Ana SayfaKategorisizCumhuriyet’in Diyarbakır’da kimlik inşası

Cumhuriyet’in Diyarbakır’da kimlik inşası

Kürtlerin Türkleştirilmek için devlet, bir yandan Kürtçeyi kamusal alanın dışına itip Kürtler ile dilleri arasındaki köprüleri yıkar, diğer yandan da Kürtlere yoğun bir şekilde Türkçe öğretmenin uğraşını verir. Okullar, Halkevleri, Türk Ocakları, Halk odaları ve benzeri yapılardan hem toplumsal kalkınmayı katkıda bulunmaları hem de Türkçü ideolojiyi kitlelere taşıyıp benimsetmeleri beklenir.

Her ulus-devlet, bir “ulus” kimliğine dayanır ve bu kimliği inşa eder. Ulus inşası, devletin hüküm sürdüğü topraklardaki insanlar arasındaki farklılıkları törpülemeyi ve onlardan bir “birlik” yaratmayı hedefler. İnşa sürecinde hâkim olan grup ya da topluluk bir kimlik tanımlar ve birtakım vasıtalar kullanarak herkesi bu tanımlanmış kimliğin içine almaya gayret eder.

Ulusun yaratılması için başvurulan vasıtalar yumuşak veya sert olabilir, ayrıca muazzam bir çeşitlilik gösterir. Dolayısıyla ulus inşa sürecinde devlet, ekonomik ve kültürel bütünleşmeden siyasi merkezileşmeye, askeri fetih ve boyunduruktan ortak çıkarların yaratılmasına, vatandaşlığın kurumsallaşmasından demokrasiye geçişe, bürokratik kontrolden baskı politikaları ve etnik temizlik hareketlerine kadar çok farklı araçları kullanabilir.

Türkiye’de İttihat ve Terakki ile başlayan ve Cumhuriyet döneminde keskinleşen yeni bir kimlik kurma sürecine, iki temel ilke rengini verir: Laikçilik ve milliyetçilik. Laiklik/laikçilik ile güdülen gaye, Osmanlı’yı Batı karşısında geri bıraktırdığı düşünülen dini kamusal alanda silik bir öğe haline getirmektir. “Muasır medeniyet seviyesine” çıkmak için, toplumun din ile bağı kopartılmalı ya da insanların hayatında dinin kapsadığı alan mümkün mertebe küçültülmedir.

Milliyetçilik ise altı yüz yıllık imparatorluğu çözdüğü düşünülen kimliksel heterojenliğe son verip onun yerine homojen bir kimlik koymanın politikasıdır. İttihat ve Terakki’nin liderleri ile Cumhuriyet’in banileri, devleti “Türk” kimliğine dayandırırlar ve bunu her düzeyde egemen hale getirirken Türklük harici kimlikleri ise bitirmeye, etkisizleştirmeye ve görünmez kılmaya gayret ederler. İki taraflı işler bu süreç: Bir taraftan, hukuki ve fiili metotlarla ülkedeki gayri-müslim nüfus tasfiye edilir. Diğer taraftan, Türk olmayan Müslüman nüfus “Türklük” dairesi içinde eritilmeye çalışılır.

Türkleştirme siyaseti için bütün imkânları seferber eden Cumhuriyet, “Vilayet-i Şarkiye” olarak adlandırılan Kürt coğrafyasında ise fazla mesai yapar. Zira Kürt nüfusunun yoğunluğu, dinin ve geleneksel yapının belirleyiciliği ve bölgenin merkezden uzaklığı gibi faktörler, Cumhuriyet’in kimlik inşa sürecini zorlar. Bölgeye çok sayıda etkili ve yetkili isim gönderilir, devletin ne yapması gerektiğine ilişkin raporlar hazırlatılır. Raporlarda, devlete -başta askeri olmak üzere- elindeki siyasi, iktisadi, içtimai, idari ve hukuki bütün tedbirleri devreye sokması tavsiye edilir, ayrıntılı öneriler getirilir.   

