Ana SayfaVİDEO HABERYiğit, şehit, katil, işkenceci

Yiğit, şehit, katil, işkenceci

Başlıktaki bu dört terim, neye göre belirleniyor? Mustafa Pehlivanoğlu da kendince vatansever, Mehmet Eymür de, Yeşil de, Abdullah Çatlı da, elektrik vermeyi herkese öğreten Fransız paraşütçüleri de. Öyleyse milliyetçilik, kaç yönde kesebiliyor? Sağın ve solun ister gerçek, ister kurmaca kahramanları, çok mu farklı kültür ve sosyolojilerden geliyor? Yunanistan’ın 1821’deki Hürriyet Savaşçıları ve Türkiye’nin 1919-22 Kuvayı Milliyecileri, niçin ve nasıl birbirinin toplumsal ve işlevsel karşılığı? Nâzım’ın Karayılan ve Çolak İsmail tipleri, aynı madalyonun iki yüzü mü? Bir yanda Abdullah Çatlı ve Mustafa Pehlivanoğlu; diğer yanda Dursun Karataş ve Mustafa Karahan: çok mu farklı kumaşlardan dokunmuş? Türkiye, (a) modern “haklı şiddet” teorilerini ve (b) yaslandıkları folklorik geleneği nasıl aşabilir? 15 Ekim röportajının genişletilmiş yazılı metninde, Halil Berktay bu ve benzeri sorular arasında geziniyor.

İyi Parti, 12 Eylül döneminde idam edilen Mustafa Pehlivanoğlu’nu “ilk şehidimiz” diye andı; tepkiler üzerine paylaşımını kaldırdı. Bu paylaşım ve gelen tepkiler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok talihsiz bir paylaşım tabii. Günümüzde barışçı, demokratik siyaset içinde yer alan; barışçı demokratik siyasete adapte olduğu, gönül verdiği, buna bir itirazının olmadığı izlenimini veren bir muhalefet partisi, ansızın öyle bir paylaşım yapıyor ki, gerçekten korkutucu. Tüyler ürpertici bir paylaşım. Geçmişte yaşayan bir paylaşım. Bundan şöyle böyle elli yıl öncesinde yaşayan bir paylaşım. Ve bu paylaşım bizi sanırım aslında kimsenin gitmek istemediği bir geçmişe geri götürüyor.

Öyle bir geçmişe geri götürüyor ki, orada “öteki”nin yaşam hakkı; bir ideo-politik akıma göre bir “öteki”nin, sonra ona göre başka bir “öteki”nin yaşam hakkı yok. Böyle bir iç savaş ortamına, toplumda bir arada yaşama kültürünün neredeyse yokolduğu 1970’lere geri götürüyor. Oraya atıfta bulunuyor. Ve dolayısıyla önümüze “acaba bu bir arada yaşama kültürü tekrar yok olabilir mi?” diye, çok ürkütücü bir soru getiriyor.

Öyle bir paylaşım ki; sırf ben, biz ve bizimkiler var. Onlar, ötekiler hiç yok. İnsan sayılmıyorlar ve dolayısıyla hayatlarının bir değeri yok. Bu anlamda, empati sıfır. Günümüz toplumunda, demokratik siyaset çerçevesinde var olan, politika yapan bir partinin, toplumun çeşitli kesimlerine ve bu arada kendisinden farklı kesimlere karşı asgari bir empati duygusunun olması gerekir. Bunu hiç görmüyoruz.

Ortada sizin de dediğiniz gibi çok çıplak bir olay var. Mustafa Pehlivanoğlu’nun 12  Eylül askeri diktatörlüğü tarafından idam edilmişliğini bir yana bırakalım. 12 Eylül askeri rejimi bana göre en azından Mustafa Pehlivanoğlu kadar korkunçtu. Fiziksel boyutları dehşet verici olan bir baskı ve zulüm politikası güdüyordu. Hapishanelerde hayatı cehenneme çevirmişti. Işkence inanılmaz derecede yaygınlaşmış ve derinleşmişti. Ve bu arada yanılmıyorsam 50 kişi de idam edildi, 1970’lerin silâhlı iç savaş ortamında birbirlerini öldürdükleri gerekçesiyle. 12 Eylül rejimi burada güya bir tarafsızlık imajı yaratmaya, aşırı sola ve aşırı sağa eşit derecede karşı olduğu izlenimini yaratmaya özen gösteriyordu. Yani biraz “bir onlardan bir bunlardan” politikası güdüyordu idamlarda. Bu eşitlik hesabının ne kadar saçma ve ne kadar insanlık dışı olduğunu ayrıca tartışmayacağım. Ama gerçek pek de öyle değildi. Sonuç olarak idam edilen 50 kişiden sadece 8’i aşırı sağdandı. 40 küsuru aşırı soldandı. Bu, tarafsızlık görüntüsü altında Bonapartist 12 Eylül rejiminin ne kadar fazla aşırı sola çullandığının basit bir göstergesi aslında.

Ama bunu bir yana koyalım [rejimin mantığının bizi zorladığı bu iğrenç “idamlarda eşitlik” hesaplarını]. Ben prensip olarak idama, idam cezasına karşı olan bir insanım. Dolayısıyla Mustafa Pehlivanoğlu’nun eyleminden ne kadar nefret edersem edeyim, ne kadar tiksinirsem tiksineyim, onun ve başkalarının idamını savunmam mümkün değil. Gelgelelim adamın yaptığı gerçekten korkunç bir şey. Sonuç olarak karşımızda bir katil duruyor. 22 yaşında bir katil duruyor. Ne yapmış? Sırf bu kahve tarama olaylarında 5 kişiyi öldürmüş en az 12 kişiyi yaralamış. Bu, bilebildiğimiz eylemi. Kimleri öldürmüş? Kahvede oturanları. Yani o an için bir silâhlı çatışma içinde de değil. Gitmiş kahveleri taramış ve insanları öldürmüş. Niçin öldürmüş? Düşman bildiği için öldürmüş. Onlar düşman. Son tahlilde, siyasi ve ideolojik bakımdan kendisi gibi düşünmeyen insanları tarayarak öldürüyor. Çünkü onları kelime anlamıyla bir savaşın içindeki düşman tarafı olarak görüyor. Dolayısıyla bu eylemin, içerdiği insan öldürmenin, kan dökmenin hunharlığın, kıyıcılığın ötesinde bir anlamı var. Siyaseti savaşa dönüştürüyor. Normal siyaset ile savaş arasında hiçbir fark kalmıyor, hiçbir mesafe kalmıyor. İkisi özdeşleşiyor. İdeolojiyle savaş aynı şey haline geliyor. Siyaset, düşünce farklıları, politika farkları, farklı tercihler toptan militarize oluyor.

Yani aslında Mustafa Pehlivanoğlu’nun — ve sırf Mustafa Pehlivanoğlu’nun değil, o dönemde gerek aşırı sağdan Ülkücülerin, gerekse aşırı soldan çeşitli örgütlerin mensuplarının — yaptıklarının, girdikleri yolun böyle çok vahim bir anlamı var, yaktıkları canlarla, döktükleri kanla kalmayan. Dediğim gibi bunun anlamı, normal, barışçı, demokratik siyaset olanağının yok olması toplumda. “Benden farklı mı düşünüyorsun? O zaman düşmansın. Ve benim de seni imha etme hakkım var.” 

İYİ Parti hesabından yapılan paylaşım, 50 küsur yıl sonra buna tekrar kapı aralıyor. Ama farkında olmadan, ama alışkanlıklarla sürüklenerek; her neyse. (Hangisi diğerinden daha kötü? Onu da bilemeyeceğim.) Ama şöyle bir soruyu; bugün yasal, meşru, demokratik siyaset içinde yer alan bir partinin liderliğinin (veya bu tür propaganda işleriyle uğraşan kesimlerinin) “Benim şehidim başkalarının canavarı olmuş olabilir mi? Benim kahramanım, onların katili, canisi olmuş olabilir mi?” gibi soruları hiç akıllarına getirmediğini düşündürüyor. Empati yok derken bunu kastediyorum. İnsan bir durup düşünür değil mi: Şimdi ben bunu kahramanlaştıracağım; acaba bu toplumun başka hangi kesimlerini irkiltecek, korkutacak, tedirgin edecek diye. Onlara neler hatırlatacak? Onlara neler çağrıştıracak? 

Tabii bunun bugün yapılması, başta da dediğim gibi, bizi gitmek istemediğimiz bir geçmişe yeniden taşıyor. Çok derin soruları akla getiriyor. Bugün var olan ve muhalefet yapan, hem de ciddi muhalefet yapan, esaslı muhalefet yapan bir partinin ardında, birden bire bambaşka bir siluet, bir hayalet belirliyor. 1970’lerin MHP’sinin ve Ülkü Ocakları’nın ve onların oluşturduğu cinayet şebekesinin hayaleti beliriyor. Onun içinden birisini bizim ilk şehidimiz diye belirliyorlar. Bu da çok kapsamlı bir başka soruya yol açıyor: Milliyetçilik, hele ultra milliyetçilik, aşırı milliyetçilik, limitte demokrasiyle barışabilir mi?

İdeal şekilleriyle, [en berrak veya] en ekstrem şekilleriyle [alalım]. Demokrasi, çoğulculuk demek. Başkalarının hakkına, hukukuna ve çok farklı görüşlerin bir arada yaşayabilmesine, yaşam hakkına saygı demek. Milliyetçilik ise — milliyetçilerin anladığı şekliyle – “Benim milletimin hakları, birlik ve beraberliği, milli çıkarı her şeyin üzerinde” demek. Arada potansiyel bir çelişki var. Bu tür [ilk şehidimiz tarzı] lâflarla şu soru tekrar canlanıyor: Milliyetçilik ile demokrasi, Weberyen ideal tipleriyle. ne kadar barışabilir, bağdaşabilir? Milliyetçilik kendi haline bırakılırsa, terbiye edilmezse, ehlileştirilmezse, bir şekilde medenileştirilmezse, demokrasiyi, çoğulculuğu ve hukuk devletini gerçekten kabullenebilir mi? İçine sindirebilir mi? [İYİ Parti] Bu soruyu bize baştan hatırlatıyor. Dolayısıyla bu ehlileşme, bu medenileşme nasıl cereyan eder? Kalıcı mıdır? Nereye kadar kalıcıdır? Militarist bir şekilde geçmişe dönebilirler mi? Bu soruları tekrar gündeme getiriyor.

