal imtihanımızı kavrıyordum.
Bugün hala bazılarına anlamsız gelen bir idealizmle hayata ve mücadeleme tutunuyor isem, bunda bir imparatorluk başkentinde yetişen bir genç olarak sömürgecilik ve geri kalmışlık sendorumuyla, köklü bir kültürel geleneğin içinden geldiğine inanan bir aydın olarak moderniteyle, varoluşunun anlamını bir ben-idrakine dönüştürmeye çalışan bir mümin olarak bütün insanlık birikimiyle yüzleşmemin derin etkisi vardır. Kimliğimden hiç gocunmadım ama kimliğimi hiçbir dini veya ulusal kimliğin karşıtı olarak tanımlamadım. Hala içimde bir imparatorluk başkenti genci, gelenekten geleceğe yürüyen bir aydın ve insanlık birikimiyle bütünleşen bir mümin yaşamaya devam ettiği için yaşanılan çözülmeye, hırpalanan değerlere, örselenen kültüre, niteliğini kaybeden eğitime, nitelikli insan gücünün yurt dışına göç etmesine yol açan siyasal iklime, bir gün önce meydan okuduğu güçlerden bir gün sonra “aptal olma” diye mektup almayı içine sindiren sahte hamasete, yolsuzluklara dayanan ekonomi-politik düzene ve bütün bunları dini ve milli kavramlarla örtmeye ve meşrulaştırmaya çalışan zihniyete karşı isyanım var.
“Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Muhafazakârlık post-iktidar dönemini tümüyle yeniden yorumlamak zorundadır. Artık geleneksel muhafazakârlık dönemi kapanmıştır. Post-iktidar muhafazakârlığı yeni bir kimlikle, yeni bir düşünce yöntemiyle, yeni bir söylemle ve yeni bir pratikle inşa edilmek zorundadır.”
Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Muhafazakârlık post-iktidar dönemini tümüyle yeniden yorumlamak zorundadır. Artık geleneksel muhafazakârlık dönemi kapanmıştır. Post-iktidar muhafazakârlığı yeni bir kimlikle, yeni bir düşünce yöntemiyle, yeni bir söylemle ve yeni bir pratikle inşa edilmek zorundadır.
Peki bunun için nereden başlamalı ve nasıl bir yol takip edilmelidir?
Öncelikle İslami değerlerin sadece formel/literal hükümlerini değil esas itibarıyla o değer ve hükümlerin amaçladığı hedefi esas alan bir anlayış benimsemek gerekiyor. Bu temel tespiti Sayın Erdoğan’ın nassa atıfla ortaya attığı ve şu günlerde tümüyle iflas ettiği için terk ettiği ekonomi anlayışından örnekle açıklığı kavuşturabiliriz.
Nassın öngördüğü faiz yasağının temel amacı ekonomik olarak zayıfların korumak, elinde sermaye bulunan kesimlerin bu sermayeyi kullanarak ihtiyaç sahiplerinin sömürmelerini ve servet transferi üzerinden tekelleşmelerini engellemektir. Ancak sayın Erdoğan’ın “nass varken bize ne oluyor” diyerek 2021 Ağustos’undan bu yana uyguladığı faiz politikasının sonucunda üç yolla fakirler daha fakir kılınırken zenginlerin sermaye ve rant terakümü en üst düzeye çıkmıştır: (i) milyonlarca küçük mevduat sahibinin birikimleri düşük faizli kredilerle özel seçilmiş firmalara aktarılmış; (ii) negatif reel faiz politikasının sonucu olarak tırmanışa geçen kuru kontrol edebilmek için uydurulan Kur Korumalı Mevduat denilen kambur ile geniş kitlelerden toplanan vergilerden 700 milyar TL küçük bir tefeci gruba transfer edilmiş; (iii) yüksek enflasyon ve kur kaygısının oluşturduğu telaş ile tasarruflarını korumak isteyenlerin ve rantiye sınıfının konut ve emlak piyasasına yönelmesi ile konut fiyatları ve kiralar dar gelirlilerin üzerine ağır bir yük oluşturmuştur.
“Nassın amacıyla ve ekonomik biliminin gerçeklikleri arasına irtibat kuramayan bir zihni formasyon hem ekonomik dengeleri hem de manevi değerleri tahrip etmiştir.”
Sonuçta, fakiri daha fakir, tefeciyi daha zengin kılan, vahşi bir servet transferi yapan ve inananların üzerine titrediği nass kavramını itibarsızlaştıran bir süreç sonrasında sayın Erdoğan seçimlerden sonra kendisinden menkul nass yorumunu terketmek zorunda kalmıştır. Olan dar gelirlilere, mazlumlara ve nass kavramına olmuştur.
Peki olması gereken neydi? Olması gereken nassın amacı esas alınarak günün ekonomik şartlarının yorumlanması ve fakiri rantiyeye karşı koruyacak en rasyonel politikayı uygulamaktı. Nassın amacıyla ve ekonomik biliminin gerçeklikleri arasına irtibat kuramayan bir zihni formasyon hem ekonomik dengeleri hem de manevi değerleri tahrip etmiştir. Daha vahimi ise, yakın sermaye gruplarına ucuz kredi aktarabilmek için nass kavramı istismar edilmiştir.
Konuyu daha genel boyutları ile ele alırsak, klasik İslam düşüncesinde Makasıd (maksatlar) olarak ifade edilen insanın canının, aklının, inancının, neslinin ve malının korunması ilkeleri bütün değer ve norm sisteminin temelini oluşturur. Bu amaçlar mutlak olarak muhafaza edilmeli, hükümler bu amaçlar doğrultusunda hayatın değişen gerçeklerine uygun şekilde yeniden yorumlanmalıdır.
Bütün mezhepler ve düşünce ekolleri bu temel hedefler konusunda müttefiktirler. Bu çıkış noktası aynı zamanda insan haklarına dayalı evrensel geçerliliği olan bir söylem geliştirme konusunda da önümüzü açacaktır. Bu beş hedef ve onun ahlakî, hukuki, sosyal, ekonomik ve siyasal yansımaları konusunda post-iktidar dönemi muhafazakârlığın temel çerçevesini adım adım şu şekilde geliştirebileceğimize inanıyorum. En azından, benim muhafazakârlığın girdiği bunalım sürecinden çıkış ile ilgili teklif ettiğim yol haritası budur.
Önce insanın canı, hayatı, hatta daha geniş ifadesiyle varolma, varoluşunu idrak etme ve yaşama hakkı. Varolma hakkı sadece nefes alıp verme hakkı değil, nefes alıp verirken insani varoluşunu yaşayabilme hakkıdır. İslam inancının insanlık bilincini şekillendiren en temel ilkelerinden birisi “bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” (Maide, 32) ayetinin derin anlamında gizlidir. Dikkat edilirse burada inanan-inanmayan, Müslüman-gayrimüslim, kadın-erkek, efendi-köle, üst kast-alt kast, beyaz-siyah vs. denmiyor; insan deniyor, çünkü insan Allah’ın mutlak vasıflarını kendisinde göreceli olarak barındırır. İnsana kasteden Allah’ın varoluşsal mucizesine kastetmiştir. Bu varoluş sadece biyolojik değil, aynı zamanda manevi varoluştur. İnsanın manevi varoluşuna kastedecek şekilde onun onurunu yok eden, onun manevi varlığına işkence eden de bütün insanlığın onuruna ve manevi varlığına kastetmiş demektir. İnsanın her anlamda aldığı nefesle ve insan olarak taşıdığı onurla ve şahsiyetle varolma hakkı muhafazakâr zihniyetin temelini dokumalıdır.