“Türklüğün kutsal yuvası”

Cumhuriyet’in erken dönemlerinde bu önerilere uygun siyasetlerin en çok tatbik edildiği yerlerden biri Diyarbakır’dır. Ercan Çağlayan “Cumhuriyet’in Diyarbakır’da Kimlik İnşası”* başlıklı çalışmasında, tek parti döneminde, Kemalist yönetimin Diyarbakır’a kendi biçtiği gömleği giydirmek için yaptıklarının detaylı bir tahlilini yapar.

Diyarbakır’ın etnik ve dini yapısından rahatsızlık duyan Cumhuriyet, ilkin kendisi de bir Diyarbakırlı olan Ziya Gökalp’i sahaya sürer. Gökalp, Diyarbakır’ın “lisan, hars, tarih ve mezhep bakımından” Türk olduğunu iddia eder.

Şeyh Said Hadisesinden sonra “Diyarbakır’ın Türklüğü” Kemalistler tarafından daha sık gündeme getirilir. 1931’de Mustafa Kemal’in Diyarbakırlılara hitabında, şehrin Türklüğüne vurgu yapılır. 1935’te Vilayet-i Şarkiye ve Karadeniz’i kapsayan bir yut gezisine çıkan İsmet İnönü “Diyarbakır’ın kuvvetli bir Türklük merkezi” olması için şartların müsait olduğunu söyler. 1939’da Birinci Umumi Müfettişlik tarafından hazırlanan bir kitapta Diyarbakır’ın “kadim bir Türk şehri” olduğu hatırlatılır:

“Temeli Türkler tarafından kurulan, en küçük taşından en büyük burcuna kadar soyu sopu Türkoğlu Türk olan Diyarbakır, dün olduğu gibi bugün de doğunun büyük bir kültür merkezi ve Türklüğün kutsal yuvasıdır.” (s. 19)

Kemalistler, Diyarbakır’ı kafalarında kurguladıkları gibi “tarihi ve etnografik teşkilatıyla tamamen bir Türk şehri” yapmak için, bu şehirden 4T’yi eksik etmezler: Te’dib (terbiye etmek), Tenkil (başka bir yere nakletmek, sürmek), Temsil (asimile etmek) ve Temdin (uygarlaştırma).

“Cumhuriyet’in Diyarbakır’da kimlik inşa süreci başta siyaset kurumu olmak üzere, umumi müfettişlikler, zorunlu iskân ve sürgün gibi demografik müdahaleler ile zorunlu eğitim, Türk Ocakları, Millet Mektepleri ve Halkevlerinin endoktrinasyonel çalışmalarıyla gerçekleştirilmekteydi. Buna ilaveten Cumhuriyet, yeni kimlik inşasında mimarlığı bir ideolojik aygıt olarak kullanarak bölgedeki ulaşım ve yeni imar çalışmalarıyla bir taraftan mekânın ulusallaşmasını, diğer taraftan ise devletin kontrolünde olmasını amaçlamaktaydı.” (s.20-21)

Gelin ve güvey

 Uluslaşma süreçlerinde siyasetin ve siyasi katılımın hayati bir önemi haiz olduğu açıktır. 1923’te Diyarbakır’ı temsil eden vekillerin tamamı Diyarbakırlı iken, 1927’de Diyarbakır vekilliği yapmak üzere görev verilen kişilerin hiçbiri Diyarbakırlı değildir. Milletvekillerinin tayininde 1938’e kadar Mustafa Kemal’in, 1938’den sonra ise İnönü’nün sözü geçer. 1923-1946 yılları arasında yapılan 7 genel seçimde Diyarbakır’da toplam 45 milletvekili Meclis’e girer. Ancak bazı milletvekilleri birkaç dönem seçildiklerinden, tek parti dönemi boyunca Diyarbakır’dan Meclis’e giden vekil sayısı toplamda 24 olur. 

