Ana SayfaÖZEL HABERRÖPORTAJ | Avrupa Türklere vizede neden bu kadar sertleşti?

RÖPORTAJ | Avrupa Türklere vizede neden bu kadar sertleşti?

NTV’nin deneyimli Strasbourg temsilcisi Kayhan Karaca: “Avrupa’ya kaçak geçişler eskiden sadece Suriyelileri, Afganları, Iraklıları, Afrika ülkelerinden gelenleri kapsıyordu. Bu değişti. Siyasi sığınma başvuruları arasında, bu senenin ilk on ayındaki verilere bakarsanız Suriyeliler ve Afganların arkasından üçüncü sırada Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları var. Dolayısıyla bu durum Avrupalılarda korku yaratıyor. Geçtiğimiz aylarda Fransa ve İspanya, kendilerini transit geçiş noktası olarak kullanacak Türk vatandaşlarından dahi vize istemeye başladılar. Bu inanılmaz bir şey.”

Avrupa ülkelerinin Türkiye’den vize başvurularını reddetmesini; Türkiye vatandaşlarının Avrupa ülkelerine artan kaçak göçünü ve siyasi sığınma başvurularını; Türkiye ve Avrupa arasındaki vize sorununun geçmişini; Türkiye-Avrupa ilişkilerinin geldiği durumu ve bundan sonrasıyla ilgili senaryoları Kayhan Karaca ile konuştuk.

Türkiye vatandaşlarının Avrupa ülkelerine vize başvurularına eskiye göre çok yüksek oranlarda olumsuz yanıt verildiği haberleri çok arttı. Bu haberlerde temel olarak iki gerekçe öne çıkıyor: Türkiye’den gidenlerin Avrupa’da kalıcı olarak ikamet etmeleri ihtimalinin yüksekliği ve Avrupa’da yükselen radikal sağın Türkiye antipatisi… Vize başvurularının reddedilmesinin nedenlerini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Vizelerin reddedilmesinin birçok nedeni var. Sadece bir tek konudan kaynaklanmıyor.

Reddedilmesi dışında vizelerin gecikmesi sorunu da var ayrıca. Pandemi döneminde konsolosluklar kapandı. Pandemiden çıktıktan sonra vizeleri biten insanlar konsolosluklara koştu, konsolosluklarda yığılma oldu.

Bundan kaynaklanan gecikme sorunu sadece Türkiye’dekilerin değil AB ülkelerine gitmek isteyen birçok ülkedeki insanların yaşadığı bir problem.

Türkiye’nin tabii siyasi ve ekonomik koşullarından kaynaklanan sorunları var.

Türkiye’de ekonomi kötüye gittiği ölçüde enflasyon artıyor. Yurtdışına gitmek isteyen, özellikle de kırk yaş altı nüfusun sayısı artıyor.

Bunu tabii Avrupa Birliği ülkelerinin Türkiye’deki temsilcilikleri de görüyor ve vize vermekte bazen çekinceli davranıyorlar. Özellikle turist vizesiyle gitmek isteyip de Avrupa Birliği ülkelerinde daimi kalmak isteyenler olabileceği kaygısı var.

“12 Eylül sonrasına kadar Batı Avrupa’ya vize yoktu”

Benzer bir senaryo 70’lerin sonlarında yaşanmıştı. Belki okurlarımıza bunu da hatırlatmakta fayda var. 1950’lerden 80’lerin ikinci yarısına kadar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Batı Avrupa ülkelerine gitmeleri için vizeye gerek yoktu.

70’lerin ikinci yarısında özellikle o zamanki terör eylemlerine karışmış çok sayıda insan, terör eylemini gerçekleştirdikten sonra başta Almanya ardından Fransa olmak üzere Batı Avrupa ülkelerine gidiyordu.