İslami ve muhafazakâr çevreler İŞİD benzeri terör örgütlerinin de insan onurunu yok sayan otoriter yapıların da karşısında bütün insanlığın onurunu savunan böylesi bir yeni zihniyet temeli ile harekete geçmedikçe evrensel bir mesajın sözcülüğünü yapamazlar. Şimdi Şeyh Galip’in güzel tavsiyesinin hakkını verme vaktidir: “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen, merdum-i dîde-i ekvân olan ademsin sen (Hoşça bak zatına ki alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan ademsin sen)”
Bugün iktidar gücü ile kendi idraklerinden kopan ve diğer kesimlerle ayrışan muhafazakârların önce kendi zatlarına sonra da kendilerinden farklı düşünen bütün topluma ve insanlığa “hoşça bakma” sınavını vermeleri gerekmektedir.
İkincisi, aklı korumak. Burada kastedilen de sadece insanın psikiyatrik olarak akıl yeteneğini kaybetmesi değildir. İnsan aklını esir alan, düşünme yeteneğini yok eden ya da kısıtlayan her yapı ve anlayış aklı korumak ilkesine aykırı hareket ediyor demektir. Körü körüne itaat anlayışı ile bir neslin aklını esir alan FETÖ yapılanmasının yol açtığı zararlar tecrübeyle sabitken hiçbir muhafazakâr aydın, kanaat önderi ve siyasetçi genç neslin düşünme, muhakeme etme ve sorgulama yeteneğini sınırlamaya çalışan bir yaklaşımı asla benimseyemez. “Başkasına körü körüne itaat etmeyin, ama bana edin” anlayışının yayılması Müslüman toplumları muhakeme yeteneğinden mahrum bırakan sonuçlar doğurmuştur. İslam inancı imanın dahi tahkiki (araştırmaya ve muhakemeye dayalı) olmasını öngörürken siyaset ve sosyal hayatın muhakemesiz taklide dayalı olması gerektiğini savunmak ne derece İslami sayılabilir? Tek tek varolmayan akıllardan ortak akıl anlamında bir gelenek doğması da mümkün değildir. İnsanı erdem ve hikmet yolunda olgunlaştırma amacı güden tasavvuf aklı terk ederek değil akleden kalplere hitap etmesi halinde gerçek işlevini ortaya koyabilir.
Akletme yeteneği yok edilmiş ya da zayıflatılmış nesillerin önümüzdeki dönemde yapay zekalarla dahi rekabet edebilmesi güçleşir. Düşünme ve muhakeme yeteneğini geliştiremediğimiz gençlerimiz yapay zekalarla donatılmış bir dünyanın köleleri olmak zorunda kalabilir. Kuran-ı Kerim’de defalarca tekrarlanan “akletmez misiniz?” sorusunun hakkını vermeden muhafazakâr bir düşüncenin ya da siyasetin var olabilmesi mümkün olur mu? Aklını yetkin şekilde kullanarak nitelikli güç haline gelen beyinlerin muhafazakâr olduğunu iddia eden bir iktidar döneminde ülke dışına göç etmesi bu ilkeye ne kadar ters düşüldüğünün işareti değil mi?
Üçüncüsü, inancın korunması. Bu ilkenin de en geniş anlamda yorumu din ve vicdan hürriyetidir. Her dini akımın kendisini kurtulmuş (fırka-ı naciye), farklı yorumların hepsini sapkın gördüğü bir ortamda din ve vicdan hürriyeti ve İslam’ın kavramsal özü olan silm (barış) korunabilir mi? İmanın tahkikisine teşvik eden bir anlayışın bu tahkik sürecinde sahip olunan düşünceleri tehdit görmesi düşünce hayatını donuklaştırmaz mı? Bugün, İslam dünyasında bu değer hiyerarşisinde insan canını yok edecek ve insan aklını hükümsüz kılacak şekilde yaşanan mezhep ve ekol çatışmalarından ders çıkarmaksızın muhafazakâr düşüncenin kendini yenileme şansı yoktur. Geleneksel şehir hayatımızda süregelen kültürel/dini çoğulculuğun yeniden keşfedilerek bugünkü şartlara uyarlanması post-iktidar muhafazakârlığın öncelikli hedeflerinden biri olmak zorundadır.
Dördüncüsü, neslin korunması. Bugünlerde muhafazakârlık anlamında akla gelen ilk kaygılardan birisi. Haklı bir kaygı olduğundan hiç şüphe yok, çünkü aile insanlığın ortak aklının ve tecrübesinin ürettiği en köklü ve varoluşsal anlamı en yüksek kurumdur. Neslin sürdürülebilmesi de kültürün aktarılabilmesi de bu kurumun varlığına bağlıdır. Ancak neslin korunması aile ile birlikte kadının da korunmasına bağlıdır. Kadını ailenin edilgen unsuru olarak gören bir anlayışa karşı kadını da erkekle birlikte ailenin ve toplumsal hayatın öznesi olarak görmedikçe neslin korunmasını teminat altına almak mümkün değildir.
Beşincisi, malın korunması. Bu ilke de nasıl elde edilmiş olursa olsun servetin korunması değildir. İnsanın zihin ya da el emeğiyle elde edildiği için onun şahsiyetinin bir parçası olan ürünün ya da mülkün korunmasıdır. Malın korunması kul hakkından azade bir şekilde ve meşru yollarla elde edilmiş olmasına bağlıdır.
“Bugün ahlak maalesef siyaseti belirleyen değil, siyaset tarafından belirlenen ilkesiz bir alan haline dönüşmüştür.”
Bu ilkelerin ahlakî, hukuki, sosyal, siyasi ve ekonomik düzen ile ilgili doğrudan sonuçları vardır.
Yaşanan güç yozlaşmasının muhafazakârlık üzerindeki en yıkıcı etkisi ahlakçı söylem ile ahlakî pratik arasındaki derin çelişkide yaşanmıştır. Muhalefet dönemlerinde dindarlık ile ahlakîlik arasında kurulan doğrusal bağlantı iktidar döneminde neredeyse tam tersi bir denkleme oturmuştur. Bu anlamda post-iktidar muhafazakârlığının en büyük travması ahlakçılık ile ahlakîlik arasında yaşanmaktadır. Muhafazakâr siyasi düşünce ve pratiğin muhalefet döneminde en fazla eleştirdiği Makyavelist siyaset yönteminin neredeyse en çarpıcı örneklikleri bugün yaşanmakta ve normalleşmektedir. Yolsuzlukların her türünün meşrulaştığı bugünkü ekonomi-politik iklim ahlakî değerlerden azade kılınmış bir siyasetin eseridir. Bugün ahlak maalesef siyaseti belirleyen değil, siyaset tarafından belirlenen ilkesiz bir alan haline dönüşmüştür.
