Diyorlar ki “15 Temmuz günü darbe olacağını o binbaşı ihbar etmişti, yani darbe biliniyordu, ama önlenmedi!” Neden? Devam ediliyor: “Çünkü bu kontrollü bir darbe idi.”
Önce 27 Mayıs’tan başlayalım. Evet, 15 Temmuz’da olduğu gibi 27 Mayıs’ta da darbe ihbar edilmişti; bu doğru… Ne oldu peki sonra? Neden engellenmedi — ya da engellenemedi? Yoksa bu da mı “kontrollü bir darbe” idi? Haydi, 15 Temmuz’un 250 şehidini, iki binin üzerindeki yaralısını, bu arada Erdoğan’ın ölümden kıl payı kurtulmasını bir yana bırakalım, Menderes de yalancıktan mı astırmıştı kendisini?
Nazlı Ilıcak, 27 Mayıs Yargılanıyor (1975; ikinci baskı, 50. Yılında 27 Mayıs Yargılanıyor başlığıyla, Doğan Kitap 2010) adlı kitabında, zamanın DP Milletvekili Sezai Akdağ’a soruyor: “Hükümete karşı silahlı bir hareketin olacağını 27 Mayıs’tan önce sezdiniz mi?”
Cevap şöyle: “Sezmek değil, yüzde seksen teferruatıyla 1958 yılı Ocak ayının ilk haftası İzmir’de öğrendim… Halen İzmir’de olup AP teşkilatında bulunan Karşıyakalı Behiç Barhan, İzmir’de o zaman sahibi olduğum gündelik gazeteme telefon ederek, benimle gece yarısı Denizbostanlısı’nda ışıkları söndürülmüş bir arabanın içerisinde müşterek bir arkadaşımızla görüşmeye geleceğini, konunun çok üzücü olduğunu ve sadece bana itimat ettiklerini, kimseye haber vermememi söyledi. Bilâhare AP İzmir Milletvekili seçilen Fazlı Arınç’ın 1952 model Chevrolet otomobilini alarak Denizbostanlısı’ndaki randevu yerine gittim. Behiç Barhan ile Tarık Halulu geldiler. Halulu Akis’in yazı işleri müdürüydü. Bana birtakım dosyalardan bahsedip bazı kağıtlar göstererek Şubat ayında bir askeri darbenin hazırlandığını bazı isimler de vererek izahla, benim aracılığımla rahmetli Menderes’le görüşmek istedi. Bana o zaman verilen isimler arasında Faruk Güventürk, Sıtkı Ulay, Orhan Erkanlı, Ahmet Yıldız, Talat Aydemir, Sami Küçük, Cemal Gürsel, İnönü, Sıddık Sami Onar, Münci Kapani, Metin Toker ile bazı komünist olarak tanınan gazeteciler ve CHP’liler vardı…
“Ankara’da rahmetli Menderes’le görüştüm. Çeşitli dosyalar ve ihtilâl grupları ve bu gruplara dahil isimlerden bahsettim, çok ilgilendi. Üç gün sonra tekrar rahmetliyi gördüm. Bu sefer bana, ‘verdiğin isimleri el altından soruşturdum, hepsi de mert ve güvenilir kimselermiş… Türk Ordusu yeniçeri ordusu değildir. İşte çalışıyoruz. Gecemiz gündüzümüz yok. Memleketi nasıl aldık ne hale getirdik. Bunları en az vicdan sahibi bir insan bile idrak ederken anayasaya bağlı, Atatürk’ün kurduğu Türk Ordusu mu meşru bir hükümete isyan edecek?’ diye cevap verince ben, beyefendi, bir milletvekili olarak ben size duyduklarımı ve gördüklerimi intikal ettiriyorum. Hükümet başkanı sizsiniz, değerlendirmesini ben yapamam dedim. Beni öptü, ‘heyecanlı olduğunu, mertliğini bilirim ama bu kadar da vesveseli olacağını düşünemezdim’ dedi.” (Ilıcak, s. 456)
Bakın, sadece Menderes’in bu cevabı bile çok şey anlatıyor aslında! Anadolu burjuvazisinin tarihsizliğini, hafıza kaybını gözler önüne seriyor. Bence Devletin en büyük başarısı bu (Devleti kasten büyük harfle yazıyorum). Yani Devlet, kültür ihtilâli politikasıyla sadece devşirme bir nesil yetiştirmekle kalmıyor; ana rahminde olgunlaşmaya çalışan sivil toplumu da biçimlendiriyor, onun da hafızasız bir şekilde sakat doğmasına neden oluyor — aynen Menderes’in bugünkü takipçileri gibi; onlar da gene “ecdadımız” diyerek tarih boyunca kendilerine kök söktürenleri göremiyorlar. Dünyanın başka yerlerinde kapitalizm ve burjuvazi önce kendi aydınlarını yetiştirerek mücadele içinde adım adım doğarken, bizde tersi oluyor. Önce bebek bilinçsiz bir şekilde doğmaya başlıyor; bilinç faktörünü temsil eden aydınların ortaya çıkışı daha sonra geliyor.
Ya peki Samet Kuşçu olayına ne demeli? Bu da ikinci bir ihbar olayı. Gene 1958’de, Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu, Sezai Akdağ’ın öğrendikleriyle örtüşen bir diğer grubu ihbar ediyor, isimleri sayıyor tek tek. Ama sonra ne oluyor? Darbecilerden birinin (geleceğin genelkurmay başkanı Cemal Tural’ın) askerî hâkim sıfatıyla yaptığı yargılama sonucunda, ihbar edilenlerin hepsi beraat ederken, ihbarı yapan Kuşçu mahkûm ediliyor ve ordudan atılıyor. Kamuoyunda Dokuz Subay “İnönü’yü sevenler” diye aklanıyor. Hükümet de bu arada ağzını açıp bir şey söylemiyor, kurbanlık koyun gibi kendini darbecilerin insafına bırakıyor. Sürecin altında yatan “Devletin asıl sahipleri” olayını göremiyorlar. Bir tek, kendisi de komitacılıktan geldiği için sezgi ve şüphe düzeyi daha yüksek olan Celâl Bayar ısrar ediyor, soruşturmanın derinleştirilmesinde. Buna karşılık, diğerleri bir yana Menderes’in kendisi inanmıyor darbe olabileceğine. “Türk Ordusu böyle şey yapmaz” diyor, başka şey demiyor! Savunma Bakanı Şemi Ergin de aynen, “Benim subaylarım ihtilâl yapmaz” nakaratını tekrarlıyor.
1950’li yılların sonlarına doğru, kendisi bir “Vatan Cephesi” kurmayı düşünebilen Menderes, karşısındaki cephenin ne olduğunu, kimlerden oluştuğunu, tarihî köklerini bir türlü kavrayamıyor. Bu mücadelenin, “Batılılaşıp merkezileşerek Devleti kurtarmak” adına “modern bir ordu” kurarak yola koyulan, bir kültür ihtilâli sürecini başlatan, yerel Müslüman liderleri yok ederek ademi merkeziyetçi, proto-kapitalist bir gelişmenin önünü kesen II. Mahmut zamanında başladığını; daha sonra gelen İttihatçılarınm ve Kemalistlerin hep bu sürecin devamı olduğunu düşünemiyor. Çünkü kollektif bellek diye birşey bırakmamışlar Anadolu sivil toplumunda.
Hafızada kalan tek şey, Devlet/imiz. Bu nedenle hiç toz kondurulmuyor o kutsal Devlete. Hem o Devletin darbesini yiyor, hem de onu hâlâ tanıyamıyor ve hâlâ kendi tarafına çekebileceğini düşünüyor! Karşısındaki rakibin (darbecilerin)üniforma giymiş üç beş devlet memuru olmadığını; mezar kaçkını o antika Osmanlı devletinin bizzat kendisi olduğunu; diğerlerinin ise güçlerini bu gelenekten aldığını anlayamıyor. Fukara, idam sehpasına çıktığında bile göremiyor o canavarın gerçek yüzünü. Bilmiyorum buna ne denir; bazıları “Stockholm Sendromu” derken sadece Alevileri işaret ediyor, ama bence bu mesele daha karmaşık Türkiye’de.
Haydi bütün bunları bir yana bırakalım; darbe olmuş bitmiş, kendilerini “Devletin asıl sahibi” olarak gören dönemin (27 Mayıs’ın) o “devrimcileri” halkın oylarıyla seçilmiş milletvekillerini Yassıada’da toplamışlar, vatana ihanet suçuyla ve idam talebiyle yargılıyorlar. Bu durumda bile, gene başta Menderes olmak üzere bütün o DP’liler orduya, darbecilere karşı son derece nazik ve saygılılar! Hattâ idam sehpasında bile bu inancı sarsılmıyor Menderes’in!
Bir 15 Temmuz 2016 günü Erdoğan’a, onun duruşuna bakın, bir de Menderes’inkine (doğruya doğru; Erdoğan’ın hatâları bu gerçeği görmemizi engellememeli). Bu arada Demirel ve Özal’ı falan getirin gözünüzün önüne. Sadece bu tablo bile Türkiye’nin nereden nereye geldiğini göstermeye yeter. Bütün mesele toplumsal gelişme seviyesiyle ilgili. Menderes ve DP bu işin öncüleri idi; o zaman o kadar olabiliyordu, niyesi nedeni yok bu işin.
Şunu unutmayalım ki, tarihi yapanlar öyle tek tek insanlar değil. Toplum adı verilen karmaşık sistemler var ortada. Tarih, karşılıklı etkileşim halindeki bu sistemlerin evrimi. Evrimden kastedilen de üretici güçlerin gelişmesi olayı. Bu nedenle, kişiler söz konusu olduğunda daima yapana değil, onlara o görevleri yaptıran süreçlere bakmak lazım. Öyle ki, kişiler belirli bir süreç içinde önlerine konan görevleri yaparken bile, o an ne yaptıklarının tam olarak farkında olmayabiliyor. Her durumda, kişiler açısından belirleyici olan, objektif temsil olayı. İnsanlar her anın gerçekliği içinde belirli toplumsal kimliklerin temsilcisi sıfatıyla sahneye çıkıyor ve bir rol oynuyorlar. Evet, belirli bir anda kişilerin temsil ettiği toplumsal kimlikler öyle rastgele ortaya çıkan şeyler değil. Ama işte, madde ile bilinç arasındaki ilişki burada da kendini gösteriyor. Bilinç burada da daima sonradan, geriden geliyor. Önce varoluyorsun. Bilinçdışı duygusal bir kimlik eşlik ediyor buna. Bilişsel kimlik ise sonradan oluşuyor.
Şimdi gelelim 15 Temmuz’a. Mantık gene aynı mantık. Menderes nasıl Devlet olayını kavrayamadığı için “Türk Ordusu yeniçeri ordusu değildir” diyerek darbe ihbarını ciddiye almadıysa, şimdikiler de benzer bir “onlar da Müslüman biz de Müslümanız, Müslümandan zarar gelmez” mantığıyla senelerce o FETÖ’cüleri tehlike olarak görmediler. Devlet olayını kavrayamadıkları için, bunların da (tıpkı İttihatçılar gibi) Devlet içinde “paralel bir Devlet” olduklarını görmek istemediler. Gözlerindeki Devletçi ideolojik gözlük bunları bir tehlike olarak göstermedi onlara. Olayın özü budur.
15 Temmuz’da “darbenin olacağı biliniyormuş da önlenmemiş.” Bu nasıl bir Erdoğan düşmanlığıdır Allah aşkına! Adam kendisinin ve ailesinin hayatını zor kurtarmış; bu arada yüzlerce insan ölmüş, yaralanmış; ülkenin parlamentosu bombalanmış; yani hep olacağı önceden bilinen ama kasten önlenmeyen şeyler miydi bunlar? Hani dense ki “Kanun Hükmünde Kararnameler yanlış kullanılıyor, önüne gelen FETÖ’cü diye suçlanarak bütün muhalefet yıldırılmaya çalışılıyor….” Tamam, bunun anlaşılır bir yanı var. Ama öyle değil ki; yani illâ Erdoğan’ın da Menderes gibi asılması mı gerekiyordu darbenin kontrolsüz olması için ? İş buraya varıyor. Böyle muhalefet olur mu?
15 Temmuz 2016’ya dönüp baktığımız zaman en açık görünen görünen şey, halkımızın darbeye kahramanca dur deyişidir. Bu açıdan 15 Temmuz gerçekten bir milâttır tarihimizde. Önce herkes bunu bir içine sindirsin. Olayın tartışması bu zemin üzerinde yapılırsa bir yere varılabilir.