Aşağıda okuyacağınız satırlar, Mayıs 2008’de kaleme aldığım ve o ay içinde Aktüel dergisinde yayımlanan Cem Karaca portresinden:
“Bundan 36 yıl önce, tam olarak 5 Mayıs 1972’de, ihtimaller arasında ‘masada kalmak’ın da, ‘masadan kalkmak ama yataktan hiç kalkmamak’ın da bulunduğu bir bel kemiği ameliyatı geçirdim. 19 yaşındaydım. Sekiz saat süren ameliyattan saatler sonra narkozun etkisi altında gözümü ilk açtığımda ilk işim, elimi sol bacağıma götürmek oldu. Çünkü bacağım yokmuş gibi gelmişti bana. Bacağımı yokladım, gerçekten de yerinde değildi! Annemi gördüm belli belirsiz. ‘Anne, bacağımı mı kestiler?’ Sonra onun gülümsediğini gördüm ve tabii ki kendi algılarıma değil, onun gülümsemesine güvendim. O böyle gülebildiğine göre, demek ki bacağım yerli yerindeydi!
“Sonra, muhtemelen birkaç koğuş öteden, en sevdiğim şarkıcının, Cem Karaca’nın o güne kadar mesela Tamirci Çırağı kadar, mesela Resimdeki Gözyaşları kadar iştahla dinlemediğim şarkısının sözleri geldi kulağıma: Bugün sen çok gençsin yavrum / Hayat, ümit, neşe dolu / Mutlu günler vaat ediyor / Sana yıllar ömür boyu…
“Bugün bana, ‘Üç dakikan var, hayatın bitiyor, hangi şarkıyı dinlemek istersin?’ diye sorsalar, hiç düşünmeden bu şarkıyı isterim.
“Hayatında böyle bir şarkısı olan insanlar anlayabilir ancak: Ben o şarkının sahibine, daha sonra ne yapsa ne etse her zaman derin bir sevgi ve şefkat besledim. Ama düşünüyorum da, bende böyle bir şarkısı olmasaydı da bu gene böyle olacaktı. Belki bu duygusal bağ, 12 Eylül 1980’den sonra sürgüne gittiği Almanya’dan dönüşte ona reva görülen ‘dönek’ muamelesinin sahiplerine duyduğum öfkeyi artırmış olabilir, ondan emin değilim.”
Bu girişten de anlaşılabileceği gibi, portreyi, ağırlıklı olarak Cem Karaca’ya karşı zamanında reva görülmüş o vicdansız çullanmanın etrafında örmüştüm.
Bu öyle bir çullanmaydı ki, ölümünden bir hafta önce bile Almanya’daki sürgünlüğüne son vereceğine inandığı zamanın Başbakanı Turgut Özal’ı otelinde ziyaret ettiğinde, onun değil eşinin elini öptüğünü anlatmaya çalışıyordu:
“Öpmedim tabii ki! Vallahi de billahi de… Bir kere Turgut Bey'le aramızdaki yaş farkı, elini öpmemi gerektirecek kadar büyük değildi. Semra Hanım'ın elini öptüm, nezaketten…”
Benim Cem Karaca portremden alıntılar bu kadar… Gerisini de buraya almak isterdim ama, bu durumda, bana o portreyi yazma ilhamı veren gazeteci Necdet Şen’in mükemmel yazısından iskonto yapmak mecburiyetinde kalacaktım, oysa o yazının tamamını okumanızı istiyorum.