Hazırladığınız notlarda “yiğit, şehit, katil, işkenceci” kelimelerini kullanmışsınız. Bu ne anlama geliyor? Hepsinin eşit olduğu, hiçbir şeyin fark etmediği anlamına mı geliyor?

İtiraf edeyim ki başlığı düşünürken, yani notlarımı aldıktan sonra, ben bunu bir yazı olarak yazsam, başlığını ne koyarım diye düşünürken aklım John Le Carré’nin [İngiliz baş casusu] George Smiley ve [Sovyet baş casusu] Carla etrafında dönen meşhur dizisinin Türkçeye Köstebek diye çevrilen ilk romanına, onun orijinal İngilizce başlığına gitti. Tinker, Tailor, Soldier, Spy. Bu bir çocuk tekerlemesi aslında İngilizcede. Tinker tamirci;  Tailor terzi, Soldier asker; Spy casus. İngiliz dış istihbarat teşkilatının [bugünkü adıyla MI6’in] o zamanki şefi, teşkilat içinde bir sızma, bir Sovyet ajanı olduğundan şüpheleniyor. Aklında, hemen altındaki yönetici kademenin dört önemli ismi var. Hangisinin olabileceğinden emin değil. Hepsi mümkün. Bunlara kendisi bir kod oluşturuyor: Tinker, Tailor, Soldier, Spy.  Hangisi acaba: Tamirci mi, Terzi mi, Asker mi, Casus mu? Bu soruya cevap arıyor. Benim de aklıma böyle benzer bir tekerleme olarak “yiğit, şehit, katil, işkenceci” geldi.

[John Le Carré’nin dört kodlanmış kişiliği gibi] Bunların da arasında çok önemli geçişkenlikler olduğu kanısındayım. Biz bu terimleri böyle mutlaklıklar olarak kullanıyoruz. Ama bunlar kimin ne olduğuna, sizin hangi dâvânın içinde yer aldığınıza, hangi ideo-politik paradigmanın [ve belki çok aşırıcı  bir varyantının] içinde yer aldığınıza, o paradigma adına şiddete başvuranları nasıl gördüğünüze bağlı. [Bu çerçevede] burada da çeşitli kimlikler — örtüşen ve değişen kimlikler söz konusu.

Dolayısıyla şöyle bir soru gündeme geliyor: Gerçek, içlerinden hangisi? Meselâ eski Ülkücü gelenek ve onun bugün İYİ Parti’de devam eden unsurları açısından baktığınızda, Mustafa Pehlivanoğlu kahraman mı katil mi? Bunun, yani Mustafa Pehlivanoğlu gerçekliğinin, bu konuyu düşünenlerin ideolojik tavrı ve aidiyetinden bağımsız bir cevabı yok kolay kolay. Hangi dâvânın parçası olduklarıyla el ele gidiyor bu; ister sırf iç siyaset alanındaki bir mesele olsun, ister dış politika alanında — veya belki iç politika ile dış politika arasındaki bir geçişsel alanda — yer alan bir mesele olsun. Bir tarafın canavarı, diğer tarafın kahramanı; tersine, o tarafın kahramanı diğer tarafın canavarı olabiliyor kolayca.

Tarihten aklıma gelen en basit örnek, Topal Osman. 1918-1920 yılları. İttihatçıların yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu yenilmiş Birinci Dünya Savaşı’nda. Mondros Mütarekesi imzalanmak üzere veya imzalanmış. Her neyse; imparatorluğun çeşitli köşelerinden, yeni baştan yerel şiddet, yerelden şiddet fışkırıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilmesiyle birlikte, Türk ve Müslüman olmayan nüfusun çoğunlukta olduğu, çoğunlukta olmasa bile önemli yer tuttuğu bölgelerde, milliyetçi, Osmanlıdan fırsat bu fırsat ayrılmak ve şu veya bu “ana devlet”ine katılmak isteyen çeşitli milliyetçi gruplar — ve onların şiddeti — ortaya çıkıyor. Doğu Karadeniz veya Pontus bölgesinde, bu Yunan milliyetçiliğine angaje olmuş Rum çeteler faaliyete geçiyor. Bunların karşısında Türk-Müslüman çeteler faaliyete geçiyor. Arka planda Wilson Prensipleri meselesi var. Sonuçta, orada burada belki referandumlar, halk oylamaları yapılacak. [Mevcut şu veya bu devlete katılmak istiyor musunuz diye srulacak.] Kim çoğunluk gözükürse, o veya bu bölge, o veya bu yöre çoğunluk gözüken etnik grup ya da milliyete verilecek. 1918-1919 yıllarında “ulusların kendi kaderlerini tâyin hakkı” ABD ve diğer galip Büyük Devletler tarafından bu şekilde anlaşılıyor ve uygulanıyor. Bu, beraberinde, şuranın veya buranın “bize ait” olduğunu, “bizim sayılması gerektiğini”  nasıl bir an evvel tahkim ederiz diye, yerel ölçekteki etnik savaşları derhal beraberinde getiriyor.

Mesele karşı tarafı, “etnik öteki”ni korkutmak ve kaçırmak. Dolayısıyla Türk çeteleri Rum köylerini basıyor, tarladaki ekinlerini yakıyor. Belki erkeklerden bazılarını öldürüyor. Evleri ateşe veriyor ve Rum çeteleri de aynı şeyleri Türk köylerine yapıyor. Yani Türkler bölgeyi boşaltıp gitseler, olası bir halk oylamasında Yunan milliyetçileri diyebilecek ki “Gördüğünüz gibi burada biz ezici çoğunluktayız. Dolayısıyla bize verilmeli burası.” Aksi olsa, Rum köylüleri tamamen terk edip gitseler, Türk milliyetçiliği rahat edecek ve diyecek ki “Görüyorsunuz, burada bizden başka kimse yok.”

Şimdi burada yerel, küçük ölçekli bir etnik savaşın karşıt tarafları söz konusu. Topal Osman ile adlarını bilmediğimiz Rum çete reisleri çok farklı değil aslında birbirlerinden. Farklı gözüküyorlarsa, bizim seçtiğimiz veya onların seçtiği tarafa göre farklı gözüküyorlar. Ama evrensel düzeyde, yani Kantçı anlamda bir kategorik emperatif düzeyinde farklı değiller. Topal Osman, bölgenin Türk-Müslüman halkının kahramanı, ama madalyonun diğer yüzünde, folklorik anılardan biliyoruz ki Rum anneler yaramazlık yapan çocuklarını “Sus Topal Osman geliyor… Sus yoksa seni Topal Osman’a veririm” diye korkutuyor. Muhtemelen Türk-Müslüman köylerinde de anneler yaramazlık yapan çocukların “Sus yoksa seni falanca kaptana veririm” diye korkutuyor. Bu da bir milliyetçiliğin kahramanının nasıl diğer etnik grubun, öteki milliyetçiliğin şeytanı, canavarı olabileceğini çok güzel somutluyor.

[Kuşkusuz aynı şey Ermeniler, Ermeni milliyetçiliği, özellikle Taşnaksütyun Ermeni çeteleri ile Türk-Müslüman çeteleri arasındaki yerel etnik savaş için de geçerli. 1914’e kadar tırmanıyor adım adım. Derken Büyük Savaş patlak veriyor ve Ermeni milliyetçiliği kapanan Osmanlı sınırları içinde izole, İttihatçılarla başbaşa kalıyor. İşin niteliği ve boyutları tamamen değişiyor. Artık yerel etnik savaş değil, Ermenilere karşı devletin olanca merkezî gücü söz konusu. 1915 Ermeni soykırımı, İttihatçıların “Anadolu’yu Türkleştirme” projesinin bir boyutunu, tabii en büyük ve en kanlı boyutunu oluşturuyor.]

Ve tabii sonuç olarak Türk milliyetçiliği kazanıyor [önce 1915’te ve sonra 1919-1922’de]. Türk bağımsızlık mücadelesi kazanıyor; Milli Mücadele kazanılıyor Kemalistler tarafından ve üzerine bir de Lozan Mübadelesi gerçekleşiyor. Ve dolayısıyla bölgede pek Rum filan kalmıyor [Ermeni de kalmadığı gibi]. Dolayısıyla en azından biz, [Millî Mücadele’nin ve] Türkiye Cumhuriyeti’nin mirasçıları olarak, bu yerel boğuşmanın, boğazlaşmanın Rum tarafındaki öykülerini o kadar iyi bilmiyoruz. Belki Yunan kaynaklarına gitsek, Yunanistan’da yayınlanmış kitaplara, makalelere baksak, benzer anıları zıt taraftan bulabiliriz.

Eh yani, 1919-1922’de Doğu Karadeniz’de olanlar ile 1970’lerde Türkiye’nin iç politika sahnesinde aşırı sağ ile aşırı sol arasında olanlar, tabii her bakımdan değil ama bu tür sonuçları açısından önemli ölçüde benziyor. Mustafa Pehlivanoğlu bu çerçevede aşırı sağın, Ülkücülerin bir kahramanı. Bir zamanlar MHP’nin temsil ettiği milli ve yerli sokak faşizmi uğruna komünist öldürmeye girişmiş; komünist diye gördüğü herkesi öldürmeye girişmiş.  Artık onların ne derece aktif veya pasif solcular oldukları da ayrı bir konu, ama dolayısıyla sol mahalle açısından bir canavar olarak ortaya çıkıyor.