Üç ay kalma izinleri vardı. O üç ay geçtikten sonra da Türkiye’ye dönmeyip Almanya’ya iltica başvurusunda bulunmaya başlamışlardı. Almanya’ya özellikle 1978, 1979, 1980, 12 Eylül darbesinden önce, inanılmaz bir yığılma oldu. Federal Almanya’ya 1977 yılında 1163, 1978’de 7 bin 500, 1979’da 16 bin, 1980’in ilk altı ayında ise 47 bin 700 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı iltica başvurusunda bulundu. Bunların hepsi Almanya’ya vizesiz ve yasal giriş yapmış insanlardı.

Almanlar bu fenomenin önüne geçemediler. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize ilk olarak böyle gündeme geldi.

Şu anda üyesi olduğumuz Strasbourg merkezli Avrupa Konseyi bünyesinde şahısların dolaşım koşullarıyla ilgili olarak 1950’lerde imzalanmış bir anlaşma vardır. Türkiye, o anlaşmayı hazırlayan ve ilk imzalayan 15 Avrupa devletinden biridir. Schengen dediğimiz olayın da atası o anlaşmadır aslında.

Günümüzde Türk siyasetçilerin, diplomatların ve Avrupa konusunda çalışanların çoğu ne yazık ki bilmez ama Türkiye, Avrupa’da serbest dolaşımın temellerini atan ülkelerden biridir.

Alman hükümeti, 12 Eylül darbesinden iki ay önce, Temmuz 1980’de, Türkiye’nin de taraf olduğu o vizesiz seyahatle ilgili Avrupa Konseyi anlaşmasını, Türk vatandaşları için “tek taraflı ve geçici olarak” askıya aldığını duyurdu. İkinci Dünya Savaşı sonrası, modern (Batı) Avrupa’da vize uygulaması ilk defa bu şekilde gündeme geldi.

İlk başta geçici denmişti ama 12 Eylül darbesinden sonra kalıcı hale geldi. Çünkü darbeden sonra çok sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Ve o tarihten sonra da vize kalıcı bir nitelik kazanmış oldu.

Darbeden hemen sonra Fransa, Benelüks ülkeleri ve sonra diğerleri de Almanya’nın yaptığını yaparak, Avrupa Konseyi bünyesindeki anlaşmayı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için tek taraflı olarak askıya almaya başladı.

12 Eylül darbesi sonrası Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’ne dönen Türk parlamenterler, Türk vatandaşlarına yönelik vize uygulamasının “Avrupa ruhuna aykırı” olduğunu anlatmaya çalıştılarsa da kimse kendilerini dinlemedi. 12 Eylül dönemiydi, Türkiye’den idam ve işkence haberleri geliyordu. Batı Avrupa sokakları Türkiye’deki rejimi protesto gösterileriyle doluydu.

“Alman Dışişleri Bakanı, ‘vize uygulamasını darbeden önceki hükümetle birlikte kararlaştırdık’ dedi”

Hatta, 24 Nisan 1985’te, Almanya’nın Avrupa Konseyi dönem başkanlığı sırasında, Alman Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher, Strasbourg’da vize konusunda kendisini sorgulayan Türk parlamenterlere çarpıcı bir yanıt verdi. Türk vatandaşlarına 5 Ekim 1980’den itibaren vize uygulaması başlattıklarını, bu uygulamayı “generaller Türkiye’de yönetimi devralmadan önce iktidarda olan Türk hükümetiyle birlikte kararlaştırdıklarını” söyledi.

Buradan, 12 Eylül öncesi iktidardaki Türk hükümetinin “teröristler yurtdışına kaçıp da Türkiye aleyhinde propaganda yapmasın diye Türk vatandaşlarına vizeye yeşil ışık yaktığı” gibi bir sonuç çıkıyor. Genscher’in bu ifadelerinin ardından Türk vekiller konuyu yıllar boyu Avrupa platformuna taşıyamadılar.

