BM Daimi üyeleri ve Almanya’nın İran’la önceki gün vardıkları nükleer anlaşma taraflarca “tarihi” olarak niteleniyor. ABD Başkanı Obama’nın “nükleer silahların Ortadoğu’ya yayılmasını frenlediğini” vurguladığı anlaşma Washington ile Tahran arasındaki 35 yıllık çatışma dönemini sona erdirmesi bakımından ayrıca “tarihi” bir nitelik taşıyor. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Viyana anlaşmasının uluslararası arenaya, İsrail’le Mısır arasında barışı sağlayan Camp David (1978) ya da Başkan Nixon’un tarihi ziyaretiyle ABD-Çin ilişkilerini normalleştiren Pekin (1972) anlaşmaları veya Washington’la Havana arasında buzları eriten son yakınlaşma gibi damga vuracağını kabul etmek gerekir.
Anımsanacağı gibi, Obama yönetimi, bundan yaklaşık beş yıl önce, başta cesaretlendirdiği Türkiye ve Brezilya’nın girişimiyle İran’la 17 Mayıs 2010’da imzalanan Nükleer Takas Anlaşması’nı reddetmekle kalmamış, BM Güvenlik Konseyi’nden Tahran’a yönelik yeni yaptırımların çıkarılmasına ön ayak olmuştu. Oysa o anlaşma İran’ın uzlaşma zeminine çekilmesi bakımından doğru yönde atılmış bir adımdı. İran’ın kısa vadede oyun planına dâhil ettiği Brezilya ve Türkiye aslında Washington’un ittifak ilişkileri içinde olduğu dost ülkelerdi. Kaldı ki Washington’un Tahran’a karşı sertlik politikasından yana müttefiki İsrail’in öne sürdüğünün aksine, yaptırımlarla İran’ın nükleer silah üretme olasılığının ortadan kaldırılması mümkün değildi. Bunun böyle olduğu da aradan geçen zaman içinde görüldü zaten.
Washington’un, hep yaptığı gibi, o dönemde de kaprislerine boyun eğdiği İsrail, İran’ın bu konuda ABD’nin devreden çıkarılarak inisiyatifin Türkiye, Brezilya, Hindistan gibi ülkelere geçmesini sağlamaya yönelik bir strateji izlediğinden kaygılanıyordu. Bu kaygılarında çok da haksız sayılmazdı. Nitekim uluslararası medyada o dönem yapılan değerlendirmeler Türkiye ve Brezilya’nın uzlaştırıcı rolünü ön plana çıkarıyordu. Örneğin saygın Fransız gazetelerinden Le Monde Nükleer Takas Anlaşması’nı Güney’in uluslararası alanda “tarihi girişimi” olarak nitelemişti. Türkiye ve Brezilya, gazeteye göre, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerine rezerve edilmiş bir alana girerek, Güney’in önemli uluslararası sorunların çözümünde aktif rol üstlenebileceğini göstermişti.
Konuya Türkiye açısından bakıldığında, Takas Anlaşması, Ankara’nın bölgesel aktör olma iddiasının doğal bir sonucu olarak değerlendirilebilirdi pekâlâ. Ancak Ankara bu girişimde bulunurken stratejik ortağı ABD’nin bölge politikalarını doğrudan etkileyen İsrail’in konuya ilişkin görüşünü dikkate almamış ve müttefikleriyle ayrı düşmüştü. Bunun üzerine uluslararası kamuoyu Türkiye’nin ekseninin kaydığını tartışmaya başlamış, tartışma daha sonra iç politika arenasına da yansımıştı.
Anımsanacağı gibi, Türkiye-İsrail ilişkileri Sayın Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde “one minute” çıkışıyla bozulmaya yüz tutmuştu. Takas Anlaşması’nın imzalanmasından sadece iki hafta sonra, 31 Mayıs 2010’da, Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara ve diğer beş geminin uluslararası sularda saldırıya uğraması ilişkileri iyice germişti.
Bu verilerin ışığında bakıldığında, İsrail’le ilişkilerin sadece Türkiye değil, Batı İttifakı içinde yer alan herhangi bir ülkenin eksenini belirlemede temel ölçüt niteliği taşıdığı görülüyor. Ama bu durum Viyana’da imzalanan nükleer anlaşmayla değişeceğe benziyor. Başkan Obama bu defa İsrail Başbakanı Netanyahu’nun itirazlarına ve Kongre’de engelleme tehditlerine kulak asmadı. Hatta Kongre’nin anlaşmayı onaylamaması halinde veto yetkisini kullanacağını dile getirerek Netanyahu’ya bir anlamda kırmızı kart göstermiş oldu.
İsrail Başbakanı ise, nükleer anlaşmayı “tarihi hata” olarak niteliyor. İran’ın bu anlaşma ile atom bombası yapma yolunda bir sinyal aldığını ve Yahudi devletinin güvenliğinin tehlikeye düştüğünü kendisini telefonla arayan Başkan Obama’ya iletti. Ambargonun kalkmasıyla İran’ın bloke edilmiş olan milyarlarca dolarıyla bölgede terör politikasını sürdüreceğini ileri sürdü. Netanyahu’nun Dışişleri Bakan Yardımcısı Tzipi Hotovely’e göre, bu anlaşma “Batı’nın başını İran’ın çektiği kötülük eksenine teslim olması” anlamına geliyor. ABD için eksen kaymasından da kötü bir durum kısacası.
Aşırı “güvenlikçi” bu politika Netanyahu ve aşırı sağcı koalisyon ortaklarına özgü değil ne yazık ki. Muhalefet cephesinin tepkilerine bakılırsa, İsrail’in alternatif bir politikası yok. İşçi Partisi lideri İsaac Herzog, Netanyahu’yu başta ABD olmak üzere İran’la müzakere eden büyük devletlere İsrail’in sesini duyuramamış olduğu gerekçesiyle eleştiriyor. Netanyahu’nun geçen Mart ayında Kongre’de nükleer anlaşma aleyhine konuşma yaparak Başkan Obama’ya meydan okumuş olmasının da hata olduğunu vurguluyor.
Aslında bu politikanın ne denli “güvenlikçi” olduğu da kuşkulu, çünkü İsrail’in yanı başında, ABD ve Batılı ortakları için çok daha büyük bir tehlike olan IŞİD var. Tel Aviv bugün ortalığı IŞİD için değil de, IŞİD’e karşı mücadele eden İran için ayağa kaldırıyorsa, bunda bir tuhaflık olduğunu kabul etmek gerekir.
Nükleer anlaşmanın bölgedeki siyasi güçler dengesini İran lehine değiştireceğine kuşku yok. Ama bu gerçek, İsrail’in güvenliğinin tehlikeye düştüğü anlamına gelmiyor. Çünkü İsrail’in güvenliği sadece İsrail değil, aynı zamanda Türkiye gibi bölgenin barış ve istikrarından yana olan ülkeler içinde önem taşıyor.
Yanlış olan, yukarıda belirttiğim gibi, bugüne kadar bölgede izlenen politikaların doğru ya da yanlış olduğuna vize verenin İsrail olmasıydı. Nükleer anlaşmanın en olumlu yönü, bu yanlışı düzeltiyor olması kuşkusuz.