Adnan Tanrıverdi’yi ilk olarak Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programında izledik. Orada 28 Şubat mağduriyetlerini anlatırken ASDER (Adaleti Savunanlar Derneği) Başkanı olarak konuşuyordu. 10 yıl sonra ise bir emekli asker ve hak savunucusu olarak bilinen Adnan Tanrıverdi’yi her türlü alanda çok profesyonel, silahlı eğitim veren, İslam birliğini sağlama adına kongreler yapan kurumların başında görmeye başladık. Başkanı olduğu dernek de bu zaman zarfında ASDER’den ASSAM’a, Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’ne evrildi. Bu keskin değişim ve dönüşüm nasıl oldu? Bu değişimin ardında neler var?
Aslında burada bir değişimden bahsetmek mümkün değil. Hepsi baştan sona bir çalışmanın ürünü. Türkiye geçmişte de demokratik ve laik bir ülkeydi, bugün de öyle. 28 Şubat döneminde de öyleydi. Ama o dönemde laikliğin farklı bir yorumu, farklı bir uygulaması ile karşı karşıyaydık. O dönemki laiklik uygulaması, dindar insanların üzerinde baskı aracı olarak kullanılıyordu. Dini özgürlükler şeklinde bir uygulama değildi. Daha ziyade halkın yaşam tarzına müdahale şeklinde bir uygulamaydı bu.
Dindar insanlar kamu kurumlarından uzaklaştırılıyor, okuma hakları ellerinden alınıyordu. Mevcut olan dindar kamu personelleri ise ihraç ediliyordu. Laiklik tanımındaki yorum sebebiyle irtica diye bir suç üretilmişti. Bu irtica suçu üzerinden de kamu kurumlarında görev yapan kişilerin ihracı yapılıyordu.
Buradaki gerekçe neydi; ordu içerisinde bir dini yapılanma olduğu iddiasıydı. Ama laiklik taraftarlarına baktığınız zaman dinin, dindarların farklı fraksiyonlarını anlayamadıklarını gördük. Vatanına bağlı, milliyetçi, muhafazakâr dindarlar ile yurtdışından kontrol edilen, aslında Türkiye’yi bölme amacıyla çalışan ve Türkiye’yi İsrail’in veya ABD’nin güdümüne sokmaya çalışan, dini de kendine kılıf edinen bir grubun arasındaki farkı ayırt edemiyorlardı. ‘Bunların hepsi aynı, hepsi dindar’ diye gruplandırılıyordu insanlar ama öyle değildi.
Yeşilin tonlarını ayıramıyorsanız eğer, sizin için açığı da koyusu da bütün tonları da aynıysa hepsini aynı kefeye koyarsınız ve o zaman da ormanlık bir bölgedeki hastalıklı bir ağacı kesmek yerine bütün ormanı yakmaya, kökünden kurutmaya kalkmış olursunuz. Bu ciddi bir hata.
28 Şubat döneminde FETÖ’yü ordunun içinden ayıklamaya çalışırken FETÖ hemen bir evrim geçirdi. 15 Temmuz’dan sonra ihraç edilen FETÖ’cülere bir bakın; kimisi solcu gözüküyordur, kimisi Atatürkçü gözüküyordur, kimisi milliyetçi Mao’cudur, kimisi ateist görünür. Hepsi maske değiştirmiştir. Ama geriye sadece milliyetçi, muhafazakâr olup namazını kılan, eşi başörtülü olan, gerçekten Müslüman olan insanlar kaldığı için irtica suçlamasıyla TSK’dan tasfiye edilmişlerdir. Bunların tamamı aslında çok ciddi güzel sicile sahip, başarılarla dolu geçmişlere sahip insanlar.
“ASDER 28 Şubat döneminde ihraç edilen askerler tarafından bir hak arayışı amacıyla kuruldu”
Bu insanlar bütün mesleki birikimleri bir kenara bırakılıp, rütbeleri sökülerek, hiçbir maddi hakları bulunmadan, emeklilik hakları dahil tüm özlük hakları ellerinden alınarak ordudan ihraç edildiler. Türkiye geçmişte de demokratik ve laik bir ülkeydi, bugün de öyle. Askerlik mesleğinden başka hiçbir şey bilmeyen bu insanlar bir anda kendilerini sudan çıkmış balık gibi buldular. 1993’ten itibaren ordudan ihraç edilmeye başlayan bu insanlar özlük haklarını geri alma, kamuoyuna kendilerinin vatan haini olmadıklarını anlatma çabası içerisine girdiler ve bir STK kurdular. ASDER böyle kuruluyor 2000 yılında. 2000 yılından 2011 yılına kadar kendilerini ifade etmeye, seslerini duyurmaya çalışıyorlar kamuoyuna.
2010’larda artık hükümet ikna oluyor bu insanların FETÖ’cü olmadığına ve 2011 yılında 6191 sayılı kanun çıkıyor. Bu kanunla özlük haklarının bir kısmı iade ediliyor. Bu insanlar diyorlar ki; “Artık tamam. Biz kendi meramımızı anlatmayı başardık. Vatan haini olmadığımız netleşti. Peki biz kendimiz için bu kadar uğraştık da bu ülke için vereceğimiz bir şey yok mu?” Bu soruya cevap ararken bu mağduriyetleri oluşturan sorunun kaynağının Türkiye’nin içinde olmadığını, Türkiye’nin dışındaki bazı güçler tarafından Türkiye’ye ithal edildiğini tespit ediyorlar. Sonra da bu sorunun uluslararası alanda giderilmesi için çalışma yürütmeye karar veriyorlar. ASDER’in içinde 2011 yılında ilk kez bir platform olarak kuruluyor ASSAM.
Dış güçlerden bahsettiniz. Biraz somutlaştırır mısınız? Kimi kastediyorsunuz?
Avrupa ülkeleri, NATO, ABD, İsrail. Bunların hepsi bu işin içindeler. Bu coğrafyada menfaatleri var bu ülkelerin.
Türkiye’nin çıkarları aleyhine mi?
Bu bölgedeki kendi menfaatleri lehine. Dolayısıyla Türkiye’nin de bu menfaatlere uygun şekilde hareket etmesini istiyorlar.
Peki sizce Rusya’nın, İran’ın bu bölgede menfaatleri yok mu? Bu menfaatler Türkiye’nin menfaatleri ie çelişmiyor mu?
Mutlaka var. Rusya ile İran da bu bölgede tabii ki menfaat peşinde koşuyorlar. Yani 28 Şubat dönemine bakarsak o dönem İran’ın ya da Rusya’nın Türkiye’de çok bir etkisi olduğunu söylemek doğru olmayabilir. Batı’nın etkisi daha fazlaydı.
“Bizim kurumsal olarak bir cemaate ya da tarikata mensubiyetimiz yok”
Türkiye’ye yeni bir tez öneriyorsunuz. Peki bu tezi önerirken fikri anlamda hangi kaynaklardan besleniyorsunuz? Son haftalardaki tartışmalara bakarken şunu görüyoruz; sizi bir yere konumlandıramıyor insanlar. Bir dini şahsiyet olarak ‘Saygı duyarız, okuruz’ dediğiniz ilk üç isim kimdir acaba?
Bizim ASDER camiasında belirli bir tarikat mensubiyeti yoktur. Şu cemaate mensubuz ya da şu tarikatın içerisindeyiz diyebileceğimiz bir durum yok. Milliyetçi, muhafazakâr, dindar insanlar bunlar. İçlerinde cemaat ve tarikatlara yakın olan, mensubu olan kişiler olabilir. Ama hepimizin toplu olarak mensubu olduğu ya da insanları yönlendirdiğimiz bir yapı yok.