Muhafazakâr siyasetin içinde bulunduğu ahlakî buhranın çözümü yeni bir siyasi ahlak söylemi değil yeni bir siyasi ahlak pratiğidir. Başbakanlıktan ayrıldıktan sonra öğrencilerimle yaptığım bir sohbette bir arkadaşımız “hocam gördüğünüz gibi siyaset pür ahlakı savunanların barınamadığı bir alan, akademik hayata dönüp teorik çalışmalara yönelseniz” dediğinde ona “biz artık muhalefette olduğumuz doksanlı yılların konforlu alanında değiliz; bugün içine düştüğümüz çıkmaz soyut ve teorik bir siyasi ahlak söylemi ile değil, yeni ve yaşanır bir siyasi ahlak pratiği ile aşılabilir” demiştim. Gelecek Partisi’nin bugün en önemli misyonu da bu siyasi ahlak pratiğinin öncüsü olmaktır. Yeni muhafazakâr siyaset açılımının bu açmazı aşabilmesi siyasi iklime yapabileceği en büyük katkı olacaktır.
Hukuk düzeni konusundaki kanaatlerimi demokratik hukuk devleti ile ilgili soruda daha detaylı olarak ele alacağım.
Sosyal hayat alanında post-iktidar muhafazakârlığının en büyük sorunu sivil toplum bilincinin ve mantığının neredeyse tümüyle terk edilmiş olmasıdır. Muhafazakâr kesimlerin Tek Parti döneminden 28 Şubat dönemine kadar sistem tarafından ve iktidar süreçlerinden dışlanması güçlü bir sivil toplum altyapısının oluşmasına zemin hazırlamıştı. Dernekler, vakıflar, yayınevleri, dergi çevreleri, tarikatlar ve cemaatler ülke çapında oluşturdukları sivil ağlarla kendi başlarına ayakta durabilecek bir güç kazanmışlardı.
İktidar döneminde hemen hemen bütün bu yapıların siyasi güç merkezine tabi hale gelmiş olması cesametin büyümesine ama sivil ve özgür iradenin daralmasına yol açmıştır. Bugün iktidardan bağımsız gerçek bir muhafazakâr sivil toplumdan bahsetmek mümkün değildir. Bir anlamda bugün muhafazakâr sivil toplum yapıları iktidardan aldığı hormonlu destekle obezleşmiş, ancak muhalefet dönemindeki zinde, özgün ve özgür niteliğini kaybetmiştir. Ahlakî çöküntü bağlamında 700 civarında sivil toplum örgütüne yazdığım mektuba olumlu ya da olumsuz tek bir cevap gelmemesi iktidarın yaydığı korku ikliminin doğal sonucu olmuştur. Öte yandan sivil bir hareket görüntüsüyle yayılan FETÖ’nün darbe teşebbüsüne kadar giden kötü örneği ve sonrasında yaşananlar halkın bu yapılara olan güvenini sarsmış, samimi ve gerçek sivil toplum yapılarının sosyal destek anlamında can damarlarını kesmiştir. FETÖ yapılanmasının tasfiyesi sonrasında bu tasfiyeden pay alan ve bu boşluğu doldurarak büyümeye çalışan sivil toplum kuruluşlarının resmi desteğe bağımlılıkları daha da artmıştır.
Bugün muhafazakâr kesimin sivil toplum kuruluşları büyük binalara ve geniş imkanlara sahiptir, ama sivil kimlik ve etki bakımından yirmi yıl öncesinin çok gerisindedirler. Bunun sebebi çok açıktır: Sivil Toplum yüksek binalarda değil derin vicdanlarda tecelli eder.
Muhafazakâr kesimin gerçek anlamda sivil toplum bilincine sahip olması ülkemizde sivil toplumun güçlenmesi açısından büyük öneme sahiptir. Hangi ideolojiye ve siyasi görüşe sahip olursa olsun, sivil toplum kuruluşlarının kendilerini resmi alanın desteğine bağlamış olduğu toplumlarda demokratik kültürün yerleşmesi mümkün değildir.
Siyasal açıdan bakıldığında, insan onurunu ve hukukun özünü teşkil eden temel insan haklarını esas almayan, asırların birikiminden güç alan devlet aklını ve şahsiyetli vatandaşların rasyonel tercihlerini devre dışı bırakan körü körüne itaat anlayışına dayanan ve inanç, vicdan, nesil ve meşru kazancı koruyacak adalet kültürünü ihmal eden bir siyasetin muhafazakârlık iddiası sadece yüzeysel sloganlar düzeyinde geçerli olabilir. Hz. Ömer’e hutbe esnasında itiraz eden ve hesap soran sahabe örneğini anlata anlata büyüyen bir neslin bugün kendisine soru sorup tavsiyede bulunanları dahi hain ilan ederek dışlayan ve her tür baskıya maruz bırakan bir noktaya gelmiş olması muhafazakâr siyaset açısından büyük dersler çıkarılması gereken bir süreçtir. İktidar olmak muhafazakâr siyasetin görünen gücünü artırırken, vicdani meşruiyet gücünü neredeyse tümüyle yok etmiştir.
“Bugün iktidar sahiplerinin ilkesel çelişkilere dayalı siyasetini dini referanslarla meşru kılma çabası ve bu çelişkiler karşısında manevi değerlerin muhafazası misyonunu üstlenmesi beklenen ilim adamlarının bu ilkesizlikleri doğrudan ya da susarak onaylaması gençlerin sadece siyasetten değil dinden de soğumasına yol açmaktadır.”
Vicdani meşruiyet alanının kaybolmasının vebali sadece körü körüne mutlak itaate dayalı anlayış ve uygulamaları siyasetin dini vecibesi sayan siyasilerin omuzlarında değil, bu itaat anlayışını meşrulaştıran ilim adamlarının ve kanaat önderlerinin de omuzlarındadır. Bu itaat anlayışının Sünni gelenekten kaynaklandığı görüşü de tarihi gerçekleri yansıtmamaktadır. Sünni geleneğin kurucu öncülerinden İmam-ı Azam hem Emevilerin hem Abbasilerin uygulamalarına karşı çıktığı için her iki dönemde de tutuklanmış, işkence görmüş ve işkence yaraları üzerindeyken hapiste veya vefat edeceği anlaşılıp hapisten çıkınca Hakkın rahmetine kavuşmuştur. İmam Şafi ve İmam Hanbel ise yine siyasi otoritenin yanlış uygulamalarına itirazları dolayısıyla tutuklanmışlar, işkence görmüşler ve ev hapsine maruz bırakılmışlardır. Tarih her örneği bünyesinde barındırır. Geleneğe sadakat seçtiğiniz örneğe göre değil, o örneğin temel değerlere sadakati ölçüsünde kıymet ifade eder.
Bugün iktidar sahiplerinin ilkesel çelişkilere dayalı siyasetini dini referanslarla meşru kılma çabası ve bu çelişkiler karşısında manevi değerlerin muhafazası misyonunu üstlenmesi beklenen ilim adamlarının bu ilkesizlikleri doğrudan ya da susarak onaylaması gençlerin sadece siyasetten değil dinden de soğumasına yol açmaktadır. Sloganların ilkeleri, gücün ahlakı, çıkarların adaleti, kör itaatin aklı boğduğu bir iklimde muhafazakâr siyasetin topluma ümit ve vizyon çizebilmesi mümkün değildir. İşte biz Gelecek Partisi’ni bu derin açmazı, umutsuzluğu ve kısır döngüyü kırabilmek için kurduk. Öncelikli amacımız bütün baskılara direnerek vicdanları özgürleştirmek, sonra yapıcı ancak kararlı bir muhalefet anlayışı ile güçlü alternatif ortaya koyabilmek ve nihayet insan canını, onurunu, aklını, inancını, düşüncesini, neslini, meşru kazancını koruyacak, adalete, eşitliğe ve siyasi ahlaka dayalı bir iktidar pratiğini hayata geçirebilmektir. Bugün bu vicdani meşruiyet gücünün yeniden kazanılması amasız ve fakatsız bir şekilde insan-odaklı, devlet ve milletin ortak aklı yanında bireysel akla dayalı özgür tercihleri esas alan, siyasi ahlaka ve hesap verilebilirliğe dayalı bir siyaset felsefesini ve pratiğini hayata geçirmekle mümkün olabilir.
