Ana SayfaVİDEO HABER“İBB başkanının MOBESE’yle izlenmesinin bize gösterdiği şey, bir kez daha İçişleri Bakanlığının...

“İBB başkanının MOBESE’yle izlenmesinin bize gösterdiği şey, bir kez daha İçişleri Bakanlığının açık hükümranlığıdır”

“15 Temmuz rejiminin ana motoru, ana taşıyıcı unsuru güvenlik güçleridir, İçişleri Bakanlığıdır. İBB başkanının MOBESE kameralarıyla izlenmesinin bize gösterdiği şey, bir kez daha İçişleri Bakanlığının açık hükümranlığıdır. Ben son operasyonu bir bakıma İçişleri Bakanlığının alanının genişlemesi, arkasındaki desteğin güçlenmesi olarak düşünüyorum. Türkiye'deki sivil güvenlik devletinin yeni göstergelerinden biridir diye düşünüyorum.”

Programın tamamını izlemek için:

Bu hafta üç konu başlığı öne çıktı. Üçünün de ortak bir özelliği var. Üçü de ayrı ayrı cumhurbaşkanı kararnamelerine konu oldular. Biri Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün görevden alınması ve yerine Bekir Bozdağ’ın getirilmesi. İkincisi TÜİK başkanının görevden alınması ve yerine yeni bir isim atanması. Üçüncüsü ise Cumhurbaşkanının çıkarttığı medya kararnamesi. Dilerseniz ilkinden, en önemlisinden başlayalım, Adalet Bakanlığındaki değişimle. Siz böyle bir istifa ya da böyle bir değişim bekliyor muydunuz? Bu değişim siyaset dengeleri, devlet içi dengeler açsından neler söylüyor?

Aslında Abdulhamit Gül, adalet bakanı olarak bu hükümetin içinde bir miktar ayrık otu gibiydi. Bu yeni değil. Abdulhamit Gül’ün, otoriter iktidar istikametine ayak uydurmakta sıkıntıları olduğunu, siyasallaşan yargıya Tayyip Erdoğan adına zaman zaman muhtemelen savcılar üzerinden müdahale etmekle birlikte hukuk devleti konusunda endişelerinin olduğunu görüyorduk. Kriz anlarında bu ortaya çıkıyordu. Bu kriz anlarına örnek vermek gerekirse işte Kavala davası ya da Büyükada davası gibi tutuklamalar verilebilir. Bu olaylarda açık ifadelerle ya da dolaylı olarak farklı bir yerde durduğunu hissettiriyordu.

Bu tabii işin bir boyutu. Fakat buna rağmen Tayyip Erdoğan’la mekanizma yürüyor olmalıydı ki bugüne kadar görevden alınmadı. Kendisi de görevden çekilmedi. Fakat bu son gelişme, MOBESE meselesi, İstanbul Belediye Başkanı’nın bir yemek görüşmesinin emniyetin, dolayısıyla İçişleri Bakanlığının denetiminde olan kameralar tarafından kaydedildikten sonra yine muhtemelen onlar eliyle basına servis edilmesi bir büyük sorun çıkarmış gibi görünüyor.

Bu sorunda içişleri bakanı ile adalet bakanı şahsi olarak da karşı karşıya gelmiş görünüyorlar. Özellikle bir kapalı toplantıdan söz ediliyor. Milli İstihbarat Teşkilatı başkanının da katıldığı üçlü bir toplantı sonrası bir istifa girişiminde bulunduğu söyleniyor adalet bakanının. Burada neler konuşulduğunu bilmiyoruz ama belli ki Abdulhamit Gül açısından bunu da içine atmak, bunu da sindirmek çok uygun olmamış. Birinci görüntü bu.

İkinci görüntü de şu: Abdulhamit Gül’ün MOBESE’yle ilgili ‘hukuk devletine uygun değildi’ imasından hemen sonra istifasının kabul edildiğini gördük. Dolayısıyla burada yine Tayyip Erdoğan’la ilgili bir varsayımda bulunabiliriz. Doğrudan partinin yaptığı bir operasyon bu MOBESE meselesi bana soracak olursanız, Tayyip Erdoğan’ın haberi olsun olmasın işlemden. Burada muhtemelen iki taraf için de su taşmıştır.

Tabii bu işin görünen ve daha olgusal kısmı. Ama bir adım daha ileriye gidelim. Burada iki ayaklı bir sorun var. Birinci ayakta özerk alanların imhası ve siyasetin tahakkümü üstüne kurulu bir anlayışın bir kez daha teyit edildiğini görüyoruz. Siyasetin tahakkümünden kastettiğim, siyasi iradenin ve onu temsil eden kişinin tüm kurumları, kuruluşları, sektörleri, branşları, temel olarak kendi denetiminde, kendi etkisinde gören bir hiyerarşik düzene tâbi kılması.

Dolayısıyla burada kendi istediğini yerine getirmeyen herkesin ya da yerine getirse bile bir açık veren görevlilerin elimine edildiğini görüyoruz.

İkinci ayak ise şu: 15 Temmuz rejiminin ana motoru, ana taşıyıcı unsuru güvenlik güçleridir, İçişleri Bakanlığıdır. Son gelişmenin bize gösterdiği şey, bir kez daha İçişleri Bakanlığının açık hükümranlığıdır.