Adnan Oktar içeri alındıktan sonra, Adnan Tanrıverdi hakkındaki iddialara ilişkin avukatı aracılığıyla bir açıklama yapmış ve Tanrıverdi’ye yapılan saldırılarla kendisine yapılan saldırıları paralel gördüğünü söylemişti. O açıklama akıllara bu iki isim arasında bir kesişim olup olmadığı sorusunu getiriyor. Çünkü Adnan Oktar da 1990’lı yıllarda benzer bazı süreçler yaşamış bir isim.
Bu tür bir kesişme söz konusu değil. Konunun dağılmaması açısından ben az önce kaldığımız noktadan devam edeyim. Çünkü bunu tamamlayınca daha net anlaşılacak durum.
2000 yılından 2011’e kadar olan süreçte bir STK çalışması yürütüldü Adnan Tanrıverdi başkanlığında. ASDER içinde TSK’dan ihraç edilenler çoğunlukta evet ama o süreçte tek haksızlığa uğrayanlar askerler değildi. Öğretmenlerden, akademisyenlerden, kamu görevlilerinden pek çok haksızlığa uğrayan kesim vardı ama onlar içerisinde emir-komuta zinciri Silahlı Kuvvetler’deki gibi yürümediği için ASDER gibi örgütlenemediler. ASDER’de bu daha sağlıklı yürüdü ve ASDER bu hak arayışında bir başarıya ulaşabildi.
Bu kadar hiyerarşik miydi ASDER içinde her şey? STK için çok fazla değil mi?
En nihayetinde bu insanlar asker. Askeri bir disiplin var içerisinde ASDER’in. Başkan olan kişi ‘şunu yapacağız arkadaşlar’ dediği zaman herkes aynı şeyi yapabiliyor. Ama bu ihraç edilen diğer kesimlerde bu kadar sağlıklı yürüyemedi. Bugün hâlâ onların mağduriyetlerinin giderildiği söylenemez.
ASDER içerisinde yaptıkları çalışmalar sonucunda bu kişiler Türkiye’nin Türkiye’den ibaret olmadığı sonucuna ulaştılar. Siz Türki cumhuriyetlere gittiğiniz zaman, Afrika’ya gittiğiniz zaman oralarda Türkiye’nin lider bir pozisyonu olduğunu görüyorsunuz. Yönetici kesimde olmasa bile halkta, bürokraside, silahlı kuvvetler içerisinde, akademik çevreler içerisinde bu var. Mesela Suriye’ye gidin. Yönetim bize farklı bakıyor olabilir ama halk bize yakın. Lübnan’a gidin, Afrika’ya gidin, Mısır’a gidin bu böyle.
Aslında İsrail ile de benzeri bir durum var. Hem şu an bir normalleşme süreci yürüyor hem de geçmişte iki ülke arasında sıkı bağlar var. İsrail’den yurtdışına yapılan seyahatlerde en çok ziyaret edilen ülke Türkiye. Ama Adnan Bey’in yazılarını okuduğumuz zaman İsrail’in tamamen yok edilmesine kadar varacak şeyleri savunduğunu görüyoruz. Böyle tavizsiz bir duruşu var. İlk sorudan tekrar buraya gelecek olursak, en başta bir mazlumluk vardı, sonra reaksiyoner bir tavır alındı, şu anda ise aksiyoner bir duruşa geçildi. Bunun bir devamı olacak mı? Türkiye’deki topluma dair bir dizayn planınız var mı?
ASDER döneminde bu insanlar kendi bireysel mağduriyetlerini gidermek için yola çıkmışlardı. Bir noktadan sonra aslında bu bireysel mağduriyetlerin kendi şahıslarından kaynaklanmadığını fark ettikten sonra bireysel mağduriyetlerin değil toplumsal mağduriyetin önemli olduğu ve giderilmesi gerektiğini anladılar.
Gerçekten donanımlı insanlardan bahsediyoruz. Devletin özel olarak yetiştirdiği, Türkiye’nin savunmasını üstlenen, Türkiye’nin güvenliğini üstlenen kurumların çeşitli yerlerinde ciddi görevler yapmış kişiler. Sokaktaki esnaf gibi düşünmemek lazım. Çok daha farklı meziyetlere sahip insanlar bunlar.
Bu insanlar verileri çok daha farklı işliyorlar. Bu, TSK’nın onlara kazandırdığı bilgi ve beceri sayesinde oluyor. Meselelerin nasıl inceleneceği, nasıl tahlil edileceği en alt kademelerden başlayarak anlatılıyor öğretiliyor bu insanlara. Bu yüzden başarılı oluyorlar. Bugün özel firmalar bile TSK’dan emekli olan kişileri işe almak isterler. Çünkü belirli bir disiplinde çalışıyorlar ve bu disiplinin bilimsel bazı yöntemleri var. Bunları serbest piyasada bulamıyorsunuz.
Dolayısıyla böyle bir birikime sahip olan bu insanlar Türkiye’nin uluslararası arenada çok daha büyük potansiyele sahip olduğunu görüyorlar. Bu insanlar bir arada bulundukları süre boyunca bir suça karışmamışlar.
Bu insanlar derken kaç kişiden bahsediyoruz?
ASDER mensubu şu anda 1500 kişi civarında fakat 28 Şubat döneminde TSK’dan ihraç edilen kişi sayısı resmi olarak 3 bin civarında. Bir de resmi kayıtlarda normal şekilde emekli olduğu görülen ama dindar olduğu için mobbingle, zorla emekli edilen kişiler de var. Çünkü TSK’da FETÖ’ye yer açılması gerekiyordu.
Adnan Bey’in sitesinde ben bir özeleştiri okumuştum. 3 sene boyunca da olsa Fetullahçılara bir sempati beslediğini ama daha sonra yanıldığını fark ettiğini söylüyordu. Bu, dediğiniz ile çelişmiyor mu?
O dönem kimse TSK içerisindeki yapıyı FETÖ olarak isimlendiremiyordu. İstihbarat birimleri dahi adını koyamıyordu. Bunun üzerine giden bazı yazarlar; Uğur Mumcu gibi, Bahriye Üçok gibi, çeşitli suikastlerle öldürüldüler. Bu suikastler de İslami camianın üzerine atıldı o dönem. Aslında bunlar FETÖ konusunda ciddi araştırmaları olan insanlardı. Bu insanları yok ettiler. O dönem bazı şeyleri anlamak çok kolay değildi.
Aranızda uzun bir süre husumet olmadı ama… SADAT kurulduğu zaman, Zaman gazetesinde gayet müspet haberler çıkmış. Daha sonra ODA TV ve Aydınlık’ın haberlerine karşı Zaman’da daha ılımlı haberler çıkmış. Hatta SADAT’ın sitesinde olumlu bir haber olarak paylaşılmış bunlar. O zamana kadar böyle bir husumet yok gibi göründüğü kadarıyla.
Toplumun çeşitli kesimlerini düşmanlaştırmak çok doğru olmaz. Çünkü her zaman arkada bir devlet var ve devlet onları bir şekilde kazanacak, yaptıkları hatadan vazgeçirecek. Dolayısıyla toplumda kutuplaşmalara sebep olacak şekilde STK’ların ve şirketlerin bir politika yürütmesi doğru olmaz. Toplumu kutuplaştıracak şekilde çalışmamak gerektiğini düşünüyoruz.
“Şu anki laiklik uygulaması ile ilgili bir sorunumuz yok”
Bugün bize mesela laiklik hakkında ne düşündüğümüz soruluyor. Laik bir ülkede yaşıyoruz zaten. Şu anki laiklik uygulaması ile ilgili bir sorunumuz yok. Biz kendimize düşman seçmiyoruz.