Hemen şunu söyleyeyim: Solda yok muydu bunun muadilleri? Pekâlâ vardı. Yani sol da mahallelerde hakimiyet, okullarda hakimiyet, sokakta hakimiyet, kahvehanelerde hakimiyet uğruna saldırıyor ve adam öldürüyordu. Makro planda baktığımızda, Türkiye çapında genel olarak saldıran ve daha fazla saldıran, Ülkücülerdi. Sol ise kendini savunma noktasından başlayarak bu düello mantığının içine çekilmiş ve silâhlanma gibi bir maceraya sürüklenmişti. Ama solun içinde de “silâhtan başka çıkar yol yoktur ve bunlar düşmandır, bunları vurmak meşrudur” gibi, karşısındakini insanlık dışı kabul eden bir anlayış, lâfta kabul edilmese bile, fiiliyatta, pratikte kuvvetle mevcuttu. Zaten uzantılarına baktığımızda da görüyoruz. 12 Eylül döneminde pek çok sol örgüt ezildi ama bazıları yaşadı veya tekrar canlandı. Ve silâhlı mücadele dedikleri şeyden, adam öldürmekten, cana kıymaktan vazgeçmediler. İster Dev-Sol olarak düşünün, ister THKP-C olarak düşünün (Dursun Karataş artık hayatta değil ama uzun süre onun adıyla anıldı). Eh yani onların işlediği cinayetler de apaçık ortada. Devrim uğruna Sabancı kardeşlerden birini öldürmeye ve sonra bunu Belçika mahkemeleri önünde savunmaya kadar işi vardırdılar. [9 Ocak 1998’dir, 24-25 yıl önce, Fehriye Erdal’ın ve diğer iki suikastçinin, aslında Sakıp Sabancı’yı bulup öldürmek isterken, Özdemir Sabancı’yı ve onunla toplantıda olan ToyotaSA genel müdürü Haluk Görgün ile sekreteri Nilgün Hasefe’yi öldürmesi.] PKK’nın şiddeti de gözümüzün önünde. Ben PKK’yı illâ bir Kürt örgütü olarak görmüyorum. Ben PKK’yı neo-Stalinist bir sol örgüt olarak görüyorum, esas olarak Kürt tabanına oturan. Ama ideolojisi, haklı şiddet ideolojisi, devrimci şiddet ideolojisi, sonuçta sol bir ideolojik damardan türeyip geliyor. Nasıl Dev-Sol veya THKP-C, Dursun Karataş’ın THKP-C’si, gidip bir Alevi sosyolojisine oturmuşsa, PKK da gidip bir Kürt sosyolojisine oturmuş durumda. Onların da nasıl bir şiddet ideolojisi ve potansiyeli olduğu apaçık ortada. Neyi yücelttiğiniz, neyi lanetlediğiniz, “yaşasın”larınızın ve “kahrolsun”larınızın neler olduğu, bu büyük dâvâların ve bu aşırı kutupların neresinde, hangisinde durduğumuza bağlı.

Her iki mahallenin, her iki kutbun dışında tabii belki hepsini canavar olarak gören [ama bunu ifade etmeyen, edemeyen, belki böyle düşündüğünün pek farkında bile olmayan] asıl büyük, sessiz çoğunluk duruyor. Onlara sessiz çoğunluk dememiz boşuna değil. Bağıranların sesi duyuluyor. O çoğunluğun sesi genellikle duyulmayabiliyor. Ve dolayısıyla onların ahlâkî yargılarını ve tepkilerini net olarak görmekte çok zorluk çekiyoruz. Bu konularda doğru dürüst anketler de yapılmıyor. Anketler hakkında bir şey söyleyeyim bu noktada; habire şu anda hangi partiyi destekliyorsunuz, şu an seçim yapılsa kime oy verirsiniz, cumhurbaşkanlığı için kime oy verirsiniz gibi sorular soruluyor. Ama bu gibi konularda, halkın kültürel değerlerini ölçen, ahlâkî pozisyonlarını ölçmeye çalışan anketler yapılmıyor. Veya bu tür anket sorunları sorulmuyor. Şiddet konusunda örneğin, adam öldürmek konusunda. nerede durduğu kitlelerin, sorulmuyor. Ben merak ediyorum kendi payıma. Ama kendi başıma anket yapacak halim de  yok.

Meral Akşener’e ve İYİ Parti’ye dönersek; maalesef, demin sözünü ettiğim, bir dönemin sokak faşizminde almış yürümüş olan MHP’nin ideo-politik damarından, geleneğinden geliyorlar. Tabii çok önemli bir gelişme kaydetmiş bulunuyorlar. Aşikâr ki görece önemli bir demokratikleşme yaşamışlar. Millet İttifakı içinde yer alıyorlar. Enteresan bir şekilde, eski 1970’ler Ülkücülüğü sağdan bir partner ile soldan bir partner arasında ikiye bölündü. Bir kısmı gidip Cumhur İttifakı içinde AK Parti’nin iktidar ortağı oldu. Diğer bir kısmı gidip Millet İttifakı içinde CHP’nin muhalefet ortağı oldu. Şahsen Meral Akşener, yer yer en sert, en çarpıcı teşhirleri; iktidarın sözcülerine karşı en çarpıcı muhalefet konuşmalarını yapabiliyor. MHP’ye göre oldukça merkeze kaymış durumda. Ama gene de MHP içinden çıkagelen, eski MHP’li ultra-milliyetçi bir tabana hitap ediyor. İşte böyle, zaman zaman hâlâ 1970’lerde mi yaşıyorlar diye düşündürten şeyler söylenebiliyor, paylaşımlar yapılabiliyor.

Peki hocam, sizce bu kadar simetrik mi her şey? Sosyolojik bir fark yok mu? Ya da farklı sosyolojilere karşılık gelmiyor mu? Sağın şiddeti ve solun şiddeti, ya da sağın şiddet kültürüyle solun şiddet kültürü?

Vallahi itiraf edeyim ki pek göremiyorum bu farkı. Çok kritik bir şey söylediğimin farkındayım. Çok ikonoklastik bir şey söylediğimin farkındayım. Ama bu toplumun mayasında, kültüründe, geleneğinde, hâlâ taşıdığı yarı-feodal karakterde, modernite öncesi karakterde, halk kültürü dediğimiz şeyde, folklor dediğimiz şeyde, halk şiirinde, halk danslarında vesaire — yani oralara baktığımızda; yiğitlik, savaşçılık kültürünü ve anlatımlarını oralara götürdüğümüzde, ben pek böyle bir fark göremiyorum doğrusu.

Şöyle düşünüyorum: Ortak bir kültürel temel söz konusu. Türkiye’de bugün bile insanların söylediği türkülere, düğünlerde — özellikle köy düğünlerinde — erkeklerin kalkıp hangi türkülerle oynadığına, veya hangi türkülerin çok popüler olduğuna bakarsak; Köroğlu, Kiziroğlu Mustafa Bey, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal… Orada geleneksel toplumun yiğitlik ve savaşçılık töresi, eşkiya türküleri, eşkiya hikayeleri, Çakırcalı, Demirci Mehmet Efe, Karşılaştırmalı Edebiyat alanında kleftik edebiyat, yani haydut-eşkiya edebiyatı [dediğimiz janr; Yunanca klepht = hırsız, soyguncu; kleptomani de oradan geliyor] çok kuvvetli mevcut.  O kültürel katman orada duruyor. Bu eşkiya takımı, efeler, zeybekler [Yunanca zeibekaki], martoloslar (armatoli)… Bazı etnik grupların kültürel bakımdan savaşçı ve kıyıcı bir kültürle özdeşleştirilmesi; Lazlar ve Kürtler örneğin. Laz fıkraları ve Kürt fıkraları [bir ölçüde] yiğitlik ve savaşçılık, kıyıcılık üzerine kurulu. Artık Osmanlı İmparatorluğu mevcut değil ve dolayısıyla Arnavutlar büyük ölçüde Türkiye halkının bir parçası değil. Ama bunu 19. yüzyıla kadar geri götürecek olsak, Arnavutlar da bu tabloda yer alırdı. Çünkü Türklerden önce aslında Arnavutlar, yiğitlikleri ve savaşçılıklarıyla meşhurdu Osmanlı İmparatorluğu’nda. III. Selim ve II. Mahmut’tan, Tanzimat reformlarıyla modern ordunun kurulması ve ancak 19. yüzyılda iyice ortaya çıkmasına kadar geçen ara dönemde, Osmanlı yönetimi yeni bir askeri güç arıyor kendisine. Ve o dönemde hiç “Türkler asker millettir” diye bir şey yok. En savaşçı unsurlar olarak Arnavutları görüyorlar. Kabakçı Mustafa İsyanına ve IV. Mustafa’nın tahta çıkmasına karşı III. Selim’i kurtarmaya gelen Alemdar Mustafa Paşa’nın ordusu, çok büyük ölçüde Balkan nüfuslarından ve özellikle Arnavutlardan oluşuyor. Savaşçı unsur olarak onlar görülüyor.

Eh, bütün 20. yüzyıl boyunca bu açıdan halk kollektif belleği ve kültürü, Lazlar ve Kürtler üzerinde yoğunlaşmaya devam etti. [Ege ve Güneydoğu, Çukurova eşkiyasını öne çıkardı.] Sağda Topal Osman varsa solda İnce Memed var. Bu da muazzam bir idealizasyon. Topal Osman bir milli kahraman, Türk milliyetçiliği açısından; İnce Memed ise bir sınıf kahramanı, sol açısından. Toprak ağası Abdi Ağa’ya karşı mücadele eden, haksızlığa karşı isyan etmiş, yani âdetâ böyle Marksizm, sosyalizm, komünizm öncesi bir halk kahramanı ve halkın sınıfsal çerçeve içinde ayaklandığında neler yapabileceğinin habercisi kabul ediliyor. Sembolik önemi burada yatıyor. İnce Memed, [İngiliz Ortaçağındaki] Robin Hood tipi temiz, cömert, iyi yürekli bir şakî olarak görülüyor. Haksızlığa karşı savaşıyor ve zenginlerden alıp yoksullara veriyor. Böyle bölüşümcü, ilkel komünist bir tip.