Ekonomik alanda ise, ekonomi biliminden, rasyonaliteden ve manevi değerlerin ana dokusundan kopuk bir ekonomi anlayışıyla hem halkı yoksullaştıran, hem ülkenin ekonomik hacmini küçülten hem de nass kavramını yıpratan bugünkü iktidarın dini değerlere atıfla muhafazakârlık iddiası dar gelir grupları aleyhine uygulanan vahşi servet transferini örtmekten başka bir amaca hizmet etmemektedir. Uygulanan vergi, kredi ve teşvik politikalarıyla kamu kaynaklarının küçük bir gruba aktarılmasıyla, Kur Korumalı Mevduat gibi katmerli faiz uygulamasıyla ve her yere yayılan otoriter yolsuzluk düzeni ile yakınlardan oluşan seçkin bir zümreye yapılan bu vahşi servet transferi “servet küçük bir grup elinde dolaşan emtia olmasın” (Haşr, 7) nassını açık bir şekilde çiğnemekte iken bu seçkin kesime ucuz kredi aktarabilmek için faiz yasağı nassını istismar etmek nass kavramına yapılan en büyük ihanettir.
Vahşi servet transferine dayalı bu çarpık ekonomik anlayışa dayalı ekonomik çöküşü durdurabilmek için sürdürülebilir ekonomik kalkınmayla gelir adaletini buluşturan bir alternatifi ortaya koyma sorumluluğu ile karşı karşıyayız. Sayın Halil Berktay’ın bir başka sorusunda kapsamlı bir şekilde ele alacağım gibi, bu ekonomik çöküşten çıkış katı bir neo-liberal reçeteyle olamaz. Aksine, pandemi sonrası dünya ekonomisindeki gelişmeler de göz önünde bulundurularak başta hukuk ve eğitim alanları olmak üzere yapısal reformlarla desteklenmiş, yoksulluğun giderilmesi için gelir adaletini önceleyen, kıt kaynakların başta AR-GE olmak üzere verimliliği artıracak alanlara ayrıldığı yeni bir ekonomik modelin uygulanması gereklidir. Gelecek Partisi olarak kuruluşumuzdan kısa bir süre sonra 2020 Haziran’ında kamuoyumuzla paylaştığımız “Gelecek Ekonomi Modeli” bu bağlamda önemli bir referans teşkil etmektedir.
Özetle, muhafazakâr düşünce ve siyasetin bugünkü statükocu/otoriter muhafazakârlığın yol açtığı açmazı kıracak özgürlükçü bir dönüşüm ile kamu bilincine dayalı yeni bir ahlak ve gelenek zihniyeti geliştirebilmesi halinde toplumsal değerlerin ve kurumların sürekliliğini koruyan dinamik bir değişime öncülük edebilir. Bunu da ancak ve ancak insanın varoluşsal konumu ile siyasal konumu arasında kurulabilecek yeni bir anlamlılık ilişkisine dayalı bir şekilde bütün insanlığa açık yeni bir muhafazakâr kültür sağlayabilir. Esasen Gelecek Partisi olarak biz de toplumsal değerleri ve kamu ahlakını korumada muhafazakâr bir siyaset anlayışını, ister muhafazakâr ister laik görünümlü olsun her tür vesayetçiliğe ve statükoculuğa karşı ise reformcu/devrimci bir siyaset yöntemini benimsiyoruz.
Halil Berktay: Kuvvetler ayrılığına dayalı hukuk devletinin restorasyonu, gayet somut olarak, hangi temel adım ve aşamaları içermeli? Türkiye’de bunun için gerekli siyasi kültür kaldı mı? Ya da, nasıl bir siyasi kültür olmalı? Nasıl oluşturulmalı?
Ahmet Davutoğlu: Çok temel bir soru bu. Hukuk Devleti kavramının ve kurumlarının yeterince kökleşememesinin kökenlerine inmeden ülkemizde insan hakları ve demokrasi kültürünü yaşanır kılamayız.
Burada zihniyetle ilgili temel yanlışı özel, kamu ve resmi alanlar arasındaki ayrımın yerleşmemiş olmasında görüyorum. Burada da temel zaaf “kamu” kavramının mahiyeti ile ilgilidir. Geleneksel kültürümüzde adı “kamu” olarak konmamış olsa bile bazen komşu hukuku, bazen pazar ahlakı bazen adab-ı muaşaret olarak toplumsal kültürümüzün içinde mündemiç olan ahlakî/görgüsel unsurlar modern toplumun sistematik ve yapılandırılmış kamu düzenine dönüşemeden tasfiye edilmiş ve kamu alanı tümüyle resmi alan olarak algılanmıştır. Bugün maalesef özel alan ile resmi alan arasında toplumsal düzenin asli unsuru olan kamu alanı bilinci zayıflatılmıştır.
“Siyasi erki eline geçirenlerin özel alanla resmi alan arasında kalan kamu alanına tümüyle resmi alan muamelesi yapması resmi alanın kamu alanını yok edip özel alanı da baskı altına almasına yol açmıştır.“
Çarpıcı bir misal vermek gerekirse, Torosların zirvesinde resmi otorite ve denetimin görece dışında takriben bin yıllık bir yerleşim merkezi olan benim doğduğum Taşkent’te asırlar boyu hiçbir ev diğer evin güneşini, havasını ve manzarasını engellememe ilkesi temelinde herkes için işleyen kamu kuralları oluşmuşken, bugün en gelişmiş belediyelere sahip modern yerleşim birimlerinde resmi gücü ele geçiren bir imar müdürünün takdiri ile bahçeli nizam evinizin yanına bir gökdelen dikilebilmekte, Ataköy’deki sitelerde olduğu gibi deniz manzaralı diye alınan evlerin önüne blok yapılar inşa edilebilmektedir.
Bu ölçeği büyütüp devlet düzenine getirdiğinizde siyasal sistemin tümünü etkileyen ve demokratik hukuk devletinin tesisini imkansızlaştıran sonuçlar doğmaktadır. Siyasi erki eline geçirenlerin özel alanla resmi alan arasında kalan kamu alanına tümüyle resmi alan muamelesi yapması resmi alanın kamu alanını yok edip özel alanı da baskı altına almasına yol açmıştır.
Demokratik toplumlarda resmi alanı temsil eden devlet otoritesi kamunun emaneti olarak geçici süre belli bir siyasi kadroya verilir. Dolayısıyla, demokratik toplumlarda kamu alanı belirleyici, resmi alan belirlenendir. Otoriter toplumlarda ise resmi alan mutlak belirleyici, kamu alanı ise belirlenendir.