Ben son operasyonu bir bakıma İçişleri Bakanlığının alanının genişlemesi, arkasındaki desteğin güçlenmesi olarak düşünüyorum. Türkiye’deki sivil güvenlik devletinin yeni göstergelerinden biridir diye düşünüyorum.

TÜİK başkanının görevden alınmasına gelelim… Biliyorsunuz son haftalarda Türkiye’de çok tartışılan bir kurumdu. Özellikle açıkladığı enflasyon rakamları, CHP lideri Kılıçdaroğlu kuruma geldiğinde kapıyı kilitlemesi, açmaması, daha sonra istifa ettiğiyle ilgili dedikoduların basında yer alması, kendisinin de çıkıp bir açıklama yapması. Sonuç olarak istifası kabul edildi ve görevden alındı. Siz bu sisteme hem bakan hem de kurum başkanı dayanmamasını nasıl yorumluyorsunuz?

Türkiye’de sadece başkanın sesi ve sözü etrafında dönen bir rejim var. Elbette bunun altında güçler ve koalisyonlar var. Soylu’nun kendine has bir gücü var. Bunun altında devlet, ulusalcı, muhafazakâr ittifakı gibi kuvvetli bir ittifak var. Buna hiç şüphe yok. Fakat sistemin işleyişinde, siyasi iradenin sarsılmaması ya da onunla ilgili en küçük bir sorun doğmaması, üzerinde hassasiyetle durulan bir konu. Ve bir tehdit algısıyla karşılanıyor. Her türlü başarısızlık ya da her türlü merkezkaç hareket iktidarın gücünün sarsılması istikametinde algılanıyor, kimi bakanların, başkanların feda edilmesiyle sonuçlanıyor. TÜİK başkanıyla ilgili açıkçası çok somut bir bilgiye sahip değilim ama izlediğim kadarıyla bu söylediklerimi destekleyen bir durum. Son yaptığı açıklamada “Ben seksen dört milyona yalan söyleyemem” tarzı sözler sarf ediyor, ardından görevden alınıyor.

TÜİK, enflasyon hesabında keyfi davrandığı ifade edilen bir kurum. Bu yapının daha da tahkim edildiğini düşünmek lazım, son atamayla.

Aynı gün Resmî Gazete’de yayımlanan bir başka genelge ile denetim kurumlarının medyaya sansür uygulamaları adeta teşvik ediliyor. Hatta bu genelge sosyal medyada “sansür manifestosu” olarak adlandırıldı. Bu metin bize hem şu an için hem gelecek için ne söylüyor medya açısından?

Çok endişe verici bir genelge bu. Tarihte bunun birçok örneği var. Neslin korunması, ailenin korunması, ahlakın korunması bir siyasal sistemin ya da bir rejimin ana görevi olduğu andan itibaren otoriter renk netleşmeye başlar. Toplumu tek tip formatlamaya ve standartlaşmaya doğru iten bu politikalar, ahlaki politikalar, otoriter düzenlerin temel ve kurucu politikalardır.

Erdoğan rejimi daha disiplinli toplum, daha ahlaklı birey, ahlaklı genç fikri etrafında bir yol almaya, bir dil geliştirmeye çalışıyor. Bunu Gezi olaylarında da gördük, gençlerin ortak evlerde oturması konusundaki çıkışlarında da gördük. Bu genelgeyle ortaya çıkan tablo, tabii daha endişe verici. Çünkü bakın burada şöyle bir ifade var, önümde duruyor: “Milli, manevi değerlerimize uymayan yazılı, sözlü ve görsel basın ve yayın faaliyetleri aracılığıyla aile kurumunu çocuğu ve gençliği hedef alan tehdit ve tehlikeler.”

Şimdi tehdit ve tehlike söyleminin bir tür fikri alana, bir tür basın-yayın alanına, bir tür kültürel üretimlere doğru itiliyor olması, konuşmanın başlangıcında söylediğim özerklik kavramının imhasının başka bir boyutunu gösterir. Kültür sahasının, kültür sektörünün ya da düşünce alanının kendi iç dinamikleriyle, kendi iç fonksiyonlarıyla ve dengeleyici fonksiyonlarıyla devrede kalmasına yönelik bir kere müthiş bir tahammülsüzlük ve burayı formatlamaya çalışma var. Bu, rejimin totaliterleşmeye başladığını gösterir. Yani artık otoriter bir yönetimin yanında totalci, herkesin aynı olduğu bir toplumsal doku hayalini karşımıza çıkarır.

Tabii buradan hareketle ne olur bilmiyorum ama sembolik olarak bu çok önemli. İkincisi, tabii bu tür bir genelgeyi ilk defa Erdoğan yayınlamıyor. Bunlar işte otoriter bir devlet bakışıyla muhafazakâr bir siyasetçi bakışının da el ele sıkıştığı, el ele tutuştuğu yerlerdir. Bu metnin nasıl simgesel olarak sonuç vereceğini böyle tarif edebilirim. Fiilen nasıl bir sonuç verebilir?

Genelge, RTÜK’ün ya da Basın İlan Kurumu’nun ya da basın savcılıklarının daha titiz, daha dikkatli, daha sansürleyici ve otoriter olmasına bir davet olarak da yorumlanabilir.

- Advertisment -