[Tabii bunun gerisinde, solun ve sağın modern şiddet teorileri de var, bir boyutuyla geçmişe, tarihe yaslandırılan. Marksizm bir işçi sınıfı devrimi teorisi kuruyor. Sosyalizm uğruna başvurulacak şiddet, haklı şiddet, devrimci şiddet. Sonra bunun tarihsel modellerini, öncellerini arıyor. Köle ve köylü isyanlarında, hattâ eşkıyada, haydutlarda, soyguncularda bulduğunu düşünüyor. Zıddında, Avrupa Ortaçağından 19. ve 20. yüzyılın aşırı sağcı, milliyetçi akımlarına, en belirgin şekliyle Nazizme, üst sınıfların kahramanlığı olarak şövalyelik töresi akıyor. Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri, ya da Tristan ve İsolde, örneğin, 19. yüzyılın Sağ Romantizmine mistik, afsunlu bir malzeme sunuyor.]

[Hitler’in yukarıdaki 1934 tarihli Sancaktar (Der Bannertrager, The Standard Bearer) tablosu gibi resimleri yapılıyor, bir Ortaçağ şövalyesi, Haçlı savaşçısı kılığında; elinde Hıristiyanlığın haçı yerine şimdi swastika, gamalı haç = medeniyetin yeni bayrağı. Bir zamanlar Töton Şövalyeleri Baltık kıyılarına ve Slav bölgelerine medeniyet götürmüştü. Şimdi Nazizm, Yahudi-komünist barbarlara karşı medeniyeti = devleti böyle savunuyor.]

[Türkiye’de, sağın devletçi-milliyetçiliği bazı bakımlardan buna çok benziyor. Devleti fetişleştiriyor. Halkın “aşağıdan” kahramanlığını değil, sultanların, yeniçerilerin, sipahilerin “yukarıdan” kahramanlığını benimsiyor. Ömer Seyfettin’in “Eski Kahramanlar” dizisi bunlarla dolu. Popüler tarihçiliğin efsanevî anekdotlarında Ulubatlı Hasan ve benzerlerinden; kurmacada, resimli roman ve filmlerde Karaoğlan ve Baybora’lardan, Malkoçoğlu’lardan, “Fatihin Fedaisi Kara Murat”lardan dem vuruluyor.]

[Her ikisinin de temelinde, tekrar edeyim, modern “haklı şiddet” teorileri var. Sağ, bütün tarım toplumlarının askerî sınıflarının, gücü, kudreti ve savaşçılığına sarılıyor. Sol, aşağı sınıfların, köylülerin ve köylüleri temsil ettiğini düşündüğü bazı kahraman bireylerin savaşçılığına sarılıyor. Onun için] Bu idealizasyon sadece Yaşar Kemal’le sınırlı değil. Çok büyük tarihçiler arasında da rastlıyoruz. Meselâ İngiliz Marksist tarihçileri ekolünden E. J. Hobsbawm, Eric Hobsbawm var. Pre-kapitalist eşkiyayı sosyal isyancılar diye niteledi. Çok eleştirildi tabii. Bunun bir idealizasyon olduğu çok eleştirildi. Ama sonuç olarak, solculuğun içinde de, gelecek olan sosyalist devrimin manevi temelleri açısından yaslanabileceğimiz bir halk isyancılığı arayışı, öteden beri çok kuvvetle mevcut.

[Bu noktada, folklor, halk kültürü ile Marksist teori buluşuyor, buluşturuluyor.] Cemal Süreya’da bir Celali idealizasyonu yer yer mevcut. İngiltere’de Hobsbawm’dan söz ettim; Türkiye’de Mustafa Akdağ gibi önemli bir tarihçiye baktığımızda, onun da “Türkiye halkının dirlik ve düzenlik kavgası” gibi bir başlık altında, Celali isyanlarını ve isyancılarını ne kadar idealize ettiğini maalesef görebiliyoruz. Bir tarafta devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nu idealize eden tarihçiler yer alıyor. Diğer tarafta halktır diye, halk isyancılarıdır diye [aslında Anadolu’yu kasıp kavuran ve halka korkunç zarar veren] Celali eşkiyalığını açıkçası idealize eden tarihçiler yer alıyor. 1960’larda, 1970’lerde öyle bir sol kültür yaşadık ki… Mesela Nihat Behram’ın şiiri, âdetâ böyle; silâh, mavzer, çapraz fişeklikler, ay, Celali, isyan gibi 15-20 kadar sözcüğün kendilerinde var olduğu özsel olarak vehmedilen şiirsel sihir üzerine kurulu. Bu sözcüklerin tekrarı başlı başına şiir oluyor; Celalilerle köprü kuran bir halk isyancılığının idealizasyon malzemesini oluşturuyor.

Hepsi ortak şiddetlerinden besleniyor. Ve geçmişte bu, geleneksel toplumun feodal silahşörlüğü üzerine kuruluydu. Nâzım Hikmet bunun çok farkında. Yer yer Kuvayı Milliyecileri veya halkın sınıfsal savaşçıları diye gördüğü tipleri idealize etmekle birlikte, aslında bu yiğitlik dediğimiz şeyin geleneksel toplumda nereden geldiğinin, nasıl oluştuğunun son derece farkında. Kuvayı Milliye‘nin daha en başından başlıyor: Ateşi ve ihaneti gördük. / Dayandık, / dayandık her yanda, / dayandık İzmir’de, Aydın’da, / Adana’da dayandık, / dayandık Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te. Oradan Antep’e geçiyor: Antepliler silahşor olur. [Bu dize, bu silahşorluk vasfı çok önemli.] Antepliler silahşor olur, / uçan turnayı gözünden, / kaçan tavşanı ard ayağından vururlar / ve arap kısrağının üzerinde / taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar. [Eşi benzeri olmayan bir güzelleme söz konusu.] Antep sıcak, / Antep çetin yerdir. / Antepliler silahşor olur. / Antepliler, yiğit kişilerdir.

[Derken, Fransızlara karşı direnişin efsanevî kahramanı Karayılan’a geliyor sıra.] Karayılan / Karayılan olmazdan önce / Antep köylüklerinde ırgattı. / Belki rahatsızdı, belki rahattı, / bunu düşünmeye vakit bırakmıyordular, / yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi / ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar. / Yiğitlik atla, silahla, toprakla olur, / onun atı silahı, toprağı yoktu. / Boynu yine böyle çöp gibi ince / ve böyle kocaman kafalıydı / Karayılan / Karayılan olmazdan önce.

Bu müthiş bir tesbit aslında: Yiğitlik atla, silahla, toprakla olur. Bir ırgatın, bu yarı-feodal toplumda ırgatlık katmanında yer alan bir delikanlının yiğitliği söz konusu olamaz. [Düz milliyetçilikte yok, Kuvayı Milliye’nin sınıfsal temeli diye bir mesele. Nâzım kuruveriyor bu sınıfsal temeli, birkaç cümleyle. Fakat geçişsellik mümkün; mutlak bir determinizm oluşturmuyor bu sınıfsal temel. Yiğit olmayan nitel bir sıçramayla yiğide dönüşebiliyor. Zira, derken] Ne oluyor? Fransız düşman Antep’e gelince, bu henüz Karayılan olmayan Karayılan saklanmış korkusundan. Antepliler onu / korkusunu saklayan / bir fıstık ağacından / alıp indirdiler. / Altına bir at çekip / eline bir mavzer / verdiler. Öğreniyoruz ki Antepliler düz ovada / sıkışmışlardı. Karayılan bir gül fidanının arkasına saklanmış, korkudan titriyor. Siperi bir gül fidanıydı onun, / gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzü koyun, / ak bir taşın ardından / kara bir yılan / çıkardı kafasını. Derisi ışıl ışıl, / gözleri ateşten al, / dili çataldı. / Birden bir kurşun gelip / kafasını aldı. / Hayvan devrildi kaldı. / Karayılan / Karayılan olmazdan önce / kara yılanın encâmını görünce / haykırdı avaz avaz / ömrünün ilk düşüncesini: / “İbret al, deli gönlüm, / demir sandıkta saklansan bulur seni, / ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.” [Burada birey bir dönüşüm geçiriyor ve kitleselleşiyor da.] Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp / bir tarla sıçanı kadar korkak olan, / fırlayıp atlayınca ileri / bir dehşet aldı Anteplileri, / seğirttiler peşince. Düşmanı tepelerde yediler. / Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp / bir tarla sıçanı kadar korkak olana: KARAYILAN dediler.

[Buradan, halk kültürünün Karayılan türkülerine hızlı bir geri dönüş yapıyor Nâzım: “Karayılan der ki harbe oturak / Kilis yollarından kelle getirek / nerde düşman varsa orda bitirek / vurun ha yiğitler namus günüdür…” Kelle getirmek ifadesi, özellikle çarpıcı kuşkusuz. Bize, amacı ne olursa olsun, savaşın ne menem şey olduğunu, “vurun ha yiğitler”in sonucunun ne olacağını, çok sert bir şekilde hatırlatıyor. Ve sonra tekrar dönüyor, anonim folklordan kendi bilinçli yaratısına, Karayılanı modernleştirmesine:] Ve biz de bunu böylece duyduk / ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen / Karayılan’ı / ve Anteplileri / ve Antep’i / aynen duyup işittiğimiz gibi / destanımızın birinci bâbına koyduk.