Bunlar Türkiye’de çok bilinmiyor. Bunların hatırlanması lazım. Bugünü yorumlamak için hangi süreçlerden buraya geldiğimizi bilmek gerekiyor çünkü.

“Mart 2016’daki Schengen mutabakatı boş hayallerle olağanüstü abartıldı”

2013’te Türkiye ile Avrupa arasında vize serbestisi diyaloğu başlamıştı. Bu diyalog aslında 2016’daki darbe girişimine kadar güzel gitti. O diyalogda beş tematik grupta toplanan toplam 72 kriter vardı. Bu beş tematik grup; belge güvenliği, göç yönetimi, kamu düzeni ve güvenliği, temel haklar ve düzensiz göçmenlerin geri kabulü başlıklarıydı.

Avrupa Komisyonu; Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi’ne bu kriterlerin yerine getirilmesi durumunda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının da vize muafiyetinden yararlanmaları için görüş bildirdi.

Mart 2016’da sığınmacı krizini sonlandırmak için Türkiye’yle Avrupa Birliği arasında imzalanan mutabakat da, her ne kadar sadece bir deklarasyondan ibaret olsa ve hukuksal planda bağlayıcılığı bulunmasa da vize serbestisi diyaloğunda ilerleme öngörmekteydi. Bu mutabakat boş hayallerle Türkiye’de olağanüstü abartıldı. Oysa Komisyon onay verse de son söz üye devletlerindir.

Mevcut şartlarda Türkiye kriterleri yerine getirse de Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, İsveç, İsviçre, Avusturya vb. ülkelerin parlamentolarında Türklere vize serbestisi onayının verilmesi neredeyse imkânsız. Bırakın Türkiye’yi, 2007’de AB üyesi olan Romanya ve Bulgaristan’ı Schengen alanına almıyor Kuzey Avrupa ülkeleri.

Elbette 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Türkiye’de alınan bazı önlemler ve ilan edilen Olağanüstü Hal çerçevesindeki bazı uygulamalar nedeniyle vize diyaloğu pratikte otomatik olarak koptu.

Çünkü 2013’teki deklarasyonda terörle mücadeleyle ilgili maddeler de vardı. Terörle mücadelenin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde yapılması isteniyor. Bu konu Türkiye’nin zaten oldum olası Avrupa’yla sorunlarından bir tanesidir. Çünkü Türkiye’de “terör eylemi” ya da “terörist” kavramları çok daha geniş bir çerçevede yorumlanmakta. Bu nedenle yerine getirilmeyen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları var.

Belge güvenliği konusunda aslında çok ilerleme kaydedildi. Türkiye biyometrik pasaportlara, biyometrik kimlik kartlarına geçti. Bu konuda hiçbir sorun yok.

Göç yönetimi konusunda Türkiye önemli adımlar attı. Göçü büyük ölçüde frenledi. Bu elbette Avrupa’nın işine geldi.

Her ne kadar pandemi öncesinde yeniden Avrupa’ya bir göç dalgası, bu sefer ‘Balkan yolu’ üzerinden, olsa da…  ‘Balkan yolu’ yeniden önem kazanmış durumda. Bu güzergâh Türkiye üzerinden AB üyesi ülkelere ulaşmayı hedefleyenlerin rotası. Bunların başında Suriyeliler, Afganlar ve Iraklılar geliyor.

Sırasıyla Türkiye, Yunanistan veya Bulgaristan, Sırbistan üzerinden Schengen ülkesi Macaristan’a giriliyor. Macaristan’a girdiğiniz andan itibaren Schengen alanına girmiş oluyorsunuz. Ocak 2023’ten itibaren Hırvatistan da Schengen’e dahil olacak.

“Siyasi sığınma başvurularında Suriyeliler ve Afganların arkasından Türkiye vatandaşları geliyor”

Bugüne dönersek, pandemiden önce Türkiye’den yılda ortalama 900 bin Schengen vize başvurusu yapılıyordu. Pandemide bu 200 binlere indi. 2021’de 270 bin civarında vize başvurusu yapıldı.