Bu 24 vekilden sadece 11’i Diyarbakırlıyken, yedisi İstanbul, bir Aydın, biri Gaziantep, biri Harput (Elazığ), biri Manastır, biri Köstence (Romanya) ve biri de Greveşka (Bosna) doğumludur. Yani Diyarbakır vekillerinin yarısından fazlası Diyarbakırlı değildir, dahası Diyarbakırlı olmayan vekillerin çoğu Diyarbakır’ı hayatında bir kez bile görmemiştir. Metin Toker, bu durumu görücü usulü evliliğe benzetir:

“Bu haliyle bu usul, eski izdivaçlara benzer. Gelin ve güveyi birbirlerini ancak koltukta görür, gerdekte tanırlar.” (s.43)

Şeyh Said Hadisesinin ardından CHP, Doğu vilayetlerindeki teşkilatlarının çoğunu kapatır. 1936’da ülkedeki 62 ilden 12’sinde CHP’nin teşkilatı yoktur ve bu illerin tamamı Vilayet-i Şarkiye’dedir. CHP ara sıra bu illere – teşkilat kurup kurmamak konusunda bir karar vermek üzere- tetkik seyahatleri düzenler. 1942’de bu seyahatlerden birine çıkan CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal, gezdiği 12 ilden sadece Elazığ ve Urfa’da parti teşkilatının kurulması talebi ile karşılaşır. Ona göre bu kayıtsızlığı iki nedeni vardır: Biri, halkın CHP’den teşkilat açacağına dair umudunu kesmesidir. Diğeri ise, dil farklılığıdır.

“Parti teşkilatını taşımaya elverişli olmayışı, vilayetlerden kazalara ve nahiye ve köylere doğru indikçe, okuyup bilenlerin azlığı değil, Türkçe dilini bilir insanların bulunamamasından ileri gelmiş olsa gerektir… İş böyle olunca parti kurumundan önce birer kültür kurumu olan Halkevleri açmak ve dil ve bilgi yayımı için çalışıldığını istemek çok doğrudur.” (s. 48)

“O cahil halk reyini Haso’ya veya Memo’ya verir”

CHP, Diyarbakır’daki parti teşkilatını ancak 1944’de açar. DP ise farklı bir yol izler, kurulur kurulmaz Doğu’da teşkilatlanır. Nitekim kurulmasından 7 ay sonra DP, Diyarbakır’da örgütlenir. Kısa sürede güç kazanan parti, CHP’nin çözülmesine neden olur ve CHP’nin siyasetinden memnun olmayan birçok CHP’li de DP’nin yolunu tutar. Mesela CHP’nin Diyarbakır’da örgütlenmesinde önemli bir rol oynayan Nazım Önen, DP’nin de Diyarbakır’daki kurucusu ve ilk il başkanı olur.  

Metin Toker, İnönü’nün Bayar’a her iki partinin de Doğu’da teşkilatlanmamasını önerdiğini yazar. 1946 seçimlerinden önce İnönü, Bayar’a “Hudut bölgelerimizde ve Doğu’da parti teşkilatları kurmayalım. Siz kurmayınız, biz de bizimkileri lağvedelim. Oralar halkı vuruşkan ateşli kimselerdir. Particiliğin milli birliği bozmasından endişe ederim” diyerek Doğu’da teşkilatlanmaya gidilmemesini teklif eder. Ama Bayar, Doğu’ya “başka sınıf vatandaş” muamelesi yapılmasının doğru olmayacağını belirterek bu teklifi reddeder.

DP’nin Doğu’da teşkilatlanmaya hız vermesi CHP’li rahatsız eder ve kızdırır. DP’yi “mürtecilik ve bölücülük” ile suçlayan CHP, bir yandan da Doğu’nun demokrasiye ve seçimlere yabancı olduğunu vurgular. CHP Sinop Milletvekili Cevdet Kerim İncedayı, Şubat 1949’da Aydın Halkevi’nde yaptığı konuşmada “bölge halkının cahilliğine” dikkatleri çeker: 

“Doğu vilayetlerinde millet cahildir. Okuyup yazma bilmemektedirler. Türkçe konuşamamaktadırlar. O ahaliyi gezerken mektep talebelerinin tercümanlığıyla zorlukla anlaşabildim. Seçim günlerinde burada jandarma marifetiyle tedbir almazsak o cahil halk reylerini Haso’ya veya Memo’ya verirler. Kimsenin buna vicdanı elvermez.” (s.66)

