Geçen yazıma, Mogadişu’daki ilk görev yerimde limana gelen bir Amerikan savaş gemisini ziyaretimizde Büyükelçimizin kaptandan bilgi alırken hep birinci çoğul şahıs konuştuğunu, örneğin “geminiz” yerine “gemimiz” dediğini, bunun o zaman bana tuhaf gelmiş olduğunu belirterek son vermiştim. Büyükelçi’nin bu yaklaşımı aslında Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın yumuşayarak devam ettiği 80’li yılların başında Batı ile ittifakına, NATO üyeliğine ne kadar önem verdiğinin somut göstergesiydi. Bana ters gelmişti çünkü ABD böylesine sadık bir müttefiki olan bir ülkede seçilmiş hükümeti askeri darbeyle devirme yoluna gitmişti. Monroe doktrinine göre tek sahibi gördüğü Latin Amerika ülkelerinde yapageldiği gibi.
Oysa askeri darbeler her şeyden önce ABD’nin lideri olduğu Batı cephesinin temsil ettiğini öne sürdüğü demokrasiye aykırıydı. Aşırı milliyetçi askeri yönetimler demokrasiyi askıya almakla, temel hak ve özgürlükleri alabildiğince kısıtlamakla kalmıyor, ayrıca Şili ve Arjantin askeri diktatörlüklerinde olduğu gibi, on binlerce kişiye topladığı stadyumlarda işkence yapıyor, binlercesini “kaybediyor”, hatta bebekleri bile annelerinden çalabiliyordu. Sovyetler Birliği’nin Varşova Paktı üyelerinde ve ideolojisini ihraç ettiği Küba gibi üçüncü dünya ülkelerinde hegemonya kurmasını mahkûm eden ABD liderliğindeki Batı cephesinin sunduğu bu alternatifin kabul edilebilir bir tarafı var mıydı? Aynı ittifak içinde olunduğu gerekçesiyle insanlığa karşı işlenen bu suçlara sessiz kalınabilir miydi?
Bu sorular kafamızda önemli bir yer işgal ederken, ne kadar kısıtlı olursa olsun kaybedilen demokratik özgürlükler de cabasıydı. 12 Eylül rejimi her ne kadar “AET ve Avrupa Konseyi (AK) ve demokrasiye bağlı ülkelerin üyesi bulunduğu diğer kuruluşlarla ilişkilerimiz ve iş birliğimiz devam edecektir” açıklamasını yapmış olsa da Türkiye’nin özellikle kurucu üyesi olduğu AK ile ilişkilerini sıkıntıya sokmuştu. Gerçi AKPM (Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi) Başkanı Hans J. Koster, 13 Eylül sabahı yaptığı açıklamada darbeye müsamahalı bir yaklaşım sergilemiş, tutuklanmamış Türk parlamenterlerin katıldığı 24 Eylül’deki Genel Kurul’da kabul edilen Steiner raporu da askeri yönetime kısa süreli de olsa kredi vermişti. Ne acıdır ki Türk heyeti Strasbourg ’da Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda askeri darbenin kaçınılmaz olduğunu savunmak durumunda kalmıştı.
Başlı başına ayrı bir yazı konusu olan AK ile o dönemdeki ilişkiler Türkiye’yi orada temsil edenleri de sıkıntıya sokmuştu. AK’nin Türkiye’nin üyeliğinin askıya alınmaması için gerek Bakanlar Komitesi gerek Parlamenterler Meclisi’nde en kısa sürede demokrasiye dönüleceği sözleri vererek “boynu bükük” bir pozisyon almak hiç kolay değildi. Mogadişu’ya tayin olmadan önce genç diplomatlar olarak Strasburg’a yaptığımız ziyarette AK nezdindeki Daimî temsilcimiz bu sıkıntıyı “altımıza Wolsvagen Beetle (kamplumbağa) vermişler, Mercedes’li siyasi rakiplerimizle yarışmamızı istiyorlar” benzetmesiyle dile getirmişti. O da bizden bir önceki kuşağa mensuptu ama Mogadişu’daki Büyükelçi’den farklı olarak darbenin doğurduğu sıkıntıya parmak bastığı için kendisi hiçbir zaman bilemediyse de takdirimi kazanmıştı.
Şöyle bir geriye bakıldığında Washington’un öncülüğünde gerçekleştirilen, Batı Avrupa’nın da bir ölçüde anlayışla karşıladığı 12 Eylül darbesi, AK ile ilişkilerde açıkça görüldüğü gibi, Türkiye’yi adeta bir kum torbasına çevirmişti. Demokrasi ve insan hakları ihlalleriyle ilgili eleştirilerin altında ezilmek doğal, AK üyeliğinin askıya alınmamış olması başarı sayılıyordu. Demokrasi ve insan hakları sorunlarımız Türk dış politikasının Avrupa ile ilişkiler boyutunda da önemli bir faktör haline geldiğine göre, izlenmesi gereken tek yol, demokratikleşmek ve dönemin demokratik standartlarını yakalamaktı.