Sadece bu yılın ilk dokuz ayında AB’ye 230 bin kaçak giriş yapıldı, bunun 106 bini Balkan yolu üzerinden. Bu, geçen senenin ilk dokuz ayında kaydedilen rakamdan yüzde 170 daha fazla.

Bu geçişler eskiden sadece işte Suriyelileri, Afganları, Iraklıları, Afrika ülkelerinden gelenleri kapsıyordu. Fakat son yıllarda, özellikle darbe girişiminden sonra, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları da bu göçmen dalgasına dahil olmaya başladı.

Siyasi sığınma başvuruları arasında, bu senenin ilk on ayındaki verilere bakarsanız Suriyeliler ve Afganların arkasından üçüncü sırada Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları var.

51 bin Suriyeli, 20 bin Afgan, 16 bine yakın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, 13 bin Iraklı kaydı var.

Geçen sene verilerinde de sayıları 30 bin olan Iraklıların ardından 25 binle dördüncü sırada Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları vardı. Bu sene Iraklılar, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının gerisinde.

Bu listelerde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları yeni bir unsur. Dolayısıyla bu durum Avrupalılarda korku yaratıyor.

Özellikle “genç Türkler ülkeden kaçmaya çalışıyorlar” şeklinde bir algı var. Bu da vize verirken Avrupalıların tabii çok daha tedirgin davranmasına neden oluyor. Vize için gerekli belgeleri eskiye nazaran daha detaylı inceliyorlar, eksik bir şey görmeleri ya da tereddüt halinde vize başvurusunu reddetme eğilimindeler.

Bir de eskiden sadece gençler Türkiye’den ayrılmak istiyordu. Darbe girişiminden sonra, eskiden görülmeyen bir fenomenle karşı karşıyayız; 40’lı, 50’li yaşlarda pek çok insan da Avrupa’ya iltica başvurusunda bulunuyor. Özellikle akademisyen kimlikli insanlar, iş güç sahibi insanlar Avrupa’ya göçmek istiyorlar.

Almanya, Fransa, Hollanda, İskandinav ülkelerine son birkaç yıldır bu yaş kategorilerindeki insanlarımız göç etmeye, iltica etmeye başlamış durumda.

“Fransa ve İspanya, havalimanlarını transit geçiş noktası olarak kullanacak Türkiye vatandaşlarından dahi vize istemeye başladı”

Bir de bu konunun siyasi boyutu var. Türkiye’yle Avrupa Birliği arasında, özellikle Avrupa Birliği’nin önde gelen bir iki ülkesiyle son 7-8 yıldır dış politika konusunda yaşanan krizleri hepimiz biliyoruz. Suriye, Libya, Dağlık Karabağ, Doğu Akdeniz, Balkanlar vb. konularda…

Bu açıdan bakıldığında, siyasi nedenlerle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına engel çıkarılmadığını düşünmek de biraz zor. Avrupa Birliği, vize krizinin çözümlenmesi için aslında çok büyük çaba harcamıyor. AB açısından Türkiye bağlamında bir vize krizi falan da yok.

Batı Avrupa ülkeleri, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının turist olarak, araştırmacı olarak, eğitim amacıyla vb. Avrupa Birliği’ne kolay kolay gelememelerini kendisi için büyük bir sorun olarak görmüyor, çok bir şey kaybedeceğini düşünmüyor.

Gerçekten de Avrupa dünyanın en turistik coğrafyası, dünyanın dört bir tarafından zaten bol bol turist geliyor. Hatta Amsterdam, Barcelona, Paris gibi kentler “parasız turist gelmesin, mümkün olduğu kadar paralı turist gelsin” diye uğraş veriyor.