Müthiş bir anlatım. İnanılmaz şiirsel gücü bir yana; nedir yarı-feodal toplumda, bir geleneksel tarım toplumunda, o toplumun kendine has katmanlaşması, sınıfsal katmanlaşması? Yiğitlik nereden çıkar? Müthiş bir teşhiste bulunuyor bu konuda. Sosyal bir tip ortaya koyuyor. Geleneksel toplumun üst silahşör tabakasına girmemişsen, senin bir tarla sıçanı kadar korkak olmaktan yiğit olmaya sıçraman, muazzam tarihsel, katastrofik dönüşümlere bağlıdır. Toplumun normal işleyişi içinde yiğit olmazsın; çok büyük dönüşümler, çok büyük hengameler içinde belki önüne bir fırsat çıkar ve yiğit olursun.
Charles Tilly (1929-2008), o da artık hayatta değil, Fransız kökenli, Amerikalı bir sosyal tarihçiydi [ve sosyolog ve siyaset bilimci]. Modern devletin doğuşu hakkındaki çalışmalarıyla ünlüdür. Kabaca şöyle özetleyebileceğim bir yaklaşım geliştirdi, Otuz Yıl Savaşları’ndan hareketle: Modern devlet, Max Weber’in söylediği gibi meşru şiddet tekeli üzerine kuruludur. Ama henüz modern devlet ve onun mutlak egemenliği söz konusu değilken, öyle tek bir şiddet tekeli yoktur ortada. Alternatif şiddet odakları vardır. Ve modern devlet, bu alternatif şiddet odaklarını yutarak, absorbe ederek, ya bir süre kendi hizmetine çekerek ve öyle massederek; öyle massedemiyorsa, mutlak itaat altına alamıyorsa, ezerek, yok ederek yükselir. Denizde korsanlar, kraliyet ve ulus-devlet donanmaları karşısında birer birer imha edilir. Karada özel şiddet unsurları, haydutlar, yol kesiciler ve eşkıyalar birer birer yok edilir. Ya hizmete alınır, ya yok edilir.

Aslında Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye’nin başına aldığı Karayılan öyküsünde bunu çok net bir şekilde görüyoruz. Ne oluyor? Karayılan, Kuvayı Milliye’nin bir unsuru olarak ortaya çıkıyor. Ama sonuç olarak, Milli Mücadelenin gelişimi içinde modern ordu, Kemalistlerin örgütleyip canlandırmayı başardığı modern ordu, bu Kuvayı Milliye’den yararlanacak ve aynı zamanda yutacak onu. Modern devlette, modern devletin normal işleyişi içinde, Kuvayı Milliye’nin özerkliğine, kendi başına buyrukluğuna [farklılığna, renkliliğine, yerelliğine] yer olmayacak [Dersim’lere de yer olmadığı gibi].

Peki, bu Türkiye’nin 20. yüzyılında nasıl yaşanıyor?

İşte aynen böyle. Tam bu, anlatmak istediğim. Şimdi bu özel şiddet unsurları, Tilly’nin  deyimiyle, var, tâ 18. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına. Arnavutlar var, Lazlar var, Kürtler var, Ege eşkiyası var, efeler var, zeybekler var vesaire. Aynı şeyler 18. yüzyılda ve 19. yüzyıl başında Yunanistan’da da var. Yunanistan’daki klepht’ler, çeteler, armatoli vesaire ile Ege’nin eşkiyası ya da Doğu Karadeniz (Pontus) bölgesinin çeteleri, çete reisleri sosyolojik olarak hiç birbirinden farklı değil. Bunlar kendi başlarına [olağan varoluşları içinde] şiddete dayalı, kıyıcı, amansız, merhametsiz, öldürmeye, şiddete, kana alışkın insanlar. Hayatları silâh etrafında dönüyor. Kesici ve delici silâhlarla, soğuk çelikle savaşma döneminin insanları ve bellerinde, kuşaklarında taşıdıkları hançerler, yatağanlar, piştovlar vesaire onların âdetâ bedensel varlığının, etinin kemiğinin bir parçası. Adam yatarken yastığının altında palasıyla, yatağanıyla, piştovuyla yatıyor.

[Derken] Ortaya bölgesel şiddeti, yöresel şiddeti aşan bir büyük dâvâ çıktığında onun peşine takılabiliyorlar. Ve bu her şeyi değiştiriyor. Yunanistan’da yerel eşkiya 1821’de başlayan Yunan isyanına taraf oluyor, ona katılıyor ve karşımıza 1821-1830 arasının hürriyet savaşçıları olarak çıkıyor. Atina’ya, Kolokotronis Meydanı’ndaki Yunan Ulusal Tarih Müzesi’ne gidin; bunu apaçık görebilirsiniz. [Internete girin; Greek freedom fighters of 1821 gibi bir şey yazın; yukarıya aldıklarım gibi yığınla tablo bulabilirsiniz.] Haydutluktan, eşkiyalıktan hürriyet savaşçılığına.

Eh, yüz yıl sonra aynı şey, 1919-1920 yıllarında Batı Anadolu’da, Kuzeydoğu Anadolu’da ve Doğu Anadolu’da cereyan ediyor. [Deminki yağlı boya tablolardan sonra, çünkü 1821’de fotoğraf yok, şimdi bir de 1919-20’lerin yukarıdaki fotoğraflarına bakın; tiplere dikkatle bakın; çok mu fark var aralarında?] Yani işte Demirci Mehmet Efeler ne oluyor? Kuvayı Milliye’ye katılıyorlar. Bu “ya massetmek ya da ezmek” olayı. Demirci Mehmet Efe’de hiçbir problem çıkmıyor. Ama Çerkez Ethem’de problem çıkıyor ve Topal Osman’da problem çıkıyor. Çok yönlü olarak baktığımızda bütün bu sosyal çelişkileri görebiliyoruz. Çerkez Ethem Kuvayı Milliye’nin batıda bir dönem en önemli ismi, ama Ankara Hükümeti adım adım modern orduyu yeniden inşa ederken ve adım adım otoritesini yeniden kurarken, Çerkez Ethem özerkliğini, hareket serbestisini yitirmeye tahammül edemiyor ve kaçıp Yunan tarafına geçiyor. Tam bir modern devletin inşası tarafından massedilmeyi kabullenememe olayı. Charles Tilly’nin anlattığı süreç gayet çıplak bir şekilde karşımızda duruyor.

Topal Osman kabul edebiliyor mu? O da edemiyor. Orada Türk milliyetçileri için, Topal Osmancılar için çok zor yenilir yutulur bir lokma var. 18. yüzyıl sonları, 19. yüzyıl başlarında devlet nasıl Arnavutlara başvurmuşsa, Milli Mücadele’nin erken aşamalarında da Mustafa Kemal Ankara’ya geldiğinde bu sefer [Pontus’un] o Laz çetelerine başvuruyor. Çünkü henüz çok güvenilir, kalabalık, sağlam ve yeniden eğitilmiş bir modern ordu çekirdeği mevcut değil. Topal Osman çetesini, adamlarını olduğu gibi alıp getirip Mustafa Kemal’in yakın koruması yapıyorlar. Özel koruma birliği yapıyorlar. Ama tabii bu, modern devletin bir projesine, bir departmanına, bir bölümüne angaje olmak, entegre olmak ve o disiplini kabullenmek demek. Topal Osman bunu hiç kabullenemiyor. Yani kendisini daha büyük bir çetenin parçası olarak görüyor âdetâ. Mustafa Kemal’i daha büyük bir çetenin lideri gibi görüyor. [Zihniyeti, yerelden genele ancak bu kadar, bu şekilde çıkabiliyor. Yeri gelmişken ekleyeyim; bu zihniyet, Mustafa Kemal’e “en büyük bozkurt” diye bakan Ülkücülerde de aynen mevcut.] Ve o da [Topal Osman da] kendi aklınca reisini korumak için, şiddetli muhalefetiyle ünlü bir milletvekilini, [İkinci Grup’tan, muhafazakâr Ali Şükrü Beyi] gidip öldürüyor. [Olay Büyük Taarruz’dan ve 30 Ağustos 1922’den de sonra. Ali Şükrü Bey, 27 Mart 1923’te ortadan kayboluyor. Üç gün sonra kardeşi aranması için Bakanlar Kurulu’na başvuruyor. Ali Şükrü Beyin cesedi, Ankara’nın Mühye köyü civarında bulunuyor; boğularak öldürüldüğü anlaşılıyor. Cinayeti araştırmak üzere kurulan komisyon, Ali Şükrü Beyi Topal Osman’ın Ankara’da, Papazınbağı’ndaki evinde öldürdüğünü saptıyor.]