Peki laikliğin şu anda uygulandığını düşünüyor musunuz?
Evet, şu anda laik bir ülkedeyiz. Ama laikliğin farklı yorumlandığı dönemler oldu, ona karşıyız. İnsanların yaşam tarzına müdahale ediliyor mu Türkiye’de, edilmiyor. Ben öyle görüyorum. Başındaki başörtü zorla alınmıyor ya da kimseye başını ört diye zorlama yapılmıyor.
Az önce kaldığım noktayı tamamlayacak olursam, ASDER içerisinde bir platform olarak kuruldu ASSAM. Daha sonra İslam ülkelerinin askeri anlamda bir birlik oluşturması hedef olarak belirlendi. Buna kim ön ayak olabilir? Sıradan, herhangi bir vatandaş böyle bir şeye ön ayak olamaz.
Adnan Tanrıverdi’ye göre Mehdi olabilir.
Hayır. O yanlış bir şey. 2019’daki bir röportaj esnasında, sırada bekleyen mikrofonlar varken ve siz hızlı hızlı bir röportaj verirken maksadı dışına taşırtılan bir açıklama o.
Bir insan böyle de düşünebilir tabii. Yargılamak için söylemiyorum.
ASSAM’ın ya da Adnan Paşa’nın düşüncesi o değil. Öyle olsa neden ASSAM’ı kursun? Neden SADAT’ı kursun? Beklerdi, nasıl olsa Mehdi (A.S.) gelecek ve bizi kurtaracak diye düşünürdü. Niye çalışsın ki?
Adnan Tanrıverdi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın danışmanı olduğu dönem çok tartışılıyor. Bu danışmanlık nasıl başladı, nasıl bitti? Süreç nasıl yaşandı?
Adnan Paşa 1996 yılında kadrosuzluktan emekliye ayrılmak zorunda kaldı. Emekli olduğunda 52 yaşındaydı. Ben şu anda 54 yaşındayım. Aslında mesleki bilgi birikiminin zirvesinde olduğu bir dönemde sadece ideolojik bir sebeple emekliye ayrıldı. Herhangi bir dış bağlantısı bulunamamasına rağmen, hiçbir suçu olmamasına rağmen…
Askeri ateşe olarak ABD’ye gittiği yalanı söyleniyor. Adnan Paşa İngilizce bilmez ki. Onun yabancı dili Fransızca. Adnan Paşa sadece bir haftalık bir kurs için Brüksel’e gitti askerlik yaparken.
Yani dış örgütlerin kontrolündeydi, dış istihbarat örgütlerine çalışıyordu gibi suçlamaların bir geçerliliği yok.
52 yaşındaki bir insanın emekli olunca köşesine çekilip beklemesi çürümesi demektir. Adnan Paşa o dönem Türkiye’ye yeni gelen bilgisayarı kullanmayı öğreniyor, interneti öğreniyor. Bilgisayarda yazılar, makaleler yazıyor. Dolayısıyla çeşitli çalışmalar yürütmeye başladı.
Türkiye’nin sorunlarını tespit edip bunlara çözüm önerileri sunmaya başladı. Yetkililere açık mektuplar yazardı, raporlar yazıp bütün bakanlıklara, başbakanlığa, cumhurbaşkanlığına gönderirdi. Onun bu çalışmaları bütün partiler tarafından bilinirdi. Zaman zaman medya organlarındaki açık oturumlara da katılırdı.
“Demek ki Sayın Cumhurbaşkanı, Adnan Paşa’nın Türkiye’nin meseleleri ile ilgili ciddi çözüm önerileri olduğunu gördü”
1996’dan 2016’ya kadar geçen süredeki çalışmalara Cumhurbaşkanımız detayları ile vakıf. Raporları ona da gönderiyordu Adnan Paşa. Demek ki Sayın Cumhurbaşkanı, Adnan Paşa’nın Türkiye’nin meseleleri ile ilgili ciddi çözüm önerileri olduğunu gördü. Geçmişte birçok partiden milletvekilliği teklifi almış bir isimdi Adnan Paşa.
2016’da 15 Temmuz’dan sonra bir teklif geldi Adnan Paşa’ya Cumhurbaşkanı başdanışmanı olması için.
Kim ulaştı? Nasıl bir süreç oldu?
O kadar ayrıntıya girmek istemiyorum. Kendisine teklif edildi. Herhangi bir parti üyeliği teklifi değildi bu. ‘Madem çözüm önerilerin var, gel başdanışman olarak görev al’ denildi. Cumhurbaşkanımız öyle irade etti diye düşünüyorum. Bu bilgiye sahip değilim.
Adnan Paşa ile bu süreci konuşmadık. O böyle şeyleri anlatmaz. Basına da anlatmaz, bize de anlatmaz. Ben danışmanlık teklifi üzerine fikir yürütüyorum.
Bu hikâyenin çok konuşulan bir de sonu var. İçinde ‘Mehdi’ kelimesi geçen o kısa açıklamanın ardından.
Adnan Paşa 2016 yılında göreve atandı ve görev yaptığı sürede Türkiye’nin savunma ve güvenlik alanında kendisinin yıllardır bahsettiği yapısal değişiklikler gerçekleşti. Adnan Paşa yaptı deyip ‘Her şeyi biz yaptık’ gibi bir algı oluşturmak istemiyorum ama ASDER toplantılarında konuşulanların tamamı 2016’dan sonra gerçek oldu. Nitekim ASDER’in bir toplantısında Adnan Paşa’nın “15 Temmuz’dan sonra ne istediysek oldu” diye bir açıklaması basında da yer aldı. Çünkü ASDER toplantılarında bu yapısal değişiklikler yıllarca konuşulmuştu.
2019 yılına gelindiğinde, Adnan Paşa “Ben buradaki her şeyi rayına oturttum. Artık daha fazla görev yapmama gerek yok. Bu şekilde devam ettiği sürece her şey, Türkiye’nin önü açık. Türkiye vesayetçi rejimden kurtuldu. Türkiye’nin terörle mücadele konusundaki konseptini değiştirdik. Terör bitti” dedi.
“Adnan Paşa göreve geldikten sonra Türkiye’nin savunma konseptini değiştirdi ve 6 ayda terörü bitirdi”
Bakın, 2016’da Adnan Paşa danışman olduktan sonra terörün bitmesi 6 ay sürmedi. Her tarafta bombalar patlıyordu. Sürekli terör eylemleri oluyordu. Bıçakla kesilmiş gibi bitti. Neden? Çünkü Türkiye savunma konseptini değiştirdi o dönemde.
Adnan Tanrıverdi’nin önayak olduğunu düşünüyorsunuz?
O yaptı demeyeyim ama dönüp araştırın, bakın. Ben böyle bir iddiada bulunuyor olmayayım, siz dönün bakın.
Danışmanlığın sona ermesi mevzusuna dönersek, 2019’un başında Adnan Paşa “Benim burada yapacağım bir şey kalmadı. Savunma ve güvenlik alanında her şey rayına oturdu” dedi. Görevi bırakmak istediğini söyledi.
Bu süre içerisinde Erdoğan ile yakın temastaydı?
Tabii ki.
“Cumhurbaşkanımızı bir kez bile görmedim”
Peki Erdoğan neden “SADAT’ın yöneticileriyle yakından uzaktan bir alakam yok” dedi. Bu açıklamaya kırıldınız mı?