Tayyare ile gelen özgürlük

Şeyh Said Hadisesini kontrol altına alan devlet, öncelikle tanınan Kürt ailelerinin üzerinden buldozer gibi geçer. Halkın bildiği ve itibar ettiği büyük ailelerin mensuplarının bazıları tutuklanır, bazıları idam edilir ve büyük bir çoğunluğu da sürgüne gönderilir. Misal, Diyarbakırlı Cemilpaşazade Ailesinden 11 kişi, Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır. Yargılamanın neticesinde Ekrem Bey dışındakiler serbest bırakılır, Ekrem Bey on yıl ceza alır.

Kadri Cemilpaşa, ailesinin üyelerinin mahkemede serbest kalmasında, ailenin topladığı parayla Cemilpaşazade Ziya Bey vasıtasıyla Türk Tayyare Cemiyeti’ne bir uçak almalarının etkili olduğunu ifade eder.

“Mahkemenin elinde Cemilpaşaları itham edecek hiçbir evrak mevcut değildi. Ekrem’in herkesçe tanınmış Kürtçülüğünün ileri gelenlerinden olmasını da Ali Saip ve kendisiyle beraber bir evde oturan Lütfi Müfid’e rüşvet olarak verilen binlerce kırmızı altın bertaraf edince hayatı kurtarılmış oldu. Yalnız on sene kürek cezasına mahkûm ettiler. Ziya Cemilpaşa’nın aile namına Türk ordusuna bir tayyare satın alarak hediye etmesi de işe yaradığından mahpus bulunanların hepsi de suçsuzluk kararı ile serbest bırakıldılar.” (s.77)    

Kürtlerin ileri gelenlerine cezayı kesen devlet aynı zamanda bölgeye yönelik idari, hukuki ve askeri tedbirleri de kısa sürede uygulamaya geçirir. Umumi Müfettişliklerin bu tedbirler paketinin içinde müstesna bir yeri vardır. 25 Aralık 1927’de Bitlis, Elaziz, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Siirt, Urfa ve Van illeri, Birinci Umumi Müfettişlik Bölgesi olarak ilan edilir. 1 Ocak 1928’de Birinci Umumi Müfettişlik, 29 kişilik kadroyla merkez olarak belirlenen Diyarbakır’da göreve başlar. Akabinde dört tane daha açılır ve umumi müfettişlik sayısı toplamda beşi bulur.

“Kürtlüğün kaldırılması için yola ihtiyaç var”

Umumi müfettişliklerin yetki sahası geniştir. Başta valiler olmak üzere bütün devlet görevlileri, umumi müfettişe karşı sorumludur. Olası tehlikeler karşısında bölgesinde sıkıyönetim ilan edebilen umumi müfettişler, devletin ve partinin tüm işlerini de yürütmekle de vazifelidirler.

Yaklaşık yirmi yılda Diyarbakır’da beş umumi müfettiş çalışır. Çağlayan, her bir müfettişin dönemini ayrı ayrı ve teferruatlarıyla yazar. Kişilikleri ve tarzları farklı olsa da, umumi müfettişlerin çalışmaları genel olarak üç noktada toplanır: Asayişi sağlamak, ulusal kimliği güçlendirecek faaliyetlerde bulunmak ve bilhassa Suriye’den gelecek Kürtçü cereyanlara karşı hudut güvenliğini sağlamak.

Mamafih müfettişlerden Abidin Özmen özel bir ilgiyi hak eder. 1936’da Ankara’da gerçekleştirilen Umumi Müfettişler Toplantısı’na bir rapor sunan Özmen, bölgede yapılması gereken asıl işin asimilasyon olduğunu ve bunun da çok çeşitli yöntemlerinin olduğunu söyler:

“Özmen’e göre aralarında Diyarbakır’da bulunduğu bölgede asimilasyonun başarıyla sonuçlanması için şunlar yapılmalıdır: Bölgenin Türkleşmesi için bölgeye Türkler yerleşmeli, Türk, Kürt ve Aleviler birbirinden kız alıp vermeli, Batı’dan bölgeye gelen asker ve memurlar Kürt kızlarıyla evlenip bölgeye yerleşmeli ve kendilerine arazi verilmelidir. Bölgede çok sayıda okullar açılıp Türkçenin yaygınlaşması sağlanmalı ve bölgede Türklük merkezleri tesis edilmelidir.” (s. 96) 

Özmen, bölgede nüfuz sahibi olan ailelerin sürgün edilmesini, Halkevleri de dâhil olmak üzere devlet dairelerinde Kürtçenin kesinlikle yasaklanmasını ve yol yapımına önem verilmesini de önerir. “Kürtlüğün kaldırılması ve sağlam idarenin kurulması için yola ihtiyaç vardır. Bu askeri bir zaruret olmanın yanı sıra emniyet, asayiş, kültür ve asimilasyon adımları için gereklidir” diyen Özmen’e göre, Kürtlerin askerlikte amale taburlarına alınmaları ve bu yolların da onlara yaptırılmasını gerekir.

Şehri havalandırmak için surları yıkmak

Karayolları gibi demiryolları ve mimari de yeni kimliğin emrine amade kılınır. Diyarbakır, Cumhuriyet’in yeni mimari tarzıyla inşa edilen kentlerden biri olur. Cumhuriyet, kendisini yüceltirken, geçmişe ait değerleri, yapıları ve kültürleri çerçöp derekesine indirir. Diyarbakır Halkevi’nin 1935’te çıkardığı bir broşürde, şehrin her sahada ayaklarına dolanan zincirleri Cumhuriyet sayesinde nasıl koparıp attığını betimlenir.

“Eskiden surların taştan kolları arasında sıkışıp kalmış bulunan ve İslami zihniyetin körletici çemberi içinde her çeşit yeniliklerden mahrum bırakılan Diyarbekir, 12 yıl gibi kısa bir zaman içinde her alanda özlü bir varlık göstermiştir. Kadınlar kara çarşaf ve peçeyi atarak medeni kıyafete girmiş, (…) fenne ve maddeye isyan eden Arap akidesinin içimize soktuğu tevekküle dayanarak her hastalığı duasıyla geçirebileceğini sananlar bile bugün fenne ve tıbba iman etmişlerdir.” (s.251-252) 

Diyarbakır’da mimaride radikal değişim 1930’lu yıllarda başlar. 1935’te demiryolu hattının şehre varmasıyla birlikte bir istasyon binası inşa edilir. Böylece şehrin gelişimi istasyona doğru bir seyir kazanır ve surun dışında yeni bir şehir inşası için plan hazırlanır. 1939-1945 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle yavaşlayan şehirleşme çalışmaları, 1945’ten sonra vites artırır; Yenişehir’de stad, postane, kamu lojmanları ve okullar yapılır.

Asri bir şehir kurmaya odaklanan Cumhuriyet, gözüne surları kestirir. Binlerce yıllık tarihe sahip surlar, modernleşmeyi sekteye uğratan ve ortadan kaldırılması gereken bir taş yığını muamelesi görür. 1931’de hava akımın engellediği ve bulaşıcı hastalıklara sebebiyet verdiği gerekçesiyle surların bir kısmı dinamitlenerek yıktırılır. Allahtan 1932’de arkeolojik çalışmalar için Diyarbakır’da bulunan Fransız Albert Louis Gabriel, tarihe dönük bu cinayeti rapora döker, Milli Eğitim Bakanlığı ve diğer yetkililere durumu bildirir. Böylelikle surların yıkımı durdurulur.

“Kürdistan’ı Kürtlerden boşaltmak”

Diyarbakır’daki 1927’de % 3.5 olan gayri-müslim nüfus, 1945’te % 1.25’e düşer. 1927 nüfus sayımına göre Diyarbakır’da nüfusun % 69’u anadilini Kürtçe, % 29’u ise anadilini Türkçe olarak işaretler. 1950 nüfus sayımında Kürtçenin anadili olduğunu söyleyenlerin oranı % 71, Türkçe’nin anadili olduğunu söyleyenlerin oranı ise % 28 olarak çıkar. 1927-1950 nüfus sayımları esas alındığında, 1935 nüfus sayımı hariç, en fazla Kürtçe konuşan nüfus Diyarbakır’da bulunur.