Eh, bu hiç kabul edilebilir bir şey değil. Oluşmakta olan modern devlet hukuku açısından kabul edilebilir değil. Meclisin içinde, Birinci Grup ile İkinci Grup arasındaki iktidar dengeleri bakımından hiç kabul edilebilir değil. Ve Mustafa Kemal’in de bu noktada Topal Osman’ı koruması, savunması, esirgemesi mümkün değil. [Teslim olmayı kabul etmeyen] Topal Osman [1 Nisanı 2 Nisana bağlayan gece] adamlarıyla gelip Çankaya’yı sarıyor ve Mustafa Kemal — herkesin bildiği olaydır — gerçekten de kadın kılığına girerek kaçıyor ve bu arada yetişen ordu birliklerince Topal Osman ve tayfası imha ediliyor. Bu kadın kılığına girip kaçmakta da hiç utanılacak bir şey yok. Atatürkçüler bunu Mustafa Kemal’e yakıştıramıyorlar. Bizim aile tarihimizde de bu var. Benim dedem Halil Namık Bey, ismini taşıdığım Halil Namık Berktay, Yunan işgali altındaki İzmir’de gizli faaliyetlerde bulunurken [Yunan jandarmaları tarafında] şüphe üzerine durduruluyor. Gözaltına alınıyor. Allahtan ki hemen üstünü aramıyorlar. Bir tuvalete kapatıyorlar. Alelacele üzerindeki kağıtları yırtarak yutuyor. Sonra bir fırsatını bulup kaçıyor ve hemen o gece İzmir’den, dedem kadın kılığına giriyor ve [ailece] kaçarak Antalya’ya gidiyorlar. Antalya’ya sığınıyor. Bunu şunun için anlatıyorum: Çok yapılıyor. Gilles Pontecorvo’nun ünlü Cezayir Savaşı filmini izlerseniz, o filmin içinde bir yerde FLN [Cezayir Millî Kurtuluş Cephesi] savaşçıları, şehir gerillaları, gene makineli tabancalarıyla birlikte çarşaflara girerek şehir içinde bir bölgeden bir bölgeye gidiyor. Bu [kadınların örtündüğü] Müslüman kültürlerden gelen silâhlı direniş, Milli Mücadele vesaire ortamlarında çok başvurulan bir yöntem. Çok gereksiz alınganlıkları yapıldığı için, bunu da yeri gelmişken söylemiş olayım.

Şimdi bu, böyle bir yiğitlik kültürü. Bu, bir kere dediğim gibi, o toplumun mayasında var. Öyle de gidebiliyor. Böyle de gidebiliyor. İyi insanlar da yaratabiliyor, belirli bir anlayışa göre; gene belirli bir anlayışa göre kötü insanlar da yaratabiliyor. Karayılanı da yaratabiliyor, Çolak İsmail’i de yaratabiliyor. Nâzım Hikmet, Kuvayı Milliye‘de değil ama Memleketimden İnsan Manzaraları‘nın ileri bölümlerinde Çolak İsmail diye bir tip çıkartıyor karşımıza. Beşinci Kitapta. Ahmet’in sağında çömelip dinelmiş Çolak İsmail. / İri yarı, aslan gibi, kırk beş yaşlarında bir adam. Nâzım’ın Çolak İsmail hakkındaki ilk satırları bunlar. Önce böyle tanıtıyor. Çolak İsmail’in kara keskin kaşları çatık. / Ve etli kırmızı ağzının üstünde, / bir tek teline bile ak düşmemiş, / pırıl pırıl, cilalı abanoz gibi bir bıyık.

[Karşımızda heybetli, yakışıklı bir adam duruyor enikonu. Şu âna kadar tek bir olumsuz kelime, herhangi bir çirkinleme sıfatı yok, Çolak İsmail hakkında. Fakat şimdi dikkat. Birinci Dünya Savaşı geliyor.] İsmail’i, seferberlikte, yaşı on altı olduğu halde / tutup askere gönderdiler. / Domuzuna yiğitti. Bu mısraya dikkat. Önce aslan gibi dedi, sonra burada domuzuna yiğitti diyor. Domuz sözcüğüyle yiğit sözcüğünü yan yana getiriyor Nâzım Hikmet. Bir şeyler söylemeye çalışıyor. Yiğitliğine yiğit, Çolak İsmail, hem de “domuzuna yiğit.” [Ve ne yapıyor bu yiğitliğiyle?] Yozgat taraflarına jandarma gitti. Ve Ermeniler kesilirken / kana battı göbeğine kadar. / Kaçtı, eşkiyalık etti. / Seferberlik bitti, / döndü köye, / kemeri: küpe, bilezik ve gümüş mecidiye dolu. / Dirseğinden kesilmişti sol kolu. / Kuvâyı Milliye’de askere almadılar. / Evlendi. / Evlendiğinin üçüncü günü portakal getirdi şehirden, / altın külçeleri gibi dizdi rafa. / Gece kahveden gelince baktı, bir tanesi yok. / Sordu karısına: Kim yedi portakalı? / Kadın: Ben yedim, dedi. / Çolak İsmail davul gibi şişirdi karısının kafasını gözünü: / Vay, sen benim portakalımı yedin, diye. Ve cehennem başladı o geceden sonra kadın için. / Çakır gözlü, fıstık gibi bir kadındı Emine. / Yıkana yıkana, basma gibi soldu gözlerinin mavisi / ve kuru kabuktan ibaret kaldı kadın.

Dediğim gibi, Karayılan ve Çolak İsmail. Aslan gibi bir adam. Domuzuna yiğit, güçlü kuvvetli, besbelli kıyıcı. Cesaret mi? Korkunç cesur. Ve bu öyle bir fiziksel cesaret ki, öyle bir fiziksel kapasite ki, her şeyi yapabiliyor. Ermeniler kesilirken kana batıyor göbeğine kadar. Nâzım, Anadolu halkının toplumsal belleğinde “Ermeniler kesilirken” diye tarif edilebilecek bir zaman dilimi olduğuna, çok önemli bir işaret düşüyor. Öyle 1915 filan demiyor; “Ermeniler kesilirken” diyor. Öyle bir şey ki, herkes anlıyor 1940’ta, bunun neye atıfta bulunduğunu. Bunu koyalım bir kenara. Bu, Ermeni soykırım tartışmaları açısından önemli. Fakat işte öyle bir adam ki Çolak İsmail, Ermeniler kesilirken göbeğine kadar kana batıyor. Ve sonra kaçıyor jandarmadan, eşkiyalık ediyor. Öyle bir dönüyor ki köye; kemeri küpe, bilezik ve gümüş mecidiye dolu. Ve bir portakal yedi diye karısını her tarafını şişirecek kadar dövüyor. Bundan sonraki sayfalarda da Nâzım, Çolak İsmail’in nasıl bir şiddet insanı olduğunu anlatmaya devam ediyor.

Çolak İsmail’i, sol kolu dirseğinden kesilmiş olmasa, Güneydoğu Cephesi’nde Fransızlara karşı gönderseniz, emin olun ki o da Karayılan gibi bir ulusal kahraman oluncaya kadar savaşacak. En ufak bir kuşkunuz olmasın. Çünkü işte o da aynı yiğitlik fideliğinden besleniyor. Aynı yiğitlik anlayışından, aynı kıyıcılık anlayışından besleniyor. Yani Çolak İsmail’in muhayyel hayatında, mutasavver hayatında karşımıza Karayılan gibi bir Kuvayı Milliye kahramanı olarak çıkmamasının tek nedeni, Nâzım’ın kurgusunda sol kolunun kesilmiş olması. O kadar. Bunu düşünmek lâzım. Bu geleneksel toplumdaki kıyıcılık töresi ve alışkanlığı oraya da gidebilir, buraya da gidebilir derken, bir tarafta Karayılan’ı, bir tarafta Topal Osman’ı ve Çolak İsmail’i; bir tarafta Demirci Mehmet Efe’yi, bir tarafta Çerkez Ethem’i… bunların hepsini birlikte düşünmek lâzım. Tekrar tekrar mesele, hangi büyük dâvâya angaje olduğuna ve sonra hangi büyük anlatı tarafından (artık Yunan milliyetçiliği mi, yoksa Türk milliyetçiliği mi, yoksa İnce Memet gibi sınıfsal anlamda bir halk kahramanı olarak, Marksizan bir solculuk ideolojisi tarafından mı) kahramanlaştırıldığına gelip dayanıyor.

İnce Memedlerden, Topal Osmanlardan biraz daha günümüze, daha yakınlara gelecek olursak, neler söyleyebiliriz?

Belki öyle kırsal alandaki bir savaşçılık, cengâverlik filan söz konusu değil. Ama toplumun içinde yerel ölçekte, mahalle ölçeğinde, orada burada özel şiddet unsurları yaşamaya devam ediyor. Mafyalar, çeteler, suç örgütleri, yeraltı dünyası, kabadayılar, külhanbeyleri… nereden geliyor bu adamlar? Bunlar hangi fideliğin içinden çıkıyor? Çok kabaca, sokak ve mahalle şiddetinin içinden çıkıyorlar. Mahalle ve sokak çocukları var modern zamanda. Belki dağdaki gibi, hani Çökertme’den çıktım Halilim türküsünde olduğu gibi, Düyun-u Umumiye’nin, Reji’nin ve tütün kaçakçılığının zamanına denk düşen eşkiya, efe, zeybek filan yok. Ama yerel ölçekte böyle [artık kentsel] küçük küçük şiddet türleri var.

Bir dönem, 1960 ve 1970’lerde bunların bir kısmı sağ şiddet örgütlerine girdi, bir kısmı sol şiddet örgütlerine girdi. Bütün Ülkücüler bu kökenden geliyordu veya bütün solcular bu kökenden geliyordu demek istemiyorum. Ama içlerinde var bu unsurlar. Ve ne oluyor; o 1960’lardan sonra, 1970’lerde sokaklardaki, mahallelerdeki, kahvehanelerdeki, otobüslerdeki çeteleşme, silâhlı vuruşma bunların şiddete yatkınlığını daha da geliştiriyor. Önemli bir benzetme yapacağım. Birinci Dünya Savaşı ve Almanya. Yüz binlerce 18-20 yaşındaki genç Alman, önemli bir kısmı da işçi sınıfından, askere alındı. Hayatlarını siperlerde geçirdiler. Süngüyle, el bombasıyla, siper kazma küreğiyle, boğma teliyle ölmeyi öldürmeyi öğrendiler. Bütün hayatları ölmek ve öldürmek oldu. Adam öldürmeyi kanıksadılar. Şiddeti, kan dökmeyi kanıksadılar. Boğaz kesmeyi, karın deşmeyi kanıksadılar. Başka bir şey de bilmiyorlardı. Çünkü öğrenimleri çok erken bir aşamada yarıda kalmıştı.