Hayır kırılmadım, neden kırılayım. Doğru söylüyor. Ben hayatımda hiç, bir kez bile Cumhurbaşkanımızı görmedim.
Adnan Bey nazarında soruyoruz bunu ama.
Adnan Paşa 2016 yılında Beştepe’ye danışman olarak giderken rozetini çıkarttı. İstifa etti ve gitti. Ben Adnan Paşa’dan hiç dinlemedim Beştepe ile ilgili süreci. Adnan Paşa böyle konuları bizlerle konuşmaz. Adnan Paşa evini Ankara’ya taşıdı, Külliye’de tam zamanlı olarak görev yapıyordu. Bunu SADAT’tan kimseyle, bizlerle konuşmadı, konuşmaz. Biz sadece kendisini arada ziyarete gidiyorduk. Adnan Paşa bir devlet adamı olarak 2016-2019 yıllarında görev yaptı.
Görevi bırakmayı düşünürken bu düşüncesini bizimle paylaştı. Tam o dönemde de Türkiye yerel seçimlere gidiyordu. Biz kendisine o zaman ayrılmasının yanlış yorumlara sebep olabileceğini söyledik. Seçimler geçtikten sonra görevden ayrılmasını söyledik. O da hak verdi ve seçimlerin geçmesini bekledi. 2019 seçimleri geçti. 2020 Nisan’ı gibi ayrılmayı planlıyordu Adnan Paşa ama kendisinin görevden ayrılması üzerinden Cumhurbaşkanımıza saldırılmasına da gönlü razı gelmiyordu. Yoksa kimse Adnan Paşa’ya “Görevi bırak” ya da “Sen bize zarar veriyorsun” gibi bir şey söylemedi. Bunlar açık konular.
Aralık ayında Mehdi tartışması çıktı. Bize bugüne kadar 200’ü aşkın Mehdi başvurusu yapıldı. Ben Mehdi’yim diyen başvurular var. Yurtdışından bile başvurular var. Adam yazıyor, “Ben Mehdi’yim, geldim, hazırım, neredesiniz?” diye…
“Devletin ya da hükümetin SADAT ile herhangi bir ilişkisi yok. Yöneticileri ile de bir ilişkisi yok.”
Fakat Adnan Tanrıverdi bir yöneticiydi, kurucuydu. Erdoğan o mesajı ile net bir şekilde mesafe koymaya çalıştı.
O mesafe her zaman vardı, her zaman oldu. Alakası yok Cumhurbaşkanımızın. Adnan Paşa bir devlet adamı olarak görev yaptı. Ben elektronik mühendisiyim. Benim başka işlerim de var, sadece SADAT değil. Ne yapacağız? Yapamaz mıyım? Burayla bir ilişkisi yok.
Sayın Erdoğan doğruyu söylüyor. SADAT herhangi bir yerden talimat almıyor. Yani hükümetten, MSB’den, İçişleri’nden resmi ya da gayri-resmi olarak bir görev, bir talimat almıyor. Ben bağımsız çalışıyorsam, bana iş sahası oluşturulmuyorsa benim nasıl bir irtibatım olabilir? Buradan nasıl irtibatım olduğu çıkartılabilir. Cumhurbaşkanımız ile böyle bir irtibatımız hiç olmadı.
Adnan Tanrıverdi eşittir SADAT diyorsanız bu doğru değil.
Ama Adnan Tanrıverdi olmasaydı SADAT ya da ASSAM olabilir miydi? Onun fikirlerinin bir sonucu bu yapılar. Bunların hiçbirini ayrı ayrı düşünemeyiz. Türkiye’nin uluslararası vizyonuna ilişkin fikri olan bir kişinin Türkiye’nin içindeki yerine dair bir fikri de varsa bunları tamamen farklı düşünemeyiz.
Şöyle düşünün. Şurada unlu mamuller üreten bir yer var, sizin de bir kafeteryanız var. Oradan alıp satıyorsunuz. Devletimiz, 2016-2019 yılları arasında Adnan Paşa’nın ürettiği bazı bilgileri, bazı çalışmaları, çözüm yöntemlerini aldı. Uygulaması için ona alan tanıdı. Adnan Paşa bunları uyguladı ve kenara çekildi. Burada SADAT ile, ASSAM ile bir alaka yok. Güvenlik, savunma alanları deyince insanlar anlayamıyor.
“SADAT devlete çalışıyor algısı doğru değil”
‘SADAT devlete çalışıyor’, ‘SADAT’ın her yaptığı devleti bağlar’ gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor kamuoyunda. Bu doğru değil. Bizim pazara sunduğumuz ürünler bellidir. Bunlar internet sitemizde açık açık yer alıyor. Eğer bunların pazarlanmasının yasal olmadığını ya da Türkiye için riskli olduğunu düşünsek bunları sitemize koymazdık. Kafamızın arka planında gizli işler yürütme düşüncesi olsa hiçbir şey koymayız. Sessiz sedasız yapardık her şeyi. Böyle bir şey yok. Hiçbir zaman da olmayacak.
Az önce Adnan Tanrıverdi’nin görev aldığı süre içerisinde Türkiye’de terörü bitirdiğini ve Türkiye’nin yeni bir rota belirlediğini söylediniz. Bunu sağlayan kişinin de Adnan Paşa olduğunu söylediniz. Bunu Türkiye’de söyleyen bir kişi, bir grup daha var. Doğu Perinçek ve onun ekibi olan Avrasyacılar. Onların fikirleri ile sizin fikirleriniz, onların Türkiye’ye çizdiği rota bağlamında benzeşiyor diyebilir miyiz?
Siz bana Adnan Paşa ile ilgili bir soru sordunuz, ben ona cevap verdim. SADAT iç siyasetin bir unsuru değildir. Türkiye’ye yönelik herhangi bir çalışması yoktur SADAT’ın. SADAT’ın hizmet çerçevesi bellidir. Doğu Perinçek ya da Vatan Partisi ya da herhangi bir oluşum hakkında yorum yapmamız mümkün değildir. Biz bir özel şirket olarak toplumda ayrıştırıcı bir tutum takınamayız.
FETÖ’ye karşı mıyız, evet. FETÖ’yü düşman belirler miyiz kendimize, evet belirleriz. Zaten biz belirlemesek de o bizi düşman belirliyor. Ama Kemal Kılıçdaroğlu bizim düşmanımız mıdır, değildir. Kendisine bir düşmanlığımız yok. Siyasi fikrini beğeniriz, beğenmeyiz o ayrı konu.
SADAT’ın faaliyetlerine gelecek olursak; SADAT yurtdışında ne tür faaliyetlerde bulunuyor? Kaç tane müşteriniz var ve bu faaliyetler size nasıl bir katkı sağlıyor?
Bir kere şirket tüm giderlerini bu çalışmalardan karşılıyor. Biz, SADAT Savunma olarak bir silahlı kuvvetlerin ihtiyacı olabilecek her türlü hizmeti verebilecek imkan ve kabiliyete sahibiz. A’dan Z’ye. Ülkenin komple savunma konseptini de oluşturabiliriz, konsepti değiştirebiliriz de. TSK’dan emekli olmuş donanımlı bir insan kaynağımız var.
İnsan kaynağı var ama peki teknoloji?
Biz eğiticilerin eğitimini yapmayı tercih ediyoruz genellikle. Bizim için daha sağlıklı oluyor bu tarz eğitim. Örneğin bir ülkenin özel kuvvetler komutanlığının reorganizasyonunu, modernizasyonunu yapıyoruz. Daha önce yaptık ama gizlilik sözleşmesi gereği isim veremiyorum. Mesela bir ülkenin tabur seviyesindeki özel kuvvetler komutanlığını biz tugay seviyesine reorganize ettik. Bunu yaparken bir kere bu kadroların eğitimine ihtiyaç oluyor. İkincisi, bu özel kuvvetlerin modern, uluslararası standartlara ulaşabilecek silahlı eğitimlerini de yaptırabiliyoruz. Bu silahlı kuvvetlerin kendi kışlalarında olmak kaydıyla.