Geçtiğimiz aylarda Fransa ve İspanya, kendilerini transit geçiş noktası olarak kullanacak Türk vatandaşlarından dahi vize istemeye başladılar. Bu inanılmaz bir şey.

Mesela Türkiye’den Kolombiya’ya gideceksiniz. Madrid üzerinden gitmeniz gerekiyor. Diyor ki, “Madrid üzerinden uçacaksan İspanya vizen olması gerekiyor.”

Bunun da bir nedeni var. Geçtiğimiz yıllarda bu şekilde transit geçiş güzergâhı olarak kullanacağı ülkede iltica başvurusu yapanlar olduğu tespit edildi. Madrid Havalimanı’nda transit bölümünde polise gidip “ben iltica etmek istiyorum” denince polis bunu reddedemiyor.

Türkiye’den böyle vakalar oldu ve bunlar marjinal vakalar da değil. Fransa ve İspanya bu tip durumlarla çok karşılaşınca kendi havalimanlarını transit olarak kullanacaklardan da vize istemeye başladı. Belki iki saat o havalimanında geçireceksiniz ama bu iki saat için günlerce İspanya konsolosluğunun önünde sürüneceksiniz, işlem yaptıracaksınız.

“Avrupa’da Türkiye vatandaşlarına vize serbestisinin konuşulması aşırı sağcıların işine yarıyor”

Bir de tabii vizeler konusuyla ilgili bir neden de Avrupa Birliği içindeki siyasi ortam. AB artık 17 yıl önce katılım müzakerelerine başladığımız AB değil.

Bunu belki Türkiye’den görmek o kadar kolay değil ama Avrupa içinde popülist, yabancı düşmanı, Müslüman düşmanı akımlar her geçen gün ne yazık ki kuvvetleniyor. Hatta bırakın kuvvetlenmeyi iktidara geliyorlar.

Bu aşırı muhafazakâr, popülist ve sağcı hareketler 90’larda siyasette kulvar bulmaya başladı. 2000’lerde yükselişe geçti, 2010’lardan itibaren birçok Avrupa ülkesinde iktidar ya da ana muhalefet olarak karşımızda duruyor.

Bir zamanlar sosyal demokrasinin cenneti olarak bilinen İsveç’te neo-Nazi ideolojisi üzerine kurulmuş bir parti yüzde 20’nin üzerinde oy aldı, fikirleri iktidarda. Fransa’da aşırı sağcılar ana muhalefet konumunda.

İtalya’da son seçimde ilk iki sırada gelen partiler, aşırı sağcı partiler. Hatta şu anki başbakan Giorgia Meloni’nin partisi neo-faşist bir parti. Polonya ve Macaristan aşırı milliyetçi-muhafazakâr partiler tarafından yönetiliyor. Böyle bir manzarayla karşı karşıyayız.

Bu popülist dalga yükseldikçe, merkez ve merkez sağ hükümetler daha da sağa kaymaya başladılar.

Bununla ilgili örnek olabilecek bir durum 2005-2007 döneminde Türkiye’nin başına geldi. O dönem aşırı sağ, Türkiye’nin AB üyelik sürecini Avrupa genelinde iç siyasette malzeme olarak kullanmaktaydı. Fransa’da aşırı sağ, Cumhurbaşkanı Chirac ve müstakbel Cumhurbaşkanı Sarkozy’yi “merkez sağcılar Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokacaklar” diye eleştirmekteydi.

Sarkozy, Mayıs 2007’de iktidara gelir gelmez, yükselişte olan aşırı sağdan korktuğu için “Türkiye’yle üyelik müzakerelerinin beş faslını tek taraflı olarak askıya alacağım” dedi ve yaptı.

Türkiye’deki hükümet de Avrupa Birliği perspektifinin çok meraklısı olmadığı için, Türkiye’nin AB üyelik süreci 2008’den itibaren karşılıklı olarak yavaş yavaş çürütülmeye başlandı.