Tek parti yönetimi, Diyarbakır’ın bu çok kültürlü yapısına cephe alır. Bölge hakkında hazırlanan raporlarda, gayri-müslim nüfusun bölgeden çıkarılmasının altı çizilir. 1950’ye gelindiğinde Diyarbakır gayri-müslim nüfustan arındırılır. Kürtçenin hâkimiyetini zayıflatmak için de demografik mühendislikten istifade edilir. Bir taraftan Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Rusya ve Kudüs’ten muhacirler ve mülteciler getirilir. Göçmenler için inşa edilen köyler ve mahalleler ile Diyarbakır bir “iskân mahalline” dönüşür.

Diğer taraftan, zararlı olduklarına kanaat getirilen köklü Kürt aileleri ise Türkiye’nin batısına sürgüne gönderilir. Toprak sahibi büyük aileler Batı’da zorunlu iskâna tabi tutulurken toprakları da topraksız köylülere dağıtılır. Bu uygulama, daha sonra ciddi çatışmalara neden olur. Batı’da ikamete mecbur edilenler, sadece muhalif kimliğiyle maruf olanlar değildir. Devletin yanında olmakla birlikte herhangi bir sebepten ötürü “tehlikeli” addedilenler de sürgünden yakalarını kurtaramazlar. Cemilpaşazade Kadri Bey, bu konuda kendi tecrübesini paylaşır: 

İsyan başladığı tarihten bir sene geçmeden Kürdistan’ı Kürtlerden boşaltmak isteyen Ankara hükümeti ilk önce aşiret reislerini, tanınmış kişileri Kürdistan’dan Anadolu’ya nakletmeye başladı. Dikkati şayan olan cihet, Türk hükümeti isyan anında kim kendine yardım ettiyse bunları ilk kafile olarak sürgüne göndermesiydi. Hükümetin iyi gözle görmediği kimseler kendilerini hükümet memurlarından uzak tutmaktaydılar. Hükümet yardım etmiş veya en azından vatani düşünceleri kısa kimseler, isyan başladıktan sonra hizmetlerine mükâfat veya hiç olmazsa aferin almak niyetiyle hükümet kapısından ayrılmıyorlardı. Bundan dolayı vefasız, gaddar hükümetin icraatine ilk kurban bunlar oldu. Sürgün edildiğim Burdur vilayetine yetiştiğimde benden evvel Burdur’a gönderilmiş Türkofillikleri ile tanınmış bir kısım Kürtleri orada mevcut buldum… Bediüzzaman Molla Said de aramızda bulunuyordu.” (s. 154)    

1947’de zorunlu iskân sona erdiğinde Batı’daki birçok aile Diyarbakır’a geri döner. Onların gelişi, şehirdeki sosyal, siyasal ve ekonomik dengeleri değiştirir, kartların yeniden karılmasını sağlar.  

“Kürtleri ya imha edeceğiz ya da temsile gideceğiz”

Kürtlerin Türkleştirilmek için devlet, bir yandan Kürtçeyi kamusal alanın dışına itip Kürtler ile dilleri arasındaki köprüleri yıkar, diğer yandan da Kürtlere yoğun bir şekilde Türkçe öğretmenin uğraşını verir. Okullar, Halkevleri, Türk Ocakları, Halk odaları ve benzeri yapılardan hem toplumsal kalkınmayı katkıda bulunmaları hem de Türkçü ideolojiyi kitlelere taşıyıp benimsetmeleri beklenir.

Diyarbakır’da Türk Ocağı 1926’da, Halkevi ise 1932’de açılır. Her iki kurum da, dil ve edebiyat, spor, güzel sanatlar, tarih, kültür, sosyal yardım faaliyetleri ve benzeri birçok alanda yoğun faaliyet gösterir. Raporlar, Diyarbakır’daki bu ocak ve evlerin oldukça faal olduğunu gösterir. Cumhuriyet her iki yapı da önem verir. Lakin Kürtlerin Türkleştirilmesi gibi hizmeti yerine getirdiklerinden, Kürt coğrafyasında bunlara daha fazla önem atfedilir.     