Yakın tarihimizdeki iki olgu özel ve kamu alanlarının resmi alan aleyhine daraltılmasına yol açarak kamu alanı bilincinin gelişmesini engellemiştir: (i) Siyasetçilerin oportünizme varan sığ bir pragmatizmle resmi alanda güç sahibi olarak kamu alanını kontrol etme çabaları ve (ii) ara dönemlerdeki vesayetçi/darbeci yönetimlerin denetlenemeyen bir güce sahip olma arzuları.
Kamunun resmi alan karşısındaki hukukunu koruma ve denetleme misyonunu üstlenen yargı üzerinde süregelen kontrol mücadelesinin sebebi siyaset-içi ve siyaset-dışı odakların dengesiz ve denetimsiz güç kullanma tekeline sahip olma ihtiraslarından başka bir şey değildir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi ile yasama ve yargının yürütmenin -yani Cumhurbaşkanlığı makamının- mutlak etkisine girmesi güçler ayrılığı ilkesine dayalı demokratik hukuk devletinin zaten zayıf olan direnç gücünü tümüyle yok etmiştir.
Özetle, siyasetçilerin pragmatizmi ile vesayetçi bürokratların yargı denetimden muaf olma çabaları demokratik hukuk devletinin yerleşik bir düzene kavuşmasını engellemiştir. Bu ikili kıskacı bazı örneklerle daha anlaşılır kılabiliriz.
Siyasi tarihimizdeki en temel mesele muhalefette iken özel alanın mahremiyetini ve kamu alanının özgürlüğünü savunan siyasetçilerin resmi alanı ele geçirdiğinde kamu alanını şekillendirme, özel alanı ise belirleme hakkını kendisinde görmesidir. Tek Partinin parti-devlet özdeşleşmesine gidecek kadar kamu alanını neredeyse tamamıyla tekeline alan CHP’ye karşı “Yeter söz Milletindir” sloganıyla karşı çıkan DP yönetiminin zamanla Vatan cephesi gibi bir oluşumla kamu alanını tanımlamaya çalışması, 27 Mayıs’ta özgürlük sloganları ile darbe yapanların Yassıada mahkemelerinde “sizi buraya tıkan irade böyle istiyor” diyerek kamu alanının en önemli garantörü olan yargıyı resmi alanın talimatıyla davranan memurlar düzeyine indirgeyip siyaset tarihimizin en yüz kızartıcı hukuk suçlarını işlemesi, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine karşı kamunun özgürlük alanlarını cesaretle savunan Ecevit’in 28 Şubat’ta özel alana giren başörtüsünü “devlete başkaldırı” olarak nitelemesi, ülkemizi dört özgürlük mesajı ile dünyaya açan Özal’ın 1987’de siyasi yasakların sürmesi için referandumda “hayır” kampanyası yapması, siyasi hayatında “meşruiyet” kavramını her fırsatta kullanan ve seçilmiş başbakan olarak 12 Mart ve 12 Eylül’de iki darbeye muhatap olan Demirel’in 28 Şubat sürecinde seçilmiş bir başbakana karşı yapılan post-modern darbeyi meşru kılması, “yasaklarla, yolsuzluklarla ve yoksullukla mücadele” şiarıyla yola çıkan Erdoğan’ın kendisinden farklı düşünen en yakın arkadaşları dahil bütün muhalefeti terörle suçlaması, yolsuzluklarla kamu ahlakının yozlaşmasına zemin hazırlaması ve servet transferi ile kamunun yoksullaşmasına yol açması siyasilerin kamu anlayışlarının bu konudaki zaafını ortaya koymaktadır.
Burada temel soru “kamu” ile neyin kastedildiğidir. Milliyetçi ve muhafazakâr sağ siyasetçiler siyasal söylemlerinde “kamu”yu “millet” kavramıyla, seküler ve sol siyasetçiler ise “ulus” ya da “halk” kavramıyla özdeşleştiriyorlar. Her siyasetçi siyasal pozisyonuna göre kendi tabanından gelen talepleri “milletimiz böyle istiyor”, “halkımızın/ulusumuzun beklentileri” gibi ifadelerle toplumun tümüne teşmil etmesi farklı düşünenlerin haklarını yok sayan örtülü bir totaliter anlayışa zemin oluşturmaktadır.
Böylece demokrasi yaşanan toplumsal bir siyasi kültür haline dönüşememekte ve dört ya da beş yıl arayla kullanılan seçme hakkı ile sınırlandırılan prosedürel bir mekanizmaya indirgenmektedir. Az bir farkla dahi seçmen onayını alan iktidarlar milli iradenin mutlak sahibi olarak kendilerini görmekte ve kendilerine oy vermeyenleri “kamu” alanının dışına itmektedirler.
Halbuki “kamu”, bütün bu kesimlerin çoğulcu bir şekilde buluştuğu ortak hayat alanını tanımlar. Hukuk, bu ortak hayat alanının karşılıklı özgürlükler temelinde kullanım kurallarını ve sınırlarını belirler. Her toplumsal özne hukukun belirlediği ve denetlediği sınırlar içinde insan haklarına dayalı kendi özel alanını özgür düşünce ve inancına göre yaşar, kamu alanında ise toplum teamüllerine ve hukuk kurallarına göre hareket eder. Resmi alanda yetki kullanan görevliler de ister siyasetçi isterse askeri/sivil bürokrat olsun hukuk kurallarının üstünde ya da dışında değildir.
Bugün gerçek bir demokratik hukuk devletinin inşası her siyasi akımın temsilcilerinin kamu bilincini yok eden ve halkı “iktidar sahiplerini destekleyerek resmi gücü elinde tutanlar ve bu resmi güçten mahrum olarak muhalefette kalanlar” şeklinde ikiye ayıran bu anlayışa karşı toplumun bütününün içkin iradesini barındıran kamu bilincini samimi bir şekilde savunmalarına bağlıdır.
Bu yenilenmenin öncelikli şartları kamu ahlakı ve devlet geleneğinin şartlara uyum sağlayacak şekilde yeniden inşasıdır. Burada sadece muhafazakârlar açısından değil genel toplumsal kültürümüz için de en önemli eksiklik kamu bilinci eksikliğidir. Resmi olanla kamusal olan arasındaki ayrımın yapılamaması devlet gücünü eline geçiren herkesin resmi otorite yetkisiyle kamusal alanı belirleme yetkisini kendisinde görmesidir. Otoriter laiklik ile otoriter muhafazakârlık arasındaki yaklaşım ortaklığı da buradan kaynaklanmaktadır. 28 Şubat döneminde devlet gücünü elinde tutan jakoben laikler nasıl kamusal alan tanımlaması ile başta başörtülüler olmak üzere farklı düşünenleri devlete tehdit olarak tanımladıysa, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile devlet erkinin tekelini eline aldığını düşünen bugünkü iktidar da aynı şekilde kamunun asli unsurları olan muhalefet partilerini ve toplumun %48 lik bir bölümünü tehdit unsuru olarak kamusal alanın dışına itmeye çalışmaktadır.
Demokratik hukuk devletinin gelişmesini engelleyen ikinci önemli faktör, kamu düzenini korumak iddiasıyla yönetime el koyan ve siyaseti şekillendirmeye çalışan vesayetçi/müdahaleci odakların eylemleri dolayısıyla hesaba çekilemeyecekleri bir hukuki muafiyet çerçevesinde kendilerini hukukun üstünde ya da dışında görmeleridir.