Bizim silahımız yok. Zaten bizim Türkiye’de silahlı eğitim vereceğiz diye bir şeyimiz yok. Biz onlara balık tutmayı öğretiyoruz.
Herhangi bir ülkenin ismini veremiyorum, müşteri havuzumuzda olduğu için bu ülkeler. Sadece Birleşmiş Milletler tarafından tanınmış hükümetlerin silahlı kuvvetlerine, polis kuvvetlerine hizmet sağlıyoruz.
“Akşener’in gördüğünü iddia ettiği kamplar bize ait değil, eğer gerçekten varsa kime ait olduğu araştırılsın”
Yurtiçinde değil, yurtdışında eğitim verdiğinizi vurguluyorsunuz ama İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, ilk olarak 2018’de dillendirdiği Tokat ve Konya’daki eğitim kamplarınıza ilişkin iddiayı geçen hafta yeniden gündeme getirdi. O zaman açılan dava takipsizlikle sonuçlanmıştı fakat Akşener kendisine bir kurum tarafından bu kampların fotoğraflarının gösterildiğini, bu kurumun deşifre olmaması için fotoğrafları almadığını söyledi yeni yaptığı açıklamada. Tabii bu laftan ilk olarak MİT akla geliyor. Siz yurtiçinde eğitim kampınız olmadığını ısrarla söylerken Sayın Akşener neden ısrarla bu iddiasını sürdürüyor?
Biz iç siyasetin bir aktörü değiliz dediğim gibi. Neden Akşener bu konuda bu kadar ısrarcı, bunu bilmiyorum. Biz kendisi hakkında bir tazminat davası açtık. Çünkü baktık ki bu sözleri üzerimize yapışıp kaldı. Biz yargıya gittik, “Hakkımızda asılsız iddialar dillendiriliyor. Biz kendisine maddi tazminat davası açmak istiyoruz. Ama savcılık da bu iddiaları araştırsın. Gerçekten böyle bir kamp varsa, kiminse o kamplar ortaya çıksın” dedik.
Eğer Meral Akşener gerçekten böyle bir kamp gördüyse bize ait olmadığından çok eminiz. Çok rahatım o konuda. Hiç kampımız olmadı bizim.
Biz bunu talep ettik. Devletin kontrolünde bir yer olsun, devlet kontrol etsin orayı biz de eğitim verelim dedik ama kabul edilmedi. Mevzuatta bir değişiklik yapılması gerektiği için kabul edilmedi. Belki devlet bizi layıkıyla kontrol edemeyeceğini düşündü. Bilemiyorum. Ama sonuç olarak izin vermedi.
Çok profesyonel bir sınır çiziyorsunuz. ASSAM da aynı şekilde. SADAT’ın profesyonel bir eğitim verdiğini, Türkiye’nin iç politikasına dair herhangi bir görüş belirtmediğini söylüyorsunuz. ASSAM’ın da aynı şekilde. Fakat ben bunu araştırırken ilginç bir konuşmaya rastladım. ASSAM’ın web sitesinde de yayınlanan bir ropörtaj var, 5. İslami Kongre’yle ilgili. ASSAM Başkan Yardımcısı Emekli Albay Ersan Ergür, kendisi aynı zamanda SADAT yöneticisi, şöyle diyor:
“PKK’lıların Büyükşehir Belediyesi şirketlerinde barındırıldığı bir sürece baktığımızda…. Ekonomik buhran var diyorlar, diktatörlük, tek adam düzeni var, ülkeyi kurtarmamız gerekiyor diyorlar. Bunlar ekonomik algılarla ve dolar operasyonuyla Türkiye’nin şahlanışının kaptanlığını 2023 seçimlerinde alaşağı etmek isteyenlerin algısıdır. İBB seçimlerinde yaptığımız hatayı tekrarlamayalım. Afrika’nın umut ışığı Erdoğan olduğu için biz ona destek vermek istiyoruz.”
İslam ülkelerinin koordinasyonuna ön ayak olmaya çalışan, teorik bir inisiyatiften fazlası olmadığına dair vurgu yaptığınız bir kurumun yöneticisi, aynı zamanda SADAT’ın yöneticisi bu titrde çıktığı bir programda bunları söylüyor. Aynı programda 2023 seçimlerinden 3 kez daha bahsediyor. Burada bir çelişki yok mu?
Ersan Bey tabii ASSAM dışında da çeşitli faaliyetler yürüten bir insan. Orada biraz iş birbirine karışmış gerçekten. Bizim ASSAM ve SADAT’ın durumu şu: Biz reçel gibi her tarafa dağılan bir şeyden ziyade bir peynir kalıbı gibi sınırlarını net olarak çizdiğimiz bir şey olarak görüyoruz ve tanımlıyoruz. Ama bu açıklamada dediğiniz gibi işler biraz karışmış.
Buradaki karışıklık sanki Ersan Bey’den dolayı değil de SADAT’ın ASSAM’ın ve tüm bunların arasındaki geçirgenlikten dolayı. Çünkü gerçekten kafa karıştırıcı bir üçlü sac ayağı var. Siz, vaktinizin çoğunu ASSAM’ın, SADAT’ın ya da Adnan Tanrıverdi’nin ne olduğunu değil ne olmadığını anlatmaya ayırıyorsunuz. Ama aslında Beylikdüzü’nde tabelası olan, hatta Ekrem İmamoğlu’nun komşusu olan bir kurumsunuz. Google Maps’te arayarak bulunabiliyorsunuz. Buraya kadar gelen şeffaflık bir anda bir duvarla karşılaşıyor. Siz daha iyi bir PR, daha iyi bir iletişim yöntemi seçmeyi, daha şeffaf olmayı düşünüyor musunuz? Çünkü bu konunun seçimlere kadar konuşulacağı belli.
Yaşadığımız sıkıntı şu ki bizim nerede ne yaptığımız ya da yapmak istediğimiz bizim açımızdan çok net. Ama kamuoyunda bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Bu algının niçin oluşturulmaya çalışıldığının da farkındayız. Bu algı sebebiyle zaman zaman bizim bile kafamızın karıştığı oluyor.
Biz, SADAT konusunda pazarlama faaliyetlerimizi tamamen yurtdışına yöneltmiş durumdayız. Biz Türkiye’de herhangi bir reklam ya da PR çalışması yapmadık. Sayın Kılıçdaroğlu buraya gelene kadar hiçbir televizyon kanalı bizi davet etmiş değildi.
Kemal Kılıçdaroğlu geldiğinde hiç aklınızdan ‘Acaba kapıyı açıp içeri buyur etsek’ fikri geçti mi?
Geçti. Hatta arkadaşlar Adnan Paşa’yı aramışlar. Adnan Paşa içeri davet edilmesini söylemiş. Ama buradaki durumu görmeniz lazımdı. Yürüyerek gelmişler. Herkesin elinde kameralar açık. Daha önce de başımıza geldi bu durum. Bize haber verilseydi biz de kameralarımızı açar, kaydımızı alırdık.
2012’de İşçi Partisi gelmişti yine ellerinde kameralar ile. İnternette keserek yayınlamışlardı videoları. Bizim yetkililer konuşurken spiker giriyordu ekrana, ne söyledikleri belli değildi. Ama kamera onlara döndüğünde sesi açıyorlardı. Sanki sürekli onlar konuşmuş, hakaret etmiş de bizim yöneticilerimiz onlara cevap verememiş gibi.
