Ana SayfaYazarlar‘Acı çekeni kimsenin bilmediği yer’in yeni sâkinleri: ‘FETÖ iltisaklıları’

‘Acı çekeni kimsenin bilmediği yer’in yeni sâkinleri: ‘FETÖ iltisaklıları’

 

Cehennem, acı çektiğiniz yer değildir. Cehennem, acı çektiğinizi hiç kimsenin bilmediği yerdir” demişti Hallac-ı Mansur.

 

Burada "bilmeyen"i, en dar ve direkt anlamıyla "haberi olmayan" diye düşünmemek gerekir. Buradaki bilmeyen, birilerinin çektiği acıdan haberi olmayandan çok, haberi olduğu halde acıyı görmezden gelendir, bildiği halde yokmuş gibi davranandır; ki bu da acı çekenin bulunduğu yeri cehenneme çevirir.

 

Türkiye, kısa dönemler hariç hep hukukun askıya alınarak birilerine kan kusturulanların ülkesi olageldi. Solcular, Kürtler, muhafazakârlar sırasıyla nasiplerini aldılar bu hukuksuzluk ve ağır baskı dönemlerinden.

 

Hallac-ı Mansur’un ölçüsüyle, bu dönemleri “cehennem” olarak yaşayanlar da hep oldu. Fakat yine de o dönemlerde çekilen acıların bilinirliği ve kabulü, son yıllarda “FETÖ iltisaklıları”na reva görülenlerin bilinirliğinden ve kabul düzeyinden çok daha yüksek oldu. Yani Türkiye hiçbir zaman bugünkü kadar “Acı çekenlerin acı çektiğini kimsenin bilmediği yer” olmamıştı.

 

Bir yeri acı çekenlerin cehennemi haline getirebilmenin en etkili yolu, acı çekenleri başkalarının gözünde şeytanlaştırmak, nefret objesi haline getirmektir. Bunda ne kadar başarılı olursanız, birilerinin çektiği acıları başkalarının görmemesi hedefinize o kadar çabuk ulaşırsınız. Siyasi iktidarın ve devletin, Gülen cemaatinin sempatizanlarını (da) şeytanlaştırmak alanındaki başarısına 10 üzerinden kaç puan verirsiniz diye sorsanız bana, cevabım “10” olur.

 

Mustafa Yeneroğlu’nun anlattığı bir adalet felaketi

 

Bu dönemde yaşanan fakat “bilinmeyen” adalet felaketlerinden birini, geçtiğimiz günlerde Adalet ve Kalkınma Partisi’nden (AK Parti) istifa eden Mustafa Yeneroğlu anlattı:

“Altı yaşındaki kızım ‘Baba bana hiç zaman