Ondan sonrasını görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize serbestisi gibi bir konu kesinlikle günümüz Avrupası’nda gündemde değil, konuşulmuyor. Zaten konuşulmaması için de her şey yapılıyor. Çünkü olur da konuşursanız aşırı sağcıların işine yarıyor.

En azından merkez, merkez sağ ve merkez sol partilerin kendilerine bu soruları sorduğumuz zaman verdikleri yanıt bu.

“Avrupa ülkelerinin halkları Türkiye’yi ülkelerinde yaşayan sokaktaki Türklerle tanıyor”

Bunun da nedeni şu; Avrupa Birliği topraklarında, özellikle Batı Avrupa ülkelerinde çok sayıda Türkiye Cumhuriyeti uyruklu insan yaşıyor. Şimdi eğer Batı Avrupa’da Türkiye uyruklu bu kadar insan yaşamasaydı belki sorun bu kadar çetrefil bir hal almayabilirdi.

Ama bakın sadece Almanya’da şu anda yaklaşık 3 milyon Türkiye Cumhuriyeti uyruklu insan var. Bunların önemli bölümü Almanya vatandaşı.

Fransa’da 800 bin Türkiye uyruklu insan var, yarısından fazlası Fransız vatandaşı. Keza aynı şekilde Belçika’da, Hollanda’da, Danimarka’da, İsveç’te, Avusturya’da, AB üyesi olmasa da Schengen alanındaki Norveç ve İsviçre’de… Bütün ülkelerde çok sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı var.

O ülkelerin halkları, Türkiye’yi sokaktaki Türklerle tanıyor. Dolayısıyla kafalarda oluşmuş ve zaten tarihten de gelen bir Türkiye imajı, Türk imajı var.

Bir de tabii Türkiye’deki ekonomik ve siyasi koşullarla ilgili Avrupa medyasında çok sayıda haber yapılmakta.

Bütün bunları alt alta getirdiğimiz zaman Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının vize sıkıntısı önünüze bir film gibi oynuyor diyebilirim. Hepsini alt alta koyup bir bakmak lazım.

“Bu yılın başında Avrupa’da kimse genişleme sürecinden bahsetmek istemiyordu, Ukrayna’nın işgali denklemi değiştirdi”

Türkiye’nin, vize başvurularının reddiyle simgeleşen Avrupa ve temsil ettiği değerlerden uzaklaşması başka hangi sonuçlar üretebilir?

Her şeyden önce Türkiye’nin oturup kendisine Avrupa’yla ilişkilerde yeni ve gerçekçi bir vizyon çizmesi lazım. “Ben AB üyesi olmak istiyorum” demek yeterli ve gerçekçi bir vizyon değil, hiçbir zaman da olmadı.

Zaten bunun bir vizyon haline gelebilmesi için öncelikle üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi ile aramızı düzeltmemiz gerekiyor. Avrupa Konseyi, Avrupa yolunda Türkiye’nin en değerli müttefikidir. Oysa, bırakın Türk hükümetini, Türkiye’nin Avrupa perspektifini savunan TÜSİAD, TOBB ve İKV gibi kuruluşlardan da Avrupa Konseyi hakkında neredeyse hiçbir şey işitmiyoruz. Hepsi 2004 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin denetim sürecinden çıkmamız sayesinde AB ile üyelik müzakerelerine başlayabilmiş olduğumuzu unutmuş görünüyor.

AB ile ilişkiler sadece “vize dosyasını vize dosyası olarak çözelim, Gümrük Birliği meselesini kendi başına çözelim” gibi bir mantıkla ilerlemez. Bu şark kurnazlığıdır, AB buna yanaşmaz, yanaşmıyor da. Çünkü AB size vize serbestisi vermenin karşılığında ne alacağının hesabını yapar. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir karar vermesi lazım, “Ben Avrupa’yla ilişkilerimden ne istiyorum? Şunu istiyorsam, karşılığında ne vermeye hazırım?”