Eğer Kemal Kılıçdaroğlu geleceğini söyleseydi biz de kameralarımızı açıp kendisini içeri davet ederdik. Girişte arabalarımızı park ettiğimiz bir alan var, gelirken görmüşsünüzdür. Kılıçdaroğlu’nun geldiği ana bakın, hiçbir araba yok. Sanki burada olmadığımızı bile bile gelmiş. Amacı sanki bizimle görüşmek değil de kapının önünde şov yapmak. Burada olsak içeri alacağız belki ve o şovu da yapamayacak.
Akşener’in daha önce iddiaları oldu, Sedat Peker’in oldu, basında çeşitli iddialar çıktı. Siz yanlış anlaşılmaların önüne geçmek, kendinizi anlatmak amacıyla Akşener ya da Kılıçdaroğlu ile bir görüşme talep ettiniz mi?
Meral Akşener ve Ümit Özdağ gündeme getirmişti bu iddiaları. Kılıçdaroğlu daha önce böyle bir şey dememişti. Biz bu konuların oturulup konuşarak vuzuha kavuşturulabilecek konular olduğunu düşünmüyoruz. Bir iddiada bulunuyorlar ama ortaya bir belge de koymuyorlar. Ortada bir belge olur, onu konuşursunuz ama ‘Ya yapıyorsanız’ şeklindeki bir iddianın nesini konuşacaksınız? Herhangi bir şey konuşamazsınız.
“Bunlara emir başka yerden geliyor”
Kaldı ki bu insanlardan randevu falan almak da pek mümkün değil. Hayal olur o. Bu insanların gerçekten seçim güvenliğini dert ettikleri falan yok. Bunlara emir başka yerden geliyor.
Bakın biz Afrika’ya gittiğimizde, X ülkesinin silahlı kuvvetleri için çözümler üretiyoruz. Ben de o sorun için bir çözüm teklif ediyorum, ABD’nin özel askeri şirketi de çözüm teklif ediyor, Rusya’nın da, Çin’in de, Fransa’nın da. Sahada biz bunlarla rekabet içerisindeyiz.
Biz yıllardan beri sahada çalışmalar yaptığımız zaman bu insanların Türkiye’den beklentileri olduğunu görüyoruz. Çünkü Batı yıllardır onları sömürüyor. Ama Türklerin tarih boyunca onlara nasıl yaklaştığını da biliyorlar. Türklerin onları sömürmeyeceğini, kendilerini onlar ile eşit göreceğini biliyorlar. Dolayıyla ben teklif götürdüğümde beni tercih ediyorlar.
Talimat başka yerden geliyor dediniz. Kılıçdaroğlu’nun SADAT çıkartması, sizin böyle görüşme yaptığınız kritik bir sürece mi denk geldi Zira, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bu yönde bir açıklaması oldu Kılıçdaroğlu’nun SADAT baskınının ardından?
Biz sürekli proje teklifleri götürüyoruz ve bunlar ciddi zaman alan, ciddi emek sarf ettiğimiz konular. Bu ülkelerin istihbarat örgütleri sahada bizi çok iyi takip ediyorlar.
Ben mesela gidiyorum X ülkesine. O ülkenin savunma bakanı ile, kuvvet komutanları ile görüşüyorum. Onlar benim orada kaldığım süre boyunca bana araç ve koruma tahsis ediyorlar. Ben akşam konakladığım yere döndüğümde aracı ve korumaları gönderiyorum. Sonra dışarı çıkıyorum. Halkla iç içe olabileceğim yerlere gidiyorum. Arkama birisini takıyorlar mutlaka.
Rus şirketinin adamları mesela askeri araçların üzerinde silahlı şekilde geziyorlar, ben de böyle elimi kolumu sallayarak geziyorum. Orada sahada birbirimizi tanıyoruz. Herkes zenci, ben beyazım. Ruslar sarı. Birbirimizi görüyoruz. O kim ben kimim belli. Adamlar bizi tanıyorlar ama detayları anlayamadıkları için, arkamızda hükümet var mı bilemedikleri için, bunları anlayabilmek için içeriden birilerini bize saldırtıyorlar ki sonraki süreçten bu sorularına cevap buluyorlar. Sahada SADAT’a vurursa arkasından TSK gelir mi sorusuna cevap buluyorlar mesela.
“Biz paramiliter bir yapı değiliz, silahlı gücümüz yok”
Ama siz de biliyorsunuz ki Türkiye’nin bu konularda geçmişi ve hatıraları pek iyi değil. Özel harple ilgili, kontragerilla ile ilgili. Dünya üzerinde de Wagner gibi, Black Water gibi suça karıştığı tespit edilen savunma şirketleri var. Belki de bu yüzden insanlar bu kadar reaksiyon gösteriyor.
Biz paramiliter bir yapılanma değiliz. Silahlı bir gücümüz yok. Rakiplerimiz öyle ama biz değiliz. Rakiplerimiz de bizim paramiliter bir güç olmadığımızı biliyorlar.
Ukrayna savaşında işleriniz yoğunlaştı mı?
Ukrayna ile ilgili bir faaliyetimiz yok. Bize talep geldi, bunu açıkladık. Şunu vurgulamak istedik orada; biz Türkiye’nin dost ve müttefik ülkeleri nezdinde saygın bir konuma sahibiz. Ukrayna bile bizden silah, mühimmat talep ediyor.
Türkiye’nin dost ülkeleri arasında sizi tehdit olarak gören ülkeler de var. Örneğin İsrail. Şu anda Türkiye ile İsrail bir yakınlaşma sürecinde. Bu ilk yakınlaşma da değil üstelik. Türkiye sadece İsrail değil düşman olarak görülen körfez ülkeleriyle de, hatta 15 Temmuz’un sorumlusu ilan edilen BAE ile de yakınlaşmaya niyet etmiş durumda şu an. Bu süreci nasıl görüyorsunuz?
Devletler için bunlar normal durumlardır. Dediğim gibi biz SADAT Savunma olarak Türkiye’nin iç ya da dış politikasına yönelik olarak bir eleştiri getiremeyiz.
Adnan Bey ne düşünüyor peki aynı konuda? Çünkü o Türkiye’nin iç politikası ve dış politikasıyla ilgili yorumlar yapan birisi.
Bu tamamen SADAT’tan bağımsız bir konu.
Az önce bahsettiğim sorun tam da buydu. ASSAM, SADAT, Tanrıverdi.. Bu soruların birbirine karışması çok doğal. Söylediklerinizden anladığımız kadarıyla kafanızda bir plan var ve bu planı uyguluyorsunuz. Siz 10 sene sonrasını da muhtemelen kafanızda planlamışsınızdır.
Biz SADAT olarak Ticaret Sicil Gazetesi’nde planımızı yazmışız, ASSAM da Dernekler Masası’na bağlı bir dernek ve o da tüzüğünde her şeyi yazmış. Kafamızda ne varsa hepsini yazdık. Zihnimizin arka planında gizli bir ajandamız yok. Ne yapıyorsak açık açık yazıp çiziyoruz.
SADAT bir özel askeri şirket, ASSAM ise bir dernek. Biz bunu çok net ayırabiliyoruz.
Peki SADAT ve ASSAM’ın demokrasiye yaklaşımı nasıl?
Bizim mevzuat taslaklarımızı, kongrelerden çıkan sonuç raporlarını okursanız orada bunun cevabı var.