Buyurun, sizi Necdet Şen’in, Star gazetesinde 14 Nisan 2008’de yayımlanan yazısıyla başbaşa bırakıyorum…
***
Sol’un Cem Karaca ile imtihanı
Sadece bugün değil, yetmişli yıllarda da ortalıkta bir sürü cılız sesli mıyıl mıyıl pop şarkıcısı vardı. Bir de onların tamamının eksiğini kapatacak cesamette, gürül gürül akan bir Cem Karaca. Beyaz çerçeveli gözlüğü, kaytan bıyığı, sivri çenesi, ne giyse yakışmayan uzun sıska bedeni ve heybetli teatral sesiyle, hayatımızda müstesna bir yeri olan kallavi rock ikonumuz. Oldum olası, ya çok sevilir ya da biraz gıcık kapılır Cem Karaca’dan. Kuşkusuz ki herkes aynı tarz müziği ve aynı kişileri sevmek zorunda değil. Epeyce sert ve kırbaç kıvamındadır sesi. Çokça bağırır. Keyif kaçıran konulara girer. O ruh ikliminde olmayana hafiften dayak etkisi yapabilir. Ama müthiştir. Şansını yaban ellerde arasa, Türkçe yerine İngilizce söylese, belki de en yakın rakipleri Tom Jones, Ian Gillan, Robert Plant olurdu. Gel gör ki Cem Karaca, ilk gençlik denemelerini saymazsak, hep Türkçe yazdı, Türkçe söyledi. Dünyasını aşkla ve hicranla sınırlamış piyasa çocuklarına inat, hayatın binbir rengine yer verdi şarkılarında. Aynı kulvarda yol alan diğerleri onun yanında biraz silik kaldılar.
Hedef tahtası oldu
Görkemli sesinin ve sahne üstünlüğünün getirisini paşa paşa kullanıp rahatına bakmak vardı, ama o elini taşın altına soktu. İçinden çıktığı toplumun sorunlarına karşı duyarlıydı, sesini sözünü halktan yana kullandı, düzene kafa tuttu, gözünü budaktan sakınmadan söyledi neye inanıyorsa. Değil solcu olmak, gözlüklü olmanın bile hayatî risk oluşturduğu çatapat yıllarında, zaman zaman çok sertleşen bir tavırla sokağın sesini yansıtan devrimci şarkılar söyledi. Hedef tahtasından farksızdı sahnede. Her konserinin bir ölüm kalım meselesi olmasına aldırmadı. Sağcılar çoğunlukla kulaklarını kapadılar ona solcu olduğu için. Bu anlaşılabilir. Ama sade suya tirit popçularla pek bir sorunu olmayan kimi solcular da nedense Cem Karaca’nın her hareketinde kusur aradı.
‘Alamanya Berbadı’
12 Eylül darbesi, konser için gittiği Almanya’da yakaladı onu. Katıldığı 1 Mayıs törenlerinde çekilmiş fotoğrafının altına mümtaz bir gazetemiz ‘Cem Karaca Almanya’da kurduğu halk ordusuyla Türkiye’ye yürüyecek ve iktidarı ele geçirecek’ türünden akıllara ziyan bir ‘haber’ döşedi. Bu sayede, uçan kuştan dahilî bedhah yaratmaya pek teşne cuntanın ‘yurda dön de bir güzel oyalım’ listesinde onun adı da yer aldı. Dönmedi Cem Karaca. Bu dönmeyiş hayatının yedi yılına mal oldu. Vatanına, ailesine, minicik oğluna hasret, züğürt, dışlanmış, hayatta kalmaya çalıştı ‘Alamanya Berbadı’nda. Yedi yıl sonra döndü.
‘Döndün demek, dönek!’
Vurgunun büyüğünü sürgündeyken değil de onca yılın sonunda ülkesine döndüğünde yiyeceğini düşünememişti herhalde. Köprülerin altından akan suların Eylül karanlığında nasıl da boz bulanık bir renk aldığını da. Biz, burada kalanlar, çoğumuz, korku dağları beklerken, nelerden geri adım atmamıştık ki paçayı kurtarabilmek adına? Bacalardan çıkan dumanlar, kömür değil kâğıt dumanıydı 12 Eylül sabahı. Korku, bize kitaplarımızı yaktırmıştı. Düşüncelerine sahip çıkabilenleri bekleyen şeyin ne olduğunu sezgilerimizle kavramış, daha öğlen olmadan kibarca çark etmeye karar vermiştik. Öğlenden sonra Selimiye Kışlası’nın kapısı ne o güne kadar ne de o günden sonra bir daha görmediği bir ‘teslim olma’ kuyruğuna tanık oldu. Bir önceki akşam ‘yarın sabah devrim olsun’ duasıyla yatanlar, ertesi sabah karşı devrime gönüllü biat kuyruğundaydılar.