Savaş bitti, yenildiler. Almanya yenildi. Ve terhis oldular, döndüler Almanya’ya. [Savaş esirleri de mübadele edildi; bkz yukarıda solda.] Üzerine bir de muazzam enflasyon, işsizlik ardından büyük dünya bunalımı bindi. Ve ortaya, hayattaki en büyük becerisi adam öldürmek olan, işsiz güçsüz, hiçbir geleceği ve gelecek umudu kalmamış yirmi küsur yaşlarında bir gençlik çıktı. Hitler bunları aldı ve bunları SA yaptı. [Nazi Partisi’nin paramiliter kolu olan Stürmabteilung’a, Hücum Taburları’na, Kahverengi Gömleklilere dönüştürdü.] Bunlara bir gelecek ve misyon, bir büyük dâvâ verdi. [Üzerlerine üniform giydirdi, ellerine bayrak verdi, siz Alman İmparatorluğu’nun ve Alman Ordusu’nun devamısınız dedi. Hayatlarını renklendirdi. Onların ve çok daha elit SS’lerin, kendilerini Ortaçağ Töton Şövalyeleri gibi hissetmelerini sağladı. Bkz sağdaki, siyah beyazdan renklendirilmiş fotoğraf.] Ve onlar Nazizmin peşine takıldı. Bir kısmını, büyük kısmını Hitler ve Nazi Partisi aldı. Ancak bir kısmını Komünist Partisi alabildi.

1960’lar ve 70’lerde esas olarak sağda ve kısmen de solda benzer bir olay söz konusu. 1970’lerin mahalle hakimiyeti, okul hakimiyeti, sokak hakimiyeti uğruna vuruşmaları, iki taraftan da pek çok genç insanı şiddet ve kıyıcılık konusunda nasırlaştırdı. Derken 12 Eylül geldi ve ezdi bu örgütleri. Ne oldu? Birçoğu mafyalaştı. Apolitik şiddet örgütlerinde varlığını devam ettirdi. Ve buradan da tekrar derin devlete sıçrayanlar oldu. Abdullah Çatlı, örneğin. Nereden geliyordu? Eski bir Ülkücü geçmişinden. Çeteleşmiş, derin devletin hizmetine girmiş. Tamamen legalite dışında bir şiddet unsuru olarak kullanılmaya başlamış. Meselâ Yeşil. Yeşil’in geçmişini bilmiyoruz ama [Çatlı] Yeşil gibi bir unsur olmuş, sonuçta. Eh, bir zamanların Ali Yasak ya da Drej Ali diye bilinen Ülkücü mafya lideri de öyle. [Çizgi-roman dizilerinde bir Ustura Kemal tipi de var. “Son Osmanlı kabadayısı” diye de tanıtılıyor. Ceketi tek omuzunda. Kıyıcı. Kadıncı. Tam bir külhanbeyi. Ama aynı zamanda, Mütareke ve İşgal döneminin kahraman millî direnişçilerinden. Eski Ülkücü yeni mafyacılarla örtüşüyor bir noktada. Onların kurmaca temsili gibi.] Drej Ali’yi; Korkut Ekenlerin, Sedat Bucakların, Mehmet Ağarların hempası Ali’yi, gene Abdullah Çatlıları, Yeşilleri, Sedat Pekerleri düşündüğümüzde [enikonu bir sosyal tipoloji çıkıyor ortaya]. Eh, bir yandan da son günlerde Mustafa Karahan ismi ortada. Şimdi bu İstanbul’da, Ümraniye’de, insanların öldüğü bir patlamayla gündeme geldi. Mustafa Karahan’ın bütün hayat serüveni, İsviçre istihbaratı üzerinden, İsviçre’de hakkında açılmış olan soruşturmalar üzerinden ortalığa döküldü. Serbestiyet‘ten Onur Erkan da uzun uzadıya yazdı. TİKKO’cu İbrahim Kaypakkaya’nın taraftarı, onun örgütünden, silâh arkadaşı vesaire. Yedi yıl hapiste yatıyor. Kalkıyor İsviçre’ye gidiyor ve çeteleşiyor. Uyuşturucu ticareti işlerine karışıyor. [Karanlık bir hayat sürüyor ve karanlık bir şekilde ölüyor.]

Yani bu şiddetin ve kanun dışılığın farklı alanları; aşırı sağcılık veya aşırı solculuktan gelip uyuşturucu ticareti ve/ya mafya tahsildarlığına girmek; oradan derin devlete kapılanmak, kâh şunu, kâh bunu öldürmede, belki “şüpheli” Kürt aydınlarını veya Kürt işadamlarını kaçırıp öldürmede kullanılmak, belki bir ara yurt dışında ASALA’ya karşı kullanılmak… Bütün bu döngüsellikleri; kanun içinden kanun dışına, kanun dışından kanun içine farklı kertelerde girip çıkışları, hepsinde görebiliyoruz sonuçta. Şimdi hani bunların saf yiğitlikleri, saf kahramanlıkları? Soyut iyilik, soyut yiğitlik diye bir şey var mı? Bu soru bütün bu örneklerde tekrar tekrar gündeme geliyor.

Abdullah Çatlı ile Mustafa Karahan’ın ve TİKKO’nun yaptıkları veya yapabilecekleri arasında, daha bilmediğimiz neler var kim bilir? Tansu Çiller, “Vatan uğruna kurşun atanla kurşun yiyen birdir benim gözümde” diye bir cümle sarfetmişti. Tam da Susurluk olayı patlak verdiğinde. Anlamı şuydu: “Vatan uğruna” (kanun dışında da) kurşun atabilirsiniz; siz de kahramansınız benim gözümde. Bütün bu karanlık kuşağın, devletin yasal ve meşru varlığı ve faaliyeti dışında kalan bütün bu mafyalaşmış, çeteleşmiş, eski Ülkücü vb ekstra-legal şiddet kullanıcılarının meşrulaştırılmasını ifade ediyordu.

Bu yiğitlik, savaşçılık, kıyıcılık, cengâverlik hep böyle iki taraflı mı keser sizce?

Evet, bence iki taraflı keser. Yani burada dediğim gibi, tekrar tekrar söylemeye çalıştığım gibi; mesele hangi büyük dâvâya kapıldığınız, takıldığınız ve hangi büyük anlatı tarafından etrafınızda bir olumluluk veya olumsuzluk, kahramanlık veya tersi öyküsünün örüldüğüne bağlıdır. Nereye girdiğiniz de, dönemine ve ortamına, çevrenize, mahallenize bağlıdır.

Size Türkiye’de sağın kahramanları olarak kabul edilebilecek bazı isimleri sayayım, gerçek veya kurmaca: Yakup Cemil, İttihatçıların en önemli silahşörü, en önemli katili. Topal Osman. Yahya Kaptan ya da Trabzon’un Kayıkçılar Kâhyası Yahya, Mustafa Suphi ve arkadaşlarını denizde takip edip, motoruyla yetişip hepsini boğazlayan, kesen ve denize atan adam. Nâzım’ın kurmaca karakteri Çolak İsmail. Abdullah Çatlı. Kahve tarayan Mustafa Pehlivanoğlu. Bunları bir yanyana koyalım, bir arka arkaya koyalım. Bir bunlar var. Bir de solun kahramanları var. İnce Memed, Karayılan, Kartallı Kâzım. Bunların hepsi kurmaca. Ve bunların hepsi ya Yaşar Kemal ya Nâzım Hikmet tarafından temizlenmiş, arındırılmış, idealize edilmiş, tertemiz halleriyle karşımıza çıkıyor. Bunlar solun kahramanları. Dursun Karataş [keza] solun bir kesiminin kahramanı. Yılmaz Güney bir dönemin solcu gençliğinin kahramanı.

Çirkin Kral… Bir yerde Karayılan’ın [veya İnce Memed’in 1960-1980’lere gelip kentleşmiş ve] ete kemiğe bürünmüş hali Yılmaz Güney. Bir solcu kahraman. Eh, bir katil aynı zamanda. Açık konuşalım. Yani öyle bir adam ki, gençliğini bar fedaisi olarak geçiriyor. Bar fedailiğinden çıkıp aktör oluyor. Sinemaya giriyor. Ve o şiddet damarı onu hiç bırakmıyor. Öyle ki, hapishaneden de tahliye olmuş, bir restoranda eşiyle, arkadaşlarıyla oturuyor. Bir yerde, bir laf atışmasından çıkıp yan masada oturan adamı (tesadüf, hakimmiş) tabancasıyla vurup öldürüyor. Yani insan ne diyeceğini bilemiyor. Yılmaz Güney’in (taraf olduğu ideoloji dışında, içinde yer aldığı kamp dışında) mesela Abdullah Çatlı’dan ne kadar farkı var? İdeolojiden soyutladığımız anda? Bir ağız dalaşı, bir içki sofrasında başlayan bir tartışma, bir kavga, bir laf atışması uğruna son derece amansızca, insafsızca tabancasını çekip adam öldürebilen birisi. Ben neden seveyim adam öldürebilen bu adamı? Neden hayran olayım? Nesine hayran olayım? Veya onunla emsalleri, sağcı muadilleri arasında neden çok büyük bir fark bulayım? Neden bazılarını canavar olarak niteleyeyim de bu adamı kahraman olarak veya mağdur olarak, mazlum olarak bağışlayayım, affedeyim? Ben bunu göremiyorum. Amerikan gangsterlerini romantize eden filmleri var ya, kâh gene Amerikan, kâh Fransız. Baba filmi, bütün bu “Don”lar, Boston mafyası, New York mafyası. Onları böyle neredeyse Robin Hood gibi halk kahramanı gibi gösterme çabaları… Yılmaz Güney’i veya Abdullah Çatlı’yı idealize etmek veya Mustafa Pehlivanoğlu’nu idealize etmek ile Al Capone’u idealize etmek arasında, son tahlilde nasıl bir ahlâki fark, nasıl bir etik duruş farkı olduğunu ben anlayamıyorum doğrusu.