Ne var ki bu, siyasi bir vizyon ve hayata geçirilmesine uygun şartlar gerektiriyordu. Oysa 12 Eylül, demokrasi ve insan hakları standartlarımızı geriletmekle kalmamış, Kürtlere getirdiği ana dil yasağıyla adına “Kürt sorunu” dediğimiz bir sorunu da doğurmuştu. Böylece 1984 yılında “Birleşik bir Kürt devleti” kurmak üzere Türkiye’de kendi deyimiyle “gerilla savaşı” başlatan PKK’nın eline, Kürtçe yasağı sonradan kaldırılmış olsa da on yıllarca kullanacağı bir koz verilmiş oldu. Yetmemiş olmalı ki bazı “milliyetçi” siyasetçiler yıllarca “terör bitmeden demokratikleşme olmaz” söylemiyle politika yaparak, kuşkusuz kötü niyetle değil ama vizyon sahibi olmadıklarından, PKK’nın Kürt sorunu kozunu demokratik reformlara ve son kertede çöpe attığı Çözüm Süreci’ne kadar elinde tutmasına adeta zemin hazırladılar. Bu konularda daha önce çok yazdığım için yinelememe gerek yok belki ama bir parantez açıp, Amerikan ağır silahlarıyla güçlendirilmiş olan PKK bugün “devrimci halk savaşında” Kürt halkının desteğinden yoksun kalıyorsa bunun ne tür politikaların eseri olduğunu hatırlatmakta yarar var.
O yıllarda PKK’yı SSCB’nin müttefiki olan Suriye değil de bugün görüldüğü gibi ABD destekliyor olsaydı toprak bütünlüğümüzü korumanın bedeli ne olurdu diye düşünmek bile istemeyiz kuşkusuz. Ama unutmayalım ki ABD Soğuk Savaş döneminde dost ve sahibi bildiği ülkelerde darbeleri yeğliyordu ama düşman ülkelerde de askeri olarak desteklediği terör örgütleri aracılığıyla iç savaş çıkarıyordu. Nikaragua’daki Sandinist hükümete karşı CIA’in her türlü desteğiyle örgütlenen, silahla donatılan, eğitilen hatta komuta edilen karşı devrimci (Contras) düzensiz ordu bunun tipik örneğini oluşturur. Burada yine bir parantez açıp, Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) 27 Haziran 1986 tarihli kararında 38 bin kişinin ölümüne, 17 milyar dolarlık maddi zarara yol açan Nikaragua iç savaşında oynadığı BM Yasası’na aykırı rol nedeniyle ABD’yi suçlu bulduğunu ve tazminata mahkûm ettiğini ama Washington’un UAD’nın kararını hiçbir zaman tanımadığını hatırlatmakta yarar var.
Yukarıdaki örnekler, ABD’nin geçmişte dost ve sahibi bildiği ülkelerdeki askeri darbelerin hep arkasında olmuş, düşman bellediklerinde ise, Nikaragua’da olduğu gibi, terör örgütleri aracılığıyla iç savaş çıkarmaktan çekinmemiş, düşmanlığından korkulan ama dostluğunun bedeli de ağır olan başına buyruk bir süper güç olduğunu ortaya koyuyordu. Ama sokaktaki insanımızın, ne 12 Eylül’ü izleyen dönemde, ne de özellikle SSCB’nin yıkılmasıyla geçilen tek kutuplu dünya düzeninde demokrasi ve insan hakları standartlarını yakalamanın ulusal güvenlik açısından taşıdığı önem hakkında bilinçlenmiş olduğunu söylemek mümkün.
Bu söylediklerim dünyanın bundan böyle demokrasi ve insan haklarına saygı temelinde yeni bir düzene geçtiği anlamına gelmiyor elbette. Ama demokrasi eksikliği ve insan hakları ihlallerinin, ABD önderliğindeki Batı cephesinin çıkarlarına uygun davranmayan ülkelerin aleyhine kullanılabilecek bir silaha dönüştüğüne işaret ediyor. Öyle umuyorum ki mottosu 12 Eylül’deki gibi “Atatürkçülük” değil, ne kadar içi boş bir kavram olarak sunulsa da bu defa “demokrasi” olan 15 Temmuz’la değişen şeylerden biri, hatta en önemlisi sokaktaki insanın bu gerçeğin ışığında bilinçlenmeye başlaması.
Konuyu bir sonraki yazımda açacağım.