Okudum. Anlayamadığım için soruyorum.
Siyaset bilimci olmak lazım belki detayları anlamak için. Orada şu var; ilgili ülkenin parlamentosu bu konuda bir oylama yapar, birliğe katılmayı isteyip istemediğine o ülke karar verir. Sonra İslam ülkelerinden toplanan bin kişiye yakın İslam Ülkeleri Parlamentosu olur, orada kendi aralarındaki oylamalarla karar verir. Siz bunu eğer demokrasi olarak yorumlamıyorsanız, diyecek bir şey kalmıyor.
Üst çerçevede elbette İslam hukuku bellidir, İslam fıkhının getirdiği çeşitli şeyler vardır. Çeşitli konularda nasıl hareket edileceğine parlamenterler karar verir.
2023’te İslam Birliği’nin kurulacağını söylüyorsunuz. Nasıl bir hazırlık var ki bu konuda böylesine yakın bir tarih veriyorsunuz? Bu bir niyet mi, öngörü mü, plan mı?
Bu bir temenni. ASSAM 2013’te kurulmuş bir dernek. Kurulduktan sonra kongreler düzenlemeye başladık. Toplamda 7 kongre planlıyoruz. Son kongre 2023’e denk gelmiş. 2023’te Kasım-Aralık gibi planlanıyor. Zaten bütün kongrelerimiz o aylarda yapıldı şimdiye kadar.
Hükümetin değişmesi durumunda planlarınızda bir değişiklik olacak mı?
Hükümetin değişmesi bizim planlarımızı değiştirmez. Biz bir STK’yız. Bir çözüm önerisi sunuyoruz. Biz sadece akademisyenlere bir ortam hazırlıyoruz.
Ama sonrasında da politik karar verme kurumlarını etkileme süreci var. Adnan Bey de bu konuda çok kritik bir yerdeydi ama siz orada yapacağını yaptı dediniz. Peki tam böyle bir fırsat varken neden çekilme ihtiyacı duydu, eğer sizin anlattığınız gibiyse çekilme olayı?
Adnan Paşa’nın Türkiye’nin yapısını değiştirmek gibi bir amacı yok ki. Biz tüm İslam devletleri bir arada bulunsun istiyoruz. Türkiye ister mi istemez mi o ayrı konu. Bizim bu çalışmalarımızı belki D-8 alır kullanır, belki İslam İşbirliği Teşkilatı kullanır. Türkiye çıkıp ‘Ben böyle bir karar verdim, kurmak istiyorsam’ dese olmaz zaten. Biz bu ülkelerin tepelerine değil de halklarına bunu aktarıyoruz.
“15 Temmuz’un olduğu dönem personel sayımız benimle birlikte 4’tü”
ASSAM’la ilgili bazı kongrelerde Nevzat Tarhan’ın önemli konuşmaları var. Bunlardan birinde Tarhan 15 Temmuz’da ASSAM’ın, SADAT’ın 15 Temmuz’da sokağa ilk çıkanlar olduğu söylüyor. Bu kamuoyunda çokça tartışıldı, tartışılıyor. Ayrıca kahvehanelerde bir dedikodu dönüyor SADAT’ın darbeci asker bile inmeden önce sokaklara indiğine ilişkin. Nevzat Tarhan’ın açıklaması ile birlikte düşündüğümüzde bu eleştirilere ne diyorsunuz?
15 Temmuz döneminde bizim şirketimizin personel sayısı 4’tü. Biri bendim. O gece Adnan Paşa yazlığındaydı. Ben 9 sularında eve geldim, geceleri yemek yiyemediğim için televizyon karşısında bir şeyler atıştırırken televizyonda izledim gelişmeleri. Öyle haberdar oldum. Adnan Paşa’yı aradım ve televizyonu açmasını söyledim.
Bu da çok garip. Çünkü Türkiye’nin birçok iç ve dış tehdidi ile ilgili öngörülere sahip olduğunu söylediğiniz, Türkiye’de terörü bitirdiğini iddia ettiğiniz Adnan Bey bu gelişmeyi öngöremedi mi?
Öyle bir şeye kalkışabileceklerini hiç zannetmezdik. İnsanın ülkesine hıyaneti bu seviyeye taşıyabileceğini hiç düşünmezdik. Hiç beklemezdik. İnsan kendi vatandaşına silah çeker mi? Kaldı ki Adnan Paşa’nın iç siyasete yönelik bir çalışması yoktu.
SADAT’ın iç güvenliğe dönük eğitim paketleri var ama Türkiye bizim müşterimiz değil, zaten Türkiye’nin buna ihtiyacı yok. Bizim polis ve asker teşkilatımız zaten çok uzman ve yeterli. O dönemde sadece içeride hainler olduğu için zaaf yaşandı. Terörle mücadelede 30 yıl boyunca şehitler vermemizin sebebi o dönemde TSK içerisinde yerleşmiş olan hainlerin olmasıydı.
“Personel sayımız 20’yi hiç bulmadı”
Dolayısıyla SADAT’ın iç güvenliğe yönelik bir çalışması yok. Şu anda bile personel sayımız 20’ye yakın. Hiç 20’yi bulmadı. Eğitim vereceğimiz zaman proje bazlı personel istihdam ediyoruz. O zaman da bu 20 kişiyi hiç bulmadı şirketin toplam personel sayısı. En fazla 17-18-19’a kadar çıktı. Şu andaki personel sayımız da 20’ye yakın. Bizim silahlı gücümüz hiç olmadı. 20 kişiye silah verseniz ne olur, vermeseniz ne olur..
15 Temmuz gecesi de ben fark ettiğimde saat 9’u geçiyordu.
Nevzat Hoca, ASDER üyesi emekli askerlerden bahsediyor. Diyor ki “Cumhurbaşkanımızın çağrısıyla hepimiz dışarı çıktık.” Bu çok normal değil mi? Zaten böyle olmaması sıkıntı olurdu. Biliyorsunuz o gece bazıları meydana çıkmadı. Nevzat Hoca bunu ifade ediyor.
Bizim bir çağrımız yok, bizim bir yönlendirmemiz yok. Cumhurbaşkanımızın halka yaptığı çağrının sonucu bu insanlar dışarı çıktı.
Nevzat Tarhan’ın bahsettiği tank durdurmayı bilen insanlar SADAT üyeleri değil yani..
Hayır değil. Nevzat Hoca orada ASDER üyelerini kastediyor. Onlara yönelik de bir çağrı yok burada. Hepsi Cumhurbaşkanımızın çağrısıyla sokaklara çıktı.
Sizden eğitim isteyen ülkelere bu eğitimi vermeden önce nasıl karar alıyorsunuz? Diyelim ki sizin logonuzda yeşile boyadığınız ülkelerden birinde Türkiye çok seviliyor halk nezdinde fakat devlet iyi değil. Devletle halkın arası kötü. Böyle bir durumda siz oradaki hükümetlere eğitim verirken profesyonel mi karar verirsiniz yoksa sizin deyişinizle bu İslam ülkesinin halkının daha özgür olması için farklı bir karar mı alırdınız?
Bizim eğitim paketlerimiz arasında tehtiş eğitimi gibi bir paket yok. Bizim gayri nizami harp eğitim paketimiz var. Tartışma da buradan çıkıyor. Suikast eğitim paketi diye bir paketimiz yok yani. Hepsi o paketin içinde.