Eylül mağdurları
Mesai saatinin bitimine yakın, kapıdaki jandarmalar yan sokaklara kadar uzayan kuyruklara bakıp ‘şimdi gidin, yarın gelirsiniz’ diye kovalıyor, evinde bir gece daha geçirmeye cesaret edemeyen kolu kanadı kırık Eylül mağdurları, hemen o akşam bir tesellüm belgesi imza edip devletin müşfik kollarına sığınmakta ısrar ediyordu. Bir tercih yapmışlardı ve Filistin askısı kimsesizler mezarlığından daha ehven-i şer görünmüştü. Daha sonraki yıllarda bütün meyhanelerini dolaştık İstanbul’un ve kulaklarımız en çok ‘işkencede herkes çözüldü, bir ben direndim’ cümlesine tanık oldu. Soramadık, ‘yarım kadeh rakı içince bülbül gibi anlattığın bu şeyleri onca zulüm karşısında nasıl oldu da anlatmadın?’ diye. Dostlarımız çok acı çekmişti. Böyle sorular sorulamazdı.
Günah keçisi arıyorduk
Yakmadan önce çoğunu okuduğumuz kitaplarımızda sosyalizmin aslında ‘emek-sermaye çatışması’ ve ‘karşıtlar arasındaki uzlaşmaz çelişki’ temeli üzerinde kurulu bir asma kat olduğunu ve çatıdaki ‘sınıfsız toplum’la binanın tamamlanacağını okumuştuk, ama 12 Eylül sonrası çok azımız hatırladık bunu. Bazılarımız karşıtına dönüşmeyi daha uygun buldu. Artık mağlup ve ağlak bir ‘yas sürüsü’ idik ve diyalektik materyalizm katını pas geçip göksel bir seçkincilikte karar kılmıştık. En büyük günah da (tabiatıyla) bu itikadımızın sosyolojik patalojik temellerini sorgulamaktı. ‘Bu kan denizinin ardından kızıl güneş doğacak’ gibi sloganlar mazide kalmıştı. Yenilmiştik. Moralsizdik. Kendi gettosuna kapanmış, yalnız benzerleriyle görüşen, bir sonraki darbeye hazırlıksız yakalanma korkusuyla huzursuzlanarak birbirine sokulan bir kabile idik artık.Her kabile gibi bizim de iç ve dış düşmanlara ihtiyacımız vardı. Eski düşman çok sert çıktığına göre, şimdi daha dişimize göre birilerini bulmalıydık. Bulduk da. Bir yerlerden kulağımıza ‘Cem Karaca Özal’ın elini öpmüş’ diye bir cümle çalınmıştı. Bize yetti bu kadarı. Arkasını araştırmadık. ‘Bırak şu Turgut Özal’ın elini öpen herifi! Dinleme!’ Elhák, dinlemedik. Oysa dinleseydik, onun bu iftiranın altında ezile ezile ‘vatanıma dönebilmek için, değil Özal’ın elini, şeytanın ayağının altını bile öpmeye hazırdım; ama öpmedim’ dediğini, o kimseyi ikna edemeyince de bu kez Özal’ın eşinin çıkıp ‘Cem Karaca Turgut Bey’in elini öpmedi, ben oradaydım, şahidim’ dediğini işitemedik.
Demek el öptü!