Milliyetçilik de iki taraflı kesmiyor mu zaten? Yani bunun da katkısı yok mu derin devletin devşirmelerinde?

Muazzam bir mesele. Tam böyle. Ve zaten bunun için başlığımı “yiğit, şehit, katil, işkenceci” diye koydum. İşte bu, hangi büyük dâvâya katıldığın, hangi büyük anlatıya katıldığınla ilgili bir mesele ve burada çok ciddi bir milliyetçilik faktörü var. Zaten mesele şu: Bir ideolojinin senin bütün yaptıklarına cevaz veriyor, her şeyi affettiriyor, her şeyi bağışlatıyor olması lâzım. Böyle bir şeyden güç alıyor olman lâzım. Bu da milliyetçilik oluyor genellikle.

Cezayir Savaşı ve Fransız işkencecileri. Modern işkence 1950’lerde Cezayir’de Fransız paraşütçüleri tarafından icat edildi. Modern işkenceden ve özellikle modern elektrik işkencesinden bahsediyoruz. İşkence ve zulüm tarihte hep var. [Ortaçağda işkenceden geçilmiyor. Ama orada daha çok bir cezalandırma yöntemi. Sorgulamada ise, sorgucuların zaten ulaştığı kanaati kabul ettirme, “itiraf” ettirme yöntemi. Buna karşılık] Bir cezalandırma yöntemi değil de bir sorgulama, konuşturma yöntemi olarak işkencenin sistematize edilmesi, Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında Fransız paraşütçü birlikleri tarafından gerçekleştirildi ve Fransızlardan ABD’ye geçti. CIA de modern işkenceyi Fransızlardan öğrendi. Bütün Güney Amerika diktatörlüklerine de Fransız uzmanlar öğretti.

Gilles Pontecorvo’nun, daha önce çarşaf bağlamında sözünü ettiğim çok ünlü, 1967 tarihli Cezayir Savaşı filmi var. Ulusal Kurtuluş Cephesi, Cezayir şehri içinde bir çeşit kent ayaklanması başlatıyor, terör yöntemleri kullanılarak. Bombalayarak, tek tek polisleri vurup öldürerek, sivil halkın, Fransızların, yani Cezayir’in Fransız yerleşimcilerinin gençlerinin gittiği kahvelere bomba koyarak… Bayağı ciddi terör boyutu içeren, kendisi de öyle kolay kolay ahlâki bakımdan aklanamayacak bir mücadele başlatıyor. Normal ordu, polis başa çıkamıyor; paraşütçüleri çağırıyorlar. O sırada, 1954’te Fransız paraşütçüleri Dien Bien Phu’da yenilmiş Viet Minh birliklerine. Hindiçini’den boşaltılan paraşütçüler Cezayir’e geliyor. Ve gerçek hayattaki isimleriyle General Jacques Massu, Albay Marcel Bigeard, o zamanlar henüz yüzbaşı olan ama sonra generalliğe yükselen Paul Ausaresses gibi subayların yönetiminde, çok sistematik bir sorgulama ve işkence örgütü oluşturuyorlar. Ve adım adım çözüyor, çökertiyorlar Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin kentsel silâhlı kanadını.

Filmde bu, son derece tarihsel gerçeklere uygun bir şekilde anlatılıyor. Bir yerde, kısmen Bigeard’ın kısmen Aussaresses’in karşılığı olan kurmaca paraşütçü albayı Mathieu, Fransız gazetecilerin karşısına çıkıyor. İşkence filan deniyor; yarı utangaç yarı daha cesur sorular geliyor. Ve müthiş bir konuşma yapıyor Mathieu; Fransız vatanseverliği üzerine kurulu bir konuşma yapıyor. Bize, diyor, faşist diyorsunuz, nasıl dersiniz? Kim savaştı Hitler’e karşı? Alman temerküz kamplarında kaçımızın yattığını biliyor musunuz? Hitler’in kuklası, Mareşal Petain’e karşı nasıl direndiğimizi biliyor musunuz diye, tamamen vatanseverliğe, milliyetçiliğe hitap eden bir konuşma yapıyor. Özetle diyor ki:  Ben Fransa’yı savunmak için onu da yaparım, bunu da yaparım. Ben bir Fransız vatanseveriyim. Ben bir Fransız milliyetçisiyim. Fransız milleti ve devleti uğruna yapmayacağım yoktur. Ortada tek bir sorun var: Cezayir’in Fransız kalmasını istiyor musunuz, istemiyor musunuz? Başka hepsi fasa fiso. (Aynen, bizdeki “söz konusu vatansa, gerisi teferruattır” söylemi gibi.) Şunu demeye getiriyor: Cezayir’in Fransız kalmasını istiyorsanız benim yaptıklarımı kabullenmek zorundasınız. Bu sorunun sorulduğu 1955-56 yılında kimse “hayır, Cezayir Fransız kalmasın” diyecek durumda değil; bunun için susup oturuyorlar.

Yıllar sonra, [1955-56’nın baş işkencecisi] artık generallikten emekli Paul Aussaresses [yukarıda solda] bir kitap yazdı. Anılarını yazdı; çeşitli mülakatlar verdi; her şeyi açıkça söyledi ve savundu. Aynen filmde Albay Mathieu’nün savunduğu gibi: Karşımızda bir terör örgütü vardı. Fransızlık dâvâsı vardı, Cezayir’in Fransız kalması dâvâsı. Ve yaptım. Böyle dedi, aşağı yukarı. Bu yüzden yargılandı. Emekliliğinde, yaşlılığında ordudan ihraç edildi. Bütün rütbeleri söküldü. Bütün unvanları ve nişanları geri alındı. Yani manevi olarak da olsa bir bedel ödedi. Eh, Türkiye’de Mehmet Eymür [yukarıda sağda] çok yakın zamanlarda, geçtiğimiz yıl içinde çıktı ve Aussaresses’e çok benzer şeyleri söyledi. Mehmet Eymür de yaptım ve gene yaparım dedi. Hattâ dedi ki “Bazen televizyon seyrediyorum, birilerini görüyorum. Ah onu bana bir verseler diyorum.” Bu cümleyi dahi sarf etti. Ve tabii Mehmet Eymür’e, Türkiye Fransa olmadığı için, hiçbir şey olmadı.

Ama yani sadece Fransa ve Türkiye değil; Stalin’i düşünün. Stalin dönemini düşünün. Lenin ve Stalin dönemlerindeki ÇEKA’yı, OGPU’yu, NKVD’yi, giderek KGB’yi (Stalin sonrasında) düşünün. Onların işkencecilerini düşünün. Eh, onlar da Sovyet vatanseverleri ve sosyalizme, komünizme muazzam inanıyorlar. Yani Sibirya’daki Gulag zorla çalıştırma kamplarının görevlileri, ya da Lyubyanka’nın bodrumlarında tutuklanmış muhaliflerin ensesine kurşun sıkarak öldüren NKVD infazcıları arasında, acaba kaç tanesi İkinci Dünya Savaşı’nda kahramanca savaşmıştı? Yüksek rütbelere gelmişti? Kaç tanesinin göğsünde Sovyet veya Stalin nişanları vardı? [Bugün Putin’in FSB’si farklı mı, kahraman Rus vatanseverlerinden oluşmuyor mu sanıyorsunuz?]

Bu öyle bir şey; öyle de kesiyor, öyle de kesiyor. Vatan, millet, devlet, devrim uğruna, milletimizin çıkarları uğrun,a devleti savunmaya iş geldiğinde ona karşı da savunuyorsunuz ve buna karşı da savunuyorsunuz. Onun da kahramanı oluyorsunuz. Bunun da celladı veya kahramanı oluyorsunuz.

Peki, nasıl aşılabilir hocam sizce? Buradan çıkışın bir yolu var mıdır?

Yepyeni bir siyasi kültüre ihtiyacımız var. Bu, sırf hukuki önlemlerle çözülebilecek bir mesele değil. Aslında Türkiye’nin nasıl yepyeni bir siyasi kültüre muhtaç olduğu, hayatın her alanında kendisini hissettiriyor. Meselâ yakın zamanda CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu önce helâlleşme dedi. Arkasından, başörtüsünün yasal güvence altına alınması doğrultusunda bir çağrıda, bir öneride bulundu.

Bunun gibi o kadar çok mesele var ki. Kılıçdaroğlu’nun girişimde bulunduğu konular, dindarlarla laikler arasındaki sorunlar. Türkiye’deki laik – dindar muhafazakâr bölünmesi, mahalleleşmesi ve kutuplaşmasıyla ilgili meseleler. Ama siyasi kültürümüzün üzerinde düşünülmeyen, sorgulanmayan o kadar çok boyutu var ki. Bir tanesi işte bu şiddet boyutu. Demin diyordum ki kimse, toplumda şu veya bu düzeydeki şiddet ve işkence konusunda bir anket yapmıyor. Kimse sokak vuruşmacılığı konusunda bir anket yapmıyor. Kimse tek tek hukuksuzluklar hakkında bir anket yapmıyor. Ama bütün bu alanlarda Türkiye muazzam bir kültürel değişime muhtaç. Türkiye’nin gerçekten çağdaş bir ülke, çağdaş bir toplum olabilmesi bu muazzam kültürel dönüşüme bağlı. Hakikaten bazen, “Acaba Osmanlı’nın son dönemlerinden ne kadar çıkabildik?” sorusunu kültürel ve sosyolojik açıdan çok kuvvetle soruyorum.

Kendi tarafının şiddetine asla prim vermeyen; kendi kahramanlarını, kendi şehitlerini yüceltmekten vazgeçen; şiddete şiddet diyebilen, teröre terör diyebilen, katile katil diyebilen; sadece ben, biz, bizimkiler değil, toplumun tamamı açısından düşünebilen yeni bir siyasi kültürün oluşması lazım.

- Advertisment -