Kürt nüfusunun yoğunluğundan hoşnut olmayan Abidin Özmen, bu sorunun iki yolla çözülebileceğini, birinin imha, diğerinin ise temsil (asimilasyon) olduğunu belirtir. “İmhaya hacet yok, temsile gideceğiz” diyen Özmen’e göre halkevleri, burada kritik bir noktada dururlar. Kürtler, halkevleri aracılığıyla temsil edilmelidir. Halkevlerine önem verilmeli, okuma odaları açılarak halka gazete ve mecmua okutturulmalı, bilgi ve kültüre hitap eden filmler seyrettirilmeli, Türkçe şarkı ve türküler öğretilmeli, Türk eserlerini teşhir edecek müzeler kurulmalıdır.

Diyarbakır’da Kürtçe, Mardin ve Siirt’te ise Arapça sorundur. Halkevleri Yüksek Danışma Heyeti’nden Tahsin Banguoğlu, CHP Genel Sekreterliği’ne gönderdiği bir raporda, Türkçe konuşulmayan yerlerde halkevlerinin en mühim vazifesinin Türkçe öğretmek olduğu ifade eder: 

“Türkçe konuşmayan unsurların bulundukları yerlerde halkevlerinin ilk vazifesi Türkçeyi bu vatandaşlara öğretmek ve benimsetmek olmalıydı. Bunun için bu özellikleri taşıyan bölgelerdeki halkevlerinin eğitim kurumları ile işbirliği yaparak geniş, ısrarlı ve devamlı bir faaliyet göstermesi lazımdı.” (s. 204)

“Kuvvetli bir Türklük merkezi”

Ezcümle, yaklaşık çeyrek asırlık tek parti yönetimi, bütün ideolojik aygıtları ile baskı aygıtlarını azami derecede işleterek Diyarbakır’ın kimliğini dönüştürmek ve onu kendi zihnindeki forma uygun hale getirmek ister. İthal vekillerin,  umumi müfettişliklerin de, iskânların, sürgünlerin, Türk Ocaklarının, Halkevlerinin, demiryollarının, karayollarının, mimari faaliyetlerin her biri birçok amaca yönelir. Fakat aslında hepsinin altında, Kürtlüğün Diyarbakır’daki güçlü izlerini silmek ve unutturmak, Diyarbakır’ı İsmet Paşa’nın deyimiyle “kuvvetli bir Türklük merkezi” kılmak amacı yatar.

Elbette bütün bu enstrümanlar bazen başarı kazanır bazen boşa çıkar. Yine de bir bütün olarak bakıldığında Diyarbakır’ın muktedirlerin arzu ettikleri biçime girmediğini teslim etmek lazım gelir. Değişir ve dönüşür ama başkalarının kendisi için çizdiği çerçeve itiraz eder ve merkezi rahatsız eden asıl hususiyetlerini bir şekilde muhafaza etmesini bilir.

 nedenle Ankara’da oturanların da Diyarbakır’ın kimliğiyle olan hesabı bitmez. Her iktidar, kendi referanslarını Diyarbakır’a dayatmanın yollarını arar. Geçmişte seküler değerlerle etrafı çevrilen kimlik şimdi dini motiflerle örülmeye çalışılır. Dün halkın kendi hayatı üzerinde söz sahibi olmasının önüne umumi müfettişlikler çıkarılır, bugün aynı işi kayyumlar üstlenir.

Hülasa, iktidarlar gelir gider ancak referansları farklılaşsa da onların Diyarbakır’ı bir ele geçirme, bir fethetme, bir kendine benzetme hevesi bitmez.

* Ercan Çağlayan, Cumhuriyet’in Diyarbakır’da Kimlik İnşası (1923-1950), İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.

Perspektif, 25.05.2021

- Advertisment -