Bir kere her şeyden önce gerçekçi olmak lazım. Yani bizim üyelik perspektifimiz şu an için sona ermiştir. Kâğıt üzerinde var ama gerek Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı sorunlar gerekse Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı sorunlar nedeniyle fiilen askıya alınmıştır ve yakın bir gelecekte de gündeme gelmeyecektir.

Türkiye’nin kâğıt üzerinde bu süreci kalabilir. İleride ne olur bilmiyoruz. Fakat, AB’nin önde gelen ülkeleri Avrupa’nın geleceği konusunda aralarında uzlaşamadıkları sürece Türkiye dosyasında ciddi ilerleme beklememek lazım.

Bakın bir de Ukrayna denklemi girdi işin içine. Ukrayna’da olup bitenler Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkilerini yakından ilgilendiriyor. Çünkü Ukrayna, savaşın başlamasından hemen sonra AB’ye tam üyelik başvurusunda bulundu. Aynı zamanda Gürcistan ve Moldova da.

AB üyeliği, bu ülkelerin gelecek planları arasındaydı. Savaş bu süreci onlar için inanılmaz derecede hızlandırdı, derhal başvuruda bulundular ve Avrupa Birliği ülkeleri bu ülkelere hayır demediler, diyemediler.

Rus işgaliyle birlikte yepyeni bir konjonktür oluştu. Bu konjonktür genişlemeyle ilgili denklemi değiştirdi, daha da değiştirecek. Bu yılın başında kimse genişleme sürecinden bahsetmek istemiyordu, adeta rafa kaldırılmıştı.

Şimdi başta Almanlar olmak üzere Orta Avrupa ve Doğu Avrupa ülkeleri, “genişleme sürecine yeni bir ivme kazandıralım” diyor. Batı Balkanların üyelik sürecinin hızlandırılmasını isteyenler çoğalıyor. Romanya “Moldova da üye olsun” diye bastırıyor.

Mesela Türkiye’den daha doğuda bir Kafkas ülkesi olan Gürcistan’ın üyelik başvurusuna kimse “sen Avrupa’da değilsin, sen AB üyesi olamazsın” demedi. Çünkü AB o bölgeyi Rusya’nın güdümüne, nüfuzuna bırakmak istemiyor. Ermenistan Rusya yörüngesinden çıkabilse o da AB yoluna sapacak.

Şimdi Türkiye’nin bu perspektifte, kısa ve orta vadede Avrupa Birliği’yle ne yapacağına, Avrupa Birliği’yle nasıl bir ilişki kuracağına karar vermesi lazım.

“AB’yle ilişkilerde çatışma kültüründen çıkıp uzlaşı kültürüne girecek irade gerekiyor”

Türkiye, ilerleyen süreçte “gönülden” bir AB’ye üyelik hedefi ve perspektifi geliştirebilir mi? Bunun için hangi adımları atması gerekir?

Bunun için öncelikle Avrupa Birliği’ne güven veren bir ülke olmamız lazım. Avrupa Birliği’yle iş birliği yapan bir ülke olmamız lazım. Bunun tersi de geçerli. AB de Türkiye’ye güven vermeli. Yani öncelikle karşılıklı güven ortamı oluşması lazım.

Dış politikadaki seçimlerimiz Avrupa Birliği’nin önde gelen ülkelerinin, -ki burada önemli olan Fransa ve Almanya’dır- istemleriyle, istekleriyle, yürüttükleri politikalarla uyuşmuyor.

Ben Ankara’nın yerinde olsam her şeyden önce daimi bir Ankara-Berlin-Paris platformu oluştururum. AB kurumlarından önce bu iki ülkeyle her alanda çok sağlam diyalog ve iş birliği temelleri yaratmalı Türkiye. Berlin ve Paris ile adım adım çatışma kültüründen çıkıp uzlaşı kültürüne geçmek en akıllı yatırım olacaktır. Bu, mevcut uluslararası konjonktürü dikkate aldığınızda, tüm tarafların çıkarınadır.