Bunun içindir ki, darbe dönemlerinin ortak özelliklerinden birisi darbecilerin ya da darbe dönemi içindeki uygulamaların hukuki muafiyet kapsamı içine alınmasıdır. 27 Mayıs darbecilerinin hukuki muafiyet altına alınması iki esas üzerinde sağlanmıştır. Bir taraftan Milli Birlik Komitesi üyeleri tabi senatörlük yoluyla dokunulmazlık altına alınmış, diğer taraftan bu ayrıcalığın parlamento kararı ile kaldırılabileceği göz önüne alınarak 1961 Anayasasının geçici 4. Maddesinin 2. Fıkrası hukuki muafiyete kapsamlı bir anayasal teminat oluşturulmuştur: “27 Mayıs 1960 tarihinden itibaren Kurucu Meclisin toplandığı 6 Ocak 1961 tarihine kadar yasama yetkisi ve yürütme görevini Türk Milleti adına kullanmış bulunan Milli Birlik Komitesinin ve Devrim Hükümetlerinin karar ve tasarruflarından ve bunların, idarece ve yetkili kılınan organ ve mercilerce uygulanmasından dolayı , karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında cezai veya mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz”. 1982 Anayasasının geçici 15. Maddesinin 1 ve 2. Fıkralarıyla Milli Güvenlik Konseyi rejimi yöneticilerine ve bu yöneticilerin kararlarını uygulayanlara hukuki muafiyet sunan bİr düzenlemeye yer verilmiştir: “12 Eylül 1980 tarihinden ilk genel seçimler sonucu toplanacak TBMM Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde yasama ve yürütme yetkilerini Türk Milleti adına kullanan 2356 sayılı kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyi’nin, bu Konsey’in yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisi’nin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı hakkında cezai, mali ve hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz. Bu karar ve tasarrufların idarece veya tekili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukardaki fıkra hükümleri uygulanır.”[1] Bir kişi, grup ya da zümrenin hukuki sorumluluk dışında kalması anlamına gelen hukuki muafiyetle ilgili bizzat yaşadığım bir tecrübe demokratik hukuk devleti anlayışının olmazsa olmaz şartlarından en önemlisi olan hukukun üstünlüğü kavramının işlerliğini kaybetmesinin demokrasinin de can damarlarını kestiğini bana göstermiştir. 7 Haziran seçimleri sonrasında ülkede bir kamu düzeni boşluğu yaratmak üzere harekete geçen terör örgütlerinden İŞİD’in 20 Temmuz’da Suruç’ta 34 vatandaşımızı katletmesi, 21 Temmuz’da DHKP-C’nin İstanbul’da bazı semtlerde silahlı gösteriler yapması ve nihayet 22 Temmuz sabahı PKK’nın Ceylanpınar’da iki polisimizin uykuda şehit edilmesini üstlenmesi üzerine ilgili bakanlar, TSK, MİT ve Emniyet yetkililerinin katıldığı acil bir güvenlik toplantısı gerçekleştirdik. Toplantının açılışında bir konuşma yaparak “7 Haziran seçimlerinde istikrarlı bir hükümet tablosu çıkmamış olması bazı terör örgütlerini ve arkasındaki muhtemel güçleri ülkemizi kaosa sürüklemek konusunda cesaretlendirmiş olduğu anlaşılıyor. Hiç kimse TBMM’nde çoğunluğumuzun olmaması dolayısıyla bu güçlere karşı cesur ve kararlı bir tutum sergileyemeyeceğimiz gibi bir vehme kapılmamalıdır. 7 Haziran gecesi halka hitabımda söylediğim gibi ülkemizde kamu düzeninin bir dakika dahi sarsılmasına, boşluk oluşmasına asla izin vermem. Başbakanlık görevine geldikten kırk gün sonra 6-8 Ekim olaylarında müşahede ettiğim devlet zaafı manzaralarını bir daha görmek istemiyorum. Daha önce her tür senaryoya hazırlıklı olunması yönündeki talimatım gereği bu gece saat 03.00 den itibaren PKK, İŞİD ve DHKP-C’nin şehirlerdeki, kırsaldaki ve yurtdışındaki bütün odaklarına karşı kapsamlı bir terörle mücadele başlatacağız. Hükümet kurma yönündeki çalışmalarımız nasıl seyrederse seyretsin bu mücadele bütün illerimiz, ilçelerimiz, beldelerimiz, mezralarımız, kırsalımız, dağlarımız ve sınır boylarımız terörden arınana kadar sürecektir” talimatını verdikten sonra güvenlik birimlerimizden tek tek brifing aldım.
Ek tedbirler ve güvenlik birimleri arasındaki koordinasyonla ilgili görüşmelerin tamamlanması sonrasında komutanlarımızdan birisi söz alarak “talimatlarınızın gereğini yerine getireceğimizden şüpheniz olmasın Sayın Başbakanım, ancak silahlı kuvvetler mensuplarımızda terörle mücadele esnasındaki eylemleri ile ilgili bir hukuki muafiyet verilmesi talebi ve beklentisi var, çünkü TSK’da maalesef ciddi bir UIudere sendromu söz konusu, nihai adımı atarken tetik çekmekte tereddüt oluşuyor” dedi.
Kısa bir süre içinde gözümün önünden yüzyıllık tarihimizde yaşananlar bir film şeridi gibi geçti. Komutana dönerek “paşam, sizinle Dışişleri Bakanı ve Başbakan olarak farklı alanlarda birlikte çalıştık, sözlü talimat verirken sesimin, yazılı talimat verirken elimin titrediğini hiç gördünüz mü?” diye sordum. “Estağfirullah Sayın Başbakanım, asla” dedi. “Yani, bende karar alırken Yassıada sendromu gördünüz mü? Benim oturduğum makamlarda aldıkları siyasi kararlar gereği bir Dışişleri Bakanı ve bir Başbakan idam sehpasına gönderildi ve şehit edildi. Bende Yassıada sendromu olmazsa, sizde de Uludere sendromu olamaz. Verdiğim talimatları uygulayan bütün kahraman TSK mensuplarımıza sonuna kadar sahip çıkar ve ‘sorumluluk bende, hesabı benden sorun’ derim. Öte yandan, ben dahil kim hukuk dışına çıkarsa hukuk önünde hesabını verir. Kimsenin ve hiçbir kurumun hukukun dışında ya da üstünde olma ayrıcalığı olamaz. Teröre karşı en kararlı mücadeleyi vereceksiniz, ama masum hiçbir vatandaşımızın hakkının, hukukunun çiğnenmesine asla müsamaha etmeyeceksiniz. Herhangi bir odak güvenlik birimlerimizi hedef alırsa sizleri sonuna kadar koruyacağım gibi, herhangi bir odak halkımız ile devletimizi karşı karşıya getirmek üzere hukuk dışına çıkarsa da vatandaşlarımızın hukukunu sonuna kadar koruyacağımı herkes bilmelidir” diye devam ettim.
“Terörle mücadelenin en kritik aşamalarında birkaç kez daha tekrarlanan hukuki muafiyet talebine hep aynı cevabı verdim: kamu düzenini korumak asli görevimizdir ve bu görev yerine getirilirken hiç kimsenin ve hiçbir kurumun hukuki ayrıcalığının olmaması demokratik hukuk devletinin gereğidir.”
