Ana Sayfa"Mustafa Kemal Paşa dâhil herkes eleştirilebiliyordu"

“Mustafa Kemal Paşa dâhil herkes eleştirilebiliyordu”

 

Tarih Vakfı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ö. Alkan, 100'üncü yaşını dolduran Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) kuruluş günleri dâhil tarihçesini DW Türkçe'ye anlattı. Prof. Dr. Alkan'ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

 

DW Türkçe: TBMM, genel itibarıyla hangi şartlarda kuruldu?

Mehmet Ö. Alkan: Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'nda sonuç olarak başlangıçta kazandığı kısmi başarılar bir yana, bütün cephelerde yenilmiş ve savaşı kaybetmişti. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalanmış ve mütarekeye göre Osmanlı orduları terhis edilmiş, silahlarına el konmuş ve 7'nci maddesine göre İtilaf Devletlerinin güvenlik gerekçesiyle gerekli gördükleri hâllerde istedikleri yeri işgal edebilecekleri hükme bağlanmıştı. Öte yandan tam anlamıyla çok ağır bir ekonomik kriz hüküm sürmekteydi. Enflasyonist bir ortam vardı, karaborsa ve yokluk günlük yaşamın parçası hâline gelmişti. Üstelik bugünlere benzeyen bir ağır pandemi, İspanyol Gribi her gün yüzlerce insanın ölümüne sebep oluyordu. Ayrıca 15 Mayıs 1919 tarihinden itibaren, İngiliz Başbakanı Lloyd George'un isteği, Venizelos'un kabulü, Amerikan Başkanı ve Fransız Başbakanı'nın onayı ile Yunan ordusu İzmir'e çıkmış ve işgal başlamıştı. Bu ortamda Türkiye'deki tepki ve refleks üzerinde durulmaya değer görünüyor. 1919 yılı Türkiye tarihinin en dip noktasıdır. Siyasal, ekonomik, toplumsal ve bir de sağlık açısından tam anlamıyla bir kriz, kaos ve belirsizlik dönemidir.

 

Peki, bu zorlu şartlara rağmen nasıl başarı sağlandı?

 

Türkiye tarihinin en güç döneminde, Mustafa Kemal'in de önerdiği gibi, bir liderin, 'tek adamın' peşinden gitmek yerine meşru bir süreçte, en doğru yolu, ortak aklı bulmak için seçimlere dayalı, temsil niteliğine sahip bir meclis açılması gibi demokratik bir tercih ortaya çıkmış ve başarıya ulaşmıştı. Amaç krizden, kaostan, belirsizlikten kurtulmanın, mücadele etmenin yolu olarak olabilecek her türlü farklı fikrin, önerinin tartışılacağı meşru bir siyasal zemin bulmaktı. Böylece herkesin kabul edebileceği, makul mantıklı ve herkesin içine sinecek çözümler üretilebilir ve çok geniş bir kesimin desteği alınabilirdi. Öyle de oldu. Hem Türkiye halkının desteği alındı hem de galip devletler yaşanan süreci şaşkınlık ve takdirle izlediler.

 

O koşullarda TBMM kurumsal kişiliğindeki Başkomutan sıfatıyla savaşı yönetti. Hem başta İstanbul Hükümeti'ne karşı olmak üzere siyasal mücadeleyi verdi hem de diplomatik mücadeleyi ve görüşmeleri yürüttü. Belki 100'üncü yılında anımsanması gereken de bu başarı ve siyasal kültürdür.

 

TBMM kurulurken hangi ideolojilerden ilham alındı?

 

Birinci TBMM (1920-1923) diğer meclislerden çok farklı bir özellik gösterir. Adeta bir "kurucu meclis" gibi düşünülmüştür. Bu, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere arkadaşlarının hem Fransız Devrimi’nden hem de Fransız Devrimi tecrübesinden etkilenmelerinden kaynaklanıyor. Hatırlanacağı gibi 1793 Fransız Anayasası’nı yapan meclis bir kurucu meclistir. Bu kurucu meclisin ortaya çıkarttığı anayasa, konvansiyonel meclis dediğimiz güçler birliğini simgeleyen bir meclisin yaptığı anayasadır. "Güçler birliği" yasama, yürütme ve yargıdan oluşuyor ki bu üç güce o dönemde "kuva-yı selâse" deniyor. Bu üç kuvvet teşri (yasama), icra (yürütme) ve adli (yargı) mecliste toplanıyor. Güçler birliği sistemi yine Rousseau’dan ilham alınan bir sistem. Montesquieu’den ilham alınsaydı eğer, "güçler ayrılığı" dememiz gerekirdi. Montesquieu, İngiliz hükümet sistemine hayran, "Amerika’da Demokrasi" adında bir kitap yazmış ve yasama yürütme ve yargının, farklı ellerde birer güç olarak toplanmasını, bir fren-denge mekanizmasının kurulmasını önemsemiş bir düşünür. Halbuki Rousseau, genel irade/milli irade mecliste toplanmalı fikrinde. Dolayısıyla Türkiye’de kurulan ilk meclis de dünya tarihinde nadir görülen meclislerden biri. İstiklal Mahkemeleri’nin de bu mecliste kurulduğunu ve üyelerinin bile mebuslardan oluştuğunu hatırlayalım. Meclis, Rousseau’dan da ilham alarak konvansiyonel bir meclis, güçler birliğini temsil eden bir meclis.