Tabii bizim bir de ayrıca Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi gibi spesifik iki sorunumuz var.

Kıbrıs Rum kesimini tanımasak da öncelikle Yunanistan’la asgari bir uzlaşı zemini bulmak gerekiyor. Çünkü Yunanistan, Avrupa Birliği içinde tüm enerjisini Türkiye’yle olan problemlerinin hepsini AB-Türkiye problemi haline getirmeye harcıyor.

Mesela Ukrayna savaşı başladığından bu yana Avrupa Parlamentosu’nda veya Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde görev yapan Yunan parlamenterler, Türkiye’nin Yunanistan’a karşı yürüttüğü politikayı Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü politikayla benzer tutmaya çalışan ifadeler kullanıyor. “Rusya, Ukrayna’ya saldırdı. Türkiye de bize saldırabilir. Bütün Avrupa benim yanımda olmalı” demeye getiren mesajlar veriyorlar. Ben buna birebir şahit oldum. Bunlar kesinlikle gizli gizli de değil çok açık yapılan şeyler.

Dolayısıyla Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkilerini normalleştirmek ve geliştirmek için, Yunanistan’la asgari düzeyde de olsa bir anlaşma zemini bulması lazım. Paris ve Berlin ile yaratılacak imtiyazlı bir diyalog Atina ile ilişkilere de ister istemez pozitif yansır.

Şu anda bizim AB’yle olan ilişkilerimiz çatışma kültürü üzerine kurulu. Bu sadece bizden kaynaklanmıyor. AB’nin kendisinden de kaynaklanıyor. Avrupa Birliği de son 5-10 yıldır bu formata girdi.

Yani bakıyorsunuz işte Fransa son birkaç yıldır Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlardan faydalanıp, Yunanistan’a inanılmaz derecede silah sattı. Yani bu Fransa’nın da, en azından Fransız silah sanayinin de işine geliyor.

Öbür yandan Almanya, Türkiye’den yeni bir göç dalgasından korkuyor. Kendi topraklarında yaşayan Türkiye kökenlileri dikkate alarak Türkiye’deki siyasi sorunların Almanya’ya taşınmasından endişe duyuyor.

Türkiye ile Batı Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin birbirlerine güven verici önlemler alması lazım, ki bu vize sorunu gibi sorunlar çözümlenebilsin… Olaya sadece bir vize sorunu değil, genel olarak Avrupa’yla ilişkilerimiz bağlamında bakmak lazım. Avrupa’nın Türkiye’ye ihtiyacı var, Türkiye’nin de Avrupa’ya ihtiyacı var. Sağduyulu herkes bunu biliyor.

Ama dediğim gibi hem Avrupa’da artan popülizm hem Türkiye’nin kendi seçenekleri ve son yıllarda Avrupa’yı hor görmesi işi zorlaştırıyor.

Olan vize başvurusunda bulunan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına oluyor. Bunlar kâğıt üzerinde bağımsız şeyler ama pratikte birbirine doğrudan bağlantılıdır.

İstese Avrupalılar vize başvurularını çok daha hızlı hale getirirler, bu sorunu çözerler. Vatandaşlarımız da iş insanlarımız da gerek turistik nedenlerle, gerekse mesleki nedenlerle Avrupa’ya daha kolay biçimde gidebilir. Geçmişte yaptıkları gibi. Son 5-10 yılda yaşananlar bunu zorlaştırmış durumda.

Ama tek bir konu üzerinden değil genel olarak bakmamız lazım. Bu bir paket çözüm olabilir. Bu paket çözümün olması için de ilişkilerin yatışması lazım. Yani çatışma kültüründen çıkıp az önce de söylediğim gibi uzlaşı kültürüne girecek irade gerekiyor.

- Advertisment -