Daha sonra da Genelkurmay Başkanımız Necdet Özel Paşa’ya dönerek “Paşam, komutanımız haklı olabilir, insanlık halidir, herkes geçici süre psikolojik sıkıntıya girebilir. Size ‘sendrom dolayısıyla görev yapamıyorum’ diye gelen olursa tam yetkilisiniz ‘sendrom ile askerlik yapılmaz, üniformanı çıkar sendromu olmayan bir askerimize giydireceğiz’ diyeceksiniz. Sendromla devlet yönetilmez, sendromla askerlik yapılmaz.” Toplantı sonrasında salondan çıkarken hukuki muafiyet talebinde bulunan komutanımız yanıma gelerek “şimdi bu mücadeleden başarıyla çıkacağımızdan emin olabilirsiniz Sayın Başbakanım, şimdiye kadar hiçbir Başbakan bize bu netlikte talimat vermedi, bu içtenlikte hitap etmedi” dedi.
Gerçekten de genelde bürokrasi özelde ise askeri bürokrasi net ve yazılı talimat görmek ister. Aksi takdirde kendini hukuki olarak boşlukta hissettiği için tedirgin olur. Siyasiler ise askere ya net talimat vermekten çekinirler ve doğabilecek riskler karşısında sorumluluk yükünü onların omuzlarına atmak isterler, ya da demokratik hukuk kuralları çerçevesinde değerlendirmeden onlardan gelen her talebe boyun eğerler. Askeri kastederken omuzlarını işaret ederek pandomim yapmak zorunda hisseden siyasilerin olduğu bir ortamda demokratik hukuk devletinin inşa edilmesi de yaşatılması da mümkün değildir.
O gece başlattığımız terörle mücadele sürerken bir taraftan üç ayrı hükümete başbakanlık yaptım, bir seçim ve iki kongre süreci yönettim, ülke ekonomisinin etkilenmemesi için gerekli tedbirleri aldım ve kritik diplomasi görüşmeleri yaptım, diğer taraftan hemen hemen her hafta terörle mücadelenin yürüdüğü il, ilçe ve beldelerimizde askerimiz, polisimiz ve halkımızla beraber oldum. Bir yandan ülke sathında terör örgütleriyle diğer yandan Ankara’nın karanlık koridorlarındaki Bizans ayak oyunlarıyla mücadele etmek zorunda kaldım. Yüksek güvenlik riski olduğu uyarıları gelmesine rağmen polislerimizin şehit edildiği Ceylanpınar’da, operasyonların sürdüğü Yüksekova’da, Varto’da, Silopi’de ve daha bir çok ilçe ve beldede, bir gece yarısı Sur’da, Gevaş’ta ve başta Diyarbakır, Şırnak, Van, Hakkari, Muş ve Şanlıurfa olmak üzere bölge sathında güvenlik birimlerimizle ve halkımızla buluşurken o gün zikredilen muhtemel iki zaafı engellemeye çalıştım: bölge halkının devletle aidiyet ilişkisinin terörle mücadeleden olumsuz etkilenmemesi ve silahlı kuvvetlerimizin psikolojik motivasyonunun en üst düzeyde tutulması.
Silahlı kuvvetlerimizin içine sızmış olan başta FETÖ olmak üzere örgütlü yapıların hukuk dışına çıkarak ülkede kaos çıkarma ihtimalleri ve doksanlı yıllarda terörle meşru mücadele sürerken faili meçhullere kadar uzanan sistem dışı mafyatik oluşumların yeniden yaşanma riski nedeniyle herhangi bir hukuki muafiyet tanınma taleplerine karşı direndim. Bir taraftan bütün ilgili valilerin, bölge komutanlarının ve emniyet yetkililerinin katılımıyla gerçekleştirdiğim toplantılarda operasyonların gidişatını bizzat yönetmeye ve kontrol etmeye gayret ederken, diğer taraftan YAŞ süreci ile FETÖ yapılanmasının etkinliğini kırmaya çalıştım. Gelen en küçük hukuk dışı eylemi takip edip gerekli müdahalelerde bulunuyor, bu gelişmelerin yaşandığı il ve ilçelere sürpriz ziyaretler yaptım.
Terörle mücadelenin en kritik aşamalarında birkaç kez daha tekrarlanan hukuki muafiyet talebine hep aynı cevabı verdim: kamu düzenini korumak asli görevimizdir ve bu görev yerine getirilirken hiç kimsenin ve hiçbir kurumun hukuki ayrıcalığının olmaması demokratik hukuk devletinin gereğidir.
Benim demokratik hukuk devleti hassasiyeti ile reddettiğim bu talep benim başbakanlıktan ayrılmam sonrasında 23 Haziran 2016’da yapılan bir yasal düzenlemeyle tanındı ve bu yasa 15 Temmuz darbe girişiminden bir gece önce 14 Temmuz’da Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Darbe girişimi sonrasında değerli dostum ve kardeşim Erol Olçok’un şehadetinin gerçekleştiği Boğaziçi Köprüsü davasına destek için oturuma katıldığımda sanık avukatlarının savunmalarını “14 Temmuz gecesi yürürlüğe giren kanun hükmünce terörle mücadele için köprüye çağrılan askerlerin hukuki muafiyete sahip oldukları” tezine dayandırdıklarını görünce hukuki muafiyet talebi konusunda demokratik hukuk devletine bağlı olarak sergilediğim tavrın doğruluğunu bir kez daha gördüm.
Benim başbakanlıktan ayrılmam ve hukuki muafiyetle ilgili benden sonra gerçekleşen yasal girişimlerin kronolojik seyri bir tesadüf olamaz. Allah korusun darbe gerçekleşmiş olsaydı darbeciler bir gün önce yürürlüğe giren bu muafiyet ile herhangi bir hukuki sorumluluk ve soruşturmadan azade kılınacaklardı. Muhtemeldir ki bu konudaki direncim darbe girişiminin zamanlamasını da etkileyen sonuçlar doğurdu. Ülkemizi demokratik hukuk devleti çizgisinden çıkararak kaos ile otoriterlik arasında bir kıskaca sokmak isteyenlerin önünde bir engel olmamın FETÖ ile Pelikan unsurlarını, doksanlı yılların mafyatik yapılarının uzantılarıyla çıkar hırsıyla yolsuzluk ağları oluşturan siyasileri beni devre dışına çıkarmak için ortak bir hedefte buluşturduğunu bugün daha iyi anlıyorum.
Hukuki muafiyet meselesi sadece askeri bürokrasi için geçerli değildir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilirken eski sistemden alınarak korunan en önemli husus Cumhurbaşkanının mutlak hukuki muafiyete sahip olarak sorumsuzluğunun korunmasıdır. Önceki sistemde dahi Cumhurbaşkanının yetki kullanmakla birlikte sorumsuz kılınması ve bütün sorumluluğun Başbakana yüklenmesi 12 Eylül Anayasasının Cumhurbaşkanlarının hep asker olacağı varsayımıyla yazılmasından kaynaklanan büyük bir çelişki iken, bugün bu çelişki demokratik hukuk devletini esastan zedeleyen bir nitelik kazanmıştır. Bugün Cumhurbaşkanı hemen hemen her alanda tam yetkili olmakla birlikte hesap sorulabilirlik anlamında sorumsuzdur. Türkiye’deki sistemi benzerleri Ortadoğu, Asya ve Afrika’da görülen otoriter sistemlere benzeten bu büyük çelişkinin ne geleneksel değerlerle ne modern hukukla ilgisi vardır. Fatih Sultan Mehmet’in bir Hristiyan ile kadı önüne eşit şekilde çıkarak hesap vermesini devlet ve hukuk geleneğimizin üstünlüğü ile anlatanların bugünkü Cumhurbaşkanı’nın sorumsuzluğu tablosunu hangi devlet ve siyaset geleneğine dayalı olarak savundukları meçhuldür. Bu durum modern başkanlık sistemi uygulamaları ile de izah edilemez, çünkü başkanlık sisteminin bir prototip olarak geliştiği ABD’de bu sene geçmiş bir ABD Başkanı (Trump) ve görevdeki bir ABD Başkanı (Biden) hukuki soruşturmaya muhatap kılınmışlardır.