Gayri nizami harp nedir? Bir ülke, dış bir güç tarafından işgale uğradığında, silahlı kuvvetleri el çektirildiğinde -Osmanlı’nın son döneminde oldu bu örneğin- yapılacak olan mücadeledir. Bugün Ukrayna’ya bakarsanız benzer şeyler yaşanıyor. Dolayısıyla bizim paketimizin içinde sabotaj, suikast gibi şeyler var ama bunlar kendi halkına karşı uygulansın diye değil, böyle bir durumda nasıl bir çalışma yürütüleceğini bilmesi için devletin veriliyor.
Suikastın nasıl yapıldığını bilmiyorsanız suikasttan korunamazsınız, onu engelleyemezsiniz. Sabotajcının sabotajı nasıl yaptığını bilmiyorsanız bir sabotaja engel olamazsınız. Dolayısıyla bunlar silahlı kuvvetlerin yapacağı işlerdir. Hepsi gayrı nizami harp eğitim paketimizin içinde yer almaktadır. Ayrı ayrı eğitimler değildir.
Eğitim paketlerimizi verirken nasıl bir karar alma ve uygulama süreci takip ettiğimize gelince, şu şekilde özetleyebiliriz:
İlk önce gelen talebi kendi süzgecimize tabi tutuyoruz. Ne tür talepler geliyor? Danışmanlık hizmeti olabilir, eğitim hizmeti olabilir, donatım hizmeti olabilir, silah-mühimmat desteği olabilir -ülkeler bazı ihtiyaçları olduğu silah mühimmatları sizin ülkenizden almak isteyebilir ve sizden aracılık etmenizi isteyebilir-.
Biz kendi süzgecimizden geçirdikten sonra, şu ülke bizden şöyle bir talepte bulunuyor, talebin kapsamı bu, biz bu talep karşılığında şu kapsamda hizmet sunmayı planlıyoruz, bunları raporlaryıp MSB’ye, MİT’e, Cumhurbaşkanlığı’na gönderiyoruz. Eğer ki bize herhangi bir kurumdan ‘Hizmet vermeniz uygun değildir’ cevabı gelirse biz de o hizmeti vermiyoruz. Bununla ilgili uluslararası bir sistem var. Herhangi bir ülkenin silahlı kuvvetleri başka bir ülkeden bir şey alacaksa, terör örgütlerine hizmet vermeyeceğine, ekipmanlarını terör örgütlerine kullandırtmayacağına vb. taahhütlerde bulunulur. Uluslararası bir formatı vardır bunun. Tüm ülkelerin kullandığı bir format. İlgili ülkenin Milli Savunma Bakanlığı ya da polis teşkilatı bunu doldurur, teslim eder. Bununla ilgili MSB’ye başvuruda bulunursunuz. Onlar önce bir değerlendirir. Uygun görüyorsa Dışişleri Bakanlığı’na ulaştırır. Uygun görmezse direkt reddeder. Dışişleri Bakanlığı da bunu Türkiye’nin dış siyaseti açısından değerlendirir. Belgeyi dolduran ülkenin Dışişleri Bakanlığı ile iletişime geçer. Der ki, “Bize böyle bir belge geldi sizden, bu kaşe size mi ait?” Bunu sorgular. İlgili yazışmalar olur. Yaklaşık olarak bu sertifikanın MSB’ye tesliminin ardından 45-60 gün civarında bu belge üzerindeki çalışma yürütülür ve onaylanır ya da reddedilir. Bütün dünyada tüm devletler bu süreci takip eder. Biz de benzeri bir süreç takip ediyoruz.
Adnan Beyi ne zaman görebiliriz?
Adnan Bey yüz yüze röportaja yanaşmıyor. Kendisi danışman olarak bir devlet adamlığı yaptı. Çeşitli sorular geliyor. Cevap verdiği zaman SADAT ile ilişkilendiriliyor. Cevap vermese…
Ama sizinle bir ton farklılığı var çok net bir şekilde. Bir onun açıklamalarını izleyip bir sizin söylemlerinizi dinlediğimizde iki farklı yaklaşım görüyoruz. Ya da Adnan Bey ve SADAT yöneticilerinin iktidar medyasına konuşurken daha coşkulu olduğunu, muhalif medyaya konuşurken daha itidalli olduğunu görüyoruz. Bu çok normal belki de ama hangisi doğru, hangisi gerçek insanın aklı karışıyor…
Tutarsız bir yer mi var mesela?
Tutarsız bir şey yok ama Adnan Bey bir şey diyor mesela, siz “Hayır onu demedi, demek istemedi” diye açıklıyorsunuz.
Biz bugün 2 saatlik bir röportaj yaptık sizinle. Siz bunu yarım saate sıkıştırmaya kalkarsanız söylediklerimin pek çoğunu kesmek zorunda kalırsınız. O zaman da bazı cümlelerin altı boş kalır, konu yanlış anlaşılabilir. Dolayısıyla farklı farklı şeyler konuşmuyoruz. Çelişmiyor birbiriyle söylediklerimiz.
Ben mesela sizinle görüşmek için bir yerden talimat almıyorum. Ya da bana ‘Şu metne sadık ol’ diyen biri yok. Siz soruyorsunuz. Ben sizden soruları da istemedim hazırlanmak için. Siz geldiniz, herhangi bir rezervim de yok. Aklınıza gelen ya da önceden hazırladığınız soruları soruyorsunuz ben de cevaplandırıyorum. İşte o Mehdi olayında olduğu gibi, meramı başka bir şey anlatmakken yanlış anlaşılmalar olabiliyor. Çünkü bir konuşmanın sadece bir kısmı kesilip onun üzerinden konuşuluyor.
Tehdit alıyor musunuz?
Sürekli birileri arıyor. ‘Sizi asacağız, keseceğiz’ diyorlar.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Biz bunun dışarıdan gelen bir çalışma olduğunu düşünüyoruz. ‘Şunu yapın da SADAT paniğe kapılsın ve yurtdışında yürüttüğü projelerde renk versin’ istiyorlar. Yoksa hepsi biliyor bizim Türkiye’de iç güvenlik alanında hiçbir faaliyetimiz olmadığını. Paniğe kapılınca ne yapacağımızı görmeye çalışıyorlar. Kılıçdaroğlu’nun bundan haberi yoktur tabii. Eline bir dosya veriliyor. O dosyaya, o dosyayı kimin ve neden verdiğine bakması lazım. Ama sadece seçimde işime yarar mı diye bakıyor.
Kılıçdaroğlu ile görüşmeyi düşünüyor musunuz?
Şimdi de konuşurum. Sıkıntı yok. Ama özür dilesin ilk önce. Geldi, ‘Burada terörist yetiştiriyorlar’ dedi. Ya terörist yetiştirdiğimize dair delillerini getirip kafamıza vuracak ya da ispatı olmadığını ve birilerinin üflediğini kabul edip özür dileyecek. O zaman görüşürüz tabii ki. Bu aşamadan sonra özür dilemeden olmaz tabii.
Türkiye’de hükümette değişti diyelim ki, bir şekilde burayı size dar ettiler diye varsayalım. Türkiye dışında bu organizasyonel faaliyetlerinizi fikri olarak ve fiziki olarak yürütebileceğinizi düşünüyor musunuz? Türkiye olmasa da SADAT var olur diyor musunuz?
Biz vatan haini değiliz, biz mafya değiliz. Hükümet değişti diye yurtdışına kaçacak değiliz. Biz yerli ve milliyiz. İşlediğimiz herhangi bir suç da yok. İktidar değişirse belki bizi bir süre yargılarlar ama suçlayacak bir şey yok. Varsayımlardan başka bir şey yok. Bizim gideceğimiz hiçbir yer yok. Belki bir süre yargılanır, bir süre hapis yatarız ama biz hep buradayız. Bir yere kaçacak yerimiz yok.