 

Birinci Meclis ne kadar demokratik ya da özgürlükçüydü?

 

Çoğulcu bir yapısı var. Ancak gayrimüslimler ve kadınların olmadığını hatırlamamız gerekiyor. Gayrimüslimler ve kadınlar Dördüncü TBMM'de (1935-1939)'dan itibaren yer alacaklar. Dolayısıyla ilk mecliste mebusların hepsi erkek ve bunların bir kısmı İslamcı, bir kısmının ise az da olsa sosyalist eğilimli, muhafazakâr, liberal, cumhuriyetçi veya meşrutiyetçi gibi değişik sıfatları var. Ama burada en önemli konu şu, bu mecliste herkes fikrini özgürce söyleyebiliyor buna Mustafa Kemal Paşa’yı eleştirmek hatta onun bir daha mebus seçilmesini engellemek de dâhil. Her türlü fikir özgürce söylenebiliyor ve tartışılabiliyor.

 

Meclis-yürütme arasındaki güç dengesi, 100 yıllık süreçte nasıl bir çizgi izledi?

 

İkinci meclis, 1925'e kadar yürütmeye tabi değildi. Takrir-i Sükun kanunundan sonra tabi oldu. 1927, 1931, 1935, 1939, 1943, 1946, 1950, 1954 ve 1957 meclisleri ise tamamen yürütmeye tabi olmuşlardır. Yani daha ikinci meclisten itibaren, muhalefetin tasfiye edilmesiyle birlikte meclis etkisizleşmeye, yürütmeye tabi olmaya başlamıştı. Tek-parti yönetiminin 1946'daki çok partili seçimlerle bittiği düşünülür. Benim fikrime göre, CHP'nin içinden çıkan DP, tek parti zihniyetini büyük ölçüde sürdürdü ve CHP'den aldığı Türkiye'de tek parti yönetimi zihniyeti ve kültürü 1960 darbesine kadar DP ile devam etti. Dolayısıyla yürütmenin güçlü hâli ve meclis üzerindeki hâkim konumu çok partili siyasal hayata geçince de devam etti. 1961 Anayasası'nda ise meclis yeniden sistemin içinde etkili bir konuma çekildi. Hatta sisteme ikinci bir meclis, Cumhuriyet Senatosu adıyla eklendi. 1961-1980 arasında üstünlük meclise geçti. 1982 Anayasası'nda, yürütmenin hem cumhurbaşkanı hem de başbakan kanadına ait yetkilerinin artırılması 1961-1980 deneyimine bir tepkidir. 1982 Anayasası'ndan yola çıkarak Özal cumhurbaşkanı seçilince, TBMM'deki ANAP çoğunluğuna ve hükümetine dayanarak fiili bir başkanlık sistemi kurmayı denedi. Ancak 1991 seçimlerinden sonra ANAP'ın kaybetmesiyle DYP-SHP koalisyonu kuruldu ve Özal, karşısındaki bu güçlü koalisyon sebebiyle fiili başkanlığını sürdüremdi. Güçlü yürütmeyi fiili olarak inşa eden AK Parti bu emeline Türkiye'nin 2016 sonrasındaki olağanüstü koşullarında yaptığı anayasa değişikliği ve MHP ile kurduğu ittifakla ulaştı. Aslında bu değişiklik bir anlamda kamu yönetiminde kullanılan bir kavramın hayata geçirilmesiydi, "işe göre adam değil, adama göre iş" prensibi çalışmıştı. Bundan kasıt AK Parti'nin Erdoğan'ın şahsına ve karakterine göre bir sistem değişikliğine gitmiş olmasıydı. Zira cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinden itibaren zaten fiili başkanlık sistemi kurulmuştu ve anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi hukukileşmiş oldu.

 

TBMM'nin 100'üncü yıldönümü, kimilerine göre meclisin en işlevsiz olduğu döneme denk geldi. Bu görüşe katılır mısınız?

 

İşlevini yitirmekten ziyade etkisizleşti demek daha doğru olur. 1982 Anayasası'nın 6'ncı başlığı "Egemenlik" olarak düzenlenmiştir ve 6'ncı maddede şu yazmaktadır: "Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir." Bu yazı ilk kez 1920 meclisinde, başkanlık kürsüsün arkasında yer almış ve "Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir" şeklinde yazılmıştı. Bu ifade aslında zımni olarak meclisin üstünlüğüne işaret eder ve halk veya millet egemenliğinin mecliste olduğunu veya egemenliğin TBMM'de tecelli ettiğini vurgular. Birinci Meclis döneminde TBMM'nin mutlak üstünlüğüne karşın, sistem içerisinde yürütmenin üstün bir güç olarak ortaya çıkması, İkinci TBMM'den (1923-1927) itibaren öne çıktı. Zira 1920 yılını esas alırsak 100, ama Osmanlı döneminde 1877 yılında açılan ilk meclisi esas alırsak 143 yıllık bir parlamento tarihinden söz ediyoruz demektir. Osmanlı parlamentolarında özellikle 1909 anayasa değişiklikleriyle parlamento sistem için daha güçlü hâle gelmiş, yürütme -padişah- daha sembolik bir konuma indirgenmişti. 1920 meclisi ise tam anlamıyla bir meclis üstünlüğü sistemi getirmişti.

Kaynak: DW Türkçe

- Advertisment -