Demokratik hukuk devletinin yerleşememesinin yargı açısından en önemli nedeni ise, yargı alanının adalet dağıtılan değer-yüklü bir alan olmaktan çıkıp güç devşirilen bir çıkar alanı haline dönüşmüş olmasıdır. Darbeler doğrudan ve dolaylı olarak hem böyle bir anlayıştan beslenmişler hem de böyle bir anlayışın yayılmasına zemin oluşturmuşlardır. Yargının vesayetçi bir odak adına resmi alanı baskı altında tutması ya da kendisini milli irade ile şekillenen yürütme erki üzerinde görmesi demokrasinin de hukuk devletinin de önünde bir engel teşkil etmiştir. Uç noktalarını yargının siyasallaşması ile juristokrasinin belirlediği gel-gitler demokratik hukuk devletinin teamüller ve kurallar çerçevesinde kurumsallaşmasını engellemiştir. Önce idam hükmü uygulayıp sonra gerekçe yazan İstiklal Mahkemelerinden “sizi buraya tıkan irade böyle istiyor” diyen Yassıada mahkemelerine, 12 Eylül darbecilerinin önünde el pençe duran yüksek yargı mensuplarından 28 Şubat’ta askerden brifing alan hakim ve savcılara, vicdani olarak vermesi gerek hükmü Pensilvanya’ya soran hakimlerden 17-25 Aralık örtülü darbe teşebbüsünde meşru Başbakan’dan ‘dönemin başbakanı’ diye bahseden iddianameler hazırlayarak darbenin kilometre taşlarını döşeyen savcılara, 367 skandalından iktidar partisini kapatma davalarına, ve nihayet casus suçlaması ile tutuklanan “bu can bu bedende iken vermem dedikleri” rahip ve gazeteciyi yurtdışından gelen baskılarla iade eden anlayışa ve FETÖ borsaları kurulmasına zemin hazırlayan Beştepe yargısına kadar 100 yıllık serencamımız bu bağlamda pek parlak olmayan bir geçmişe sahiptir.
Adalet fikrini sarsan diğer önemli bir sapma ise, tek tek vicdanlarıyla hükmetmesi gereken hakim ve savcıların kolektif kimliklerle anılması ve hazırladıkları iddianamelerde, yaptıkları soruşturmalarda ve verdikleri hükümlerde bu kolektif kimliğin ve mahalle baskısının tesirinde kalmalarıdır. Doksanlı yıllarda görevdeki Adalet Bakanı’nın mezhebi kimliği dolayısıyla mezhebi bir odak haline gelen yargı sistemi daha sonra bu kez cemaat iddiasındaki bir çetenin kontrolü altına geçmiştir. Bu tür odaklaşmaları engelleyebilmek adına ve hakim ve savcıların tek tek şahsi iradelerine güvenerek 2010 referandumu ile hayata geçirilen “HSYK’nın göreve seçimle gelmesi” ise ters bir etki yapmış ve yargı yönetimini kolektif kimliklerin güç mücadelesi alanına dönüştürmüştür. HSYK üyelerinin seçimle gelmesi düzenlemesi de kolektif kimliklerin listelerle ifade edilmesine ve meşrulaşmasına yol açmıştır.
Bu bağlamda yine yaşadığım bir tecrübe bende derin bir etki yapmıştır. Başbakanlık görevini aldıktan takriben 45 gün sonra 10 Ekim 2014’te yapılan HSYK seçimlerinde yargıyı tümüyle kontrol altına alarak siyasal egemenlik kurmak isteyen FETÖ yapılanmasına karşı oluşan Yargıda Birlik Grubunu Çankaya Köşkünde kabul ettiğimde bu grubu oluşturan paydaşların temsilcileri tek tek kendilerini “Muhafazakâr yargı mensupları adına”, “Sosyal demokrat yargı mensupları adına”, “Ülkücü yargı mensupları adına”, şu veya bu mezhep ya da vakıf mensupları adına diye tanıttıkları anda yargımızın nasıl bir güç paylaşım alanı haline geldiğini görmekten büyük bir kaygı duymuştum. Kendilerini dinledikten sonra “yargıyı kontrol ederek paralel bir devlet kurmaya çalışan bu yapıya karşı birlik oluşturmanızdan çok büyük bir memnuniyet duydum. Güç birliği yaparak bu yapının kurmaya çalıştığı yargı düzenine asla izin vermeyiniz. Yalnız HSYK’da bu hedefe ulaştıktan sonra tekrar bir araya geldiğimizde şu veya bu siyasi, mezhebi, ideolojik kimliklere dayalı birliktelikler görmek istemiyorum. Hakim ve savcıların tek bir kimliği vardır, o da adalet kimliği” demiştim.
“Bu piyonlar çetesi arkasında denetimsiz bir şekilde tek adam ve tek güç olmak isteyen Tayyip Erdoğan’ın, ondan sonrası için kendini hazırlamaya çalışan Berat Albayrak’ın, ulaşabileceği maddi gücün boyutlarını görerek başbakanlık rüyaları gören Binali Yıldırım’ın ve daha önce ağır hakaretler ettiği Erdoğan’ın gölgesinde doksanlı yılların derin yapılarını tekrar devlet sistemi içine sokarak güç devşirmeye çalışan Süleyman Soylu’nun gücü ve yönlendirmesi olmasa böylesi iğrenç bir komploya cesaret edebilirler miydi?”
Bu tecrübeden sonra gerçek bir demokratik hukuk devleti inşası için nasıl bir yargı reformu yapmamız gerektiği konusuna özel bir ihtimam gösterdim. Ancak, titizlikle hazırladığımız yargı reformu önce benim ayrılmam, daha sonra da 15 Temmuz darbe girişimi ile tümüyle devre dışı kaldı. Yargımız hala yargının siyasallaşması ile juristokrasi arasındaki o derin kıskacı aşabilmiş değildir.
Özetle, farklı ideolojik ve siyasi gruplar adaleti siyasi güç mücadelesinin aracı haline getiren aynı zihniyet sapmasını yaşamışlardır. Hangi görüşten olursa olsun bu geçmişle yüzleşmeden ve bu tecrübelerden hareketle gerçek anlamda bağımsız ve tarafsız bir adalet zihniyeti ve yargı kültürü oluşturmadan demokratik hukuk devletini yaşanır kılmamız mümkün değildir.
Demokratik hukuk devleti anlayışının adalet-güç, hukuk-siyaset ilişkisine yaklaşımındaki temel ilkesi ise son derece açıktır: Hukuk güç biriktirme alanı değil, gücü denetleme ve ahlakî çizgiye getirme alanıdır.
YARIN/İKİNCİ BÖLÜM- DAVUTOĞLU: “İKİ KONUDA HATA YAPTIM”