Şarkılarını da dinlemedik. Niçin dinleyelim? Dönekti o! Eğer dinleseydik, ‘dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan’ dediğini de bilirdik. ‘Fikirlerin değişmesi neden döneklik olsun?’ diye de soramadık. Eğer bu kadar şekilsiz ve kaypak olmasaydık, Cem Karaca’nın değil de asıl bizim döndüğümüzü, sosyalist olmanın bedelinin ağır olduğunu görür görmez, cümbür cemaat tepeden inmeci Kemalizmin kanatları altına sığındığımızı ve ‘devrimcilik’ adına, malum abimiz gibi işkencecimizi affedip vicdanımızı ve halk oyunu mahkûm ettiğimizi farkedebilirdik.
Kabilemizin ciğer röntgeni
Sırtında yorganıyla büyük kente sığınmış müstemleke köylüsünü ‘çağdaşlık’ ve ‘ilericilik’ adına ‘kıro’, ‘keko’, ‘hırbo’, ‘zonta’, ‘maganda’, ‘bidon kafa’, ‘lumpen’, ‘göbeğini kaşıyan’ gibi sıfatlarla aşağılarken, Cem Karaca’nın bize ‘duvara astığın çorapların sahibi geldi’ diye bıyık altından tebessüm ettiğini de farkeder ve şu kadarcık vicdanımız kalmışsa eğer, utanır, özür dilerdik bu yargısız infazdan dolayı. Dedim ya, köprülerin altından boz bulanık sular akmıştı. Yabancılaşmış, küspeleşmiştik. Solculuğun, biz onu hangi kılıklara büründürmeye çalışırsak çalışalım, her şeyden önce bir vicdan meselesi olduğunu, komşumuzun aç yattığı bir dünyada Mersedes jiple dolanmaktaki soysuzluğa hayır demek olduğunu unuttuk ve yıkmaya çalışırken sakarlık edip altında kaldığımız tüketim ekonomisinin heveskâr bir parçası olduk. Biz yüzsüzce zenginleşirken ve onun beşinci sınıf taklitlerini bile rock starı sayarken, Cem Karaca evindeki çorba tenceresini kaynatabilmek adına izbe barlarda, üstüne fırlatılan yumurta, çakmak, bozuk para sağanağı altında şarkı söylemeye çabaladı. Eğer biz bu kadar yanardöner ve pişkin olmasaydık, Cem Karaca’nın yetmişli yıllarda Maltepe sigarası içtiğine ya da seksenli yıllarda memleketine dönmek için başbakan eli öpüp öpmediğine takılmak yerine, ‘neden bugün reklamcıların ve holding yöneticilerinin ekseriyeti eski solcu?’ diye sorardık.
Onu linç ettik
Galiba bizi insan yapan en saf yanımız, ne anlama geldiğini çok fazla sorgulamadan takım tutar gibi benimseyip, zoru görünce nereye zulalayacağımızı kestiremediğimiz ‘solcu’ kimliğimizdi. Tıpkı yaktığımız kitaplar ve ortadan yok ettiğimiz Cem Karaca kasetleri gibi, o kimliğin içini boşaltıp, o boşluğu da pencerelerimize astığımız kalpaklı Mustafa Kemal resimleri ve hikmetinden sual olunamaz bayraklı bir celâdetle doldurduk. Eh, içimizdeki hedefini şaşırmış garezi topraklayacak kırılgan figürler bulmak da pek zor olmadı yani. Kabuk altında sızım sızım sızlayan utançlarımıza binaen Cem Karaca’yı linç ettik. Daha ellili yaşlarındayken bin yaşındaymışçasına ihtiyarladı çöktü bedeni. Ve bir sabah aldı başını gitti bu çirkef dünyadan. Nasılız? İyi miyiz bari? Yüreğimizi soğutmayı başarabildik mi? Yoksa kendimizle yüzleşmeyi ertelememiz için başka günah keçileri de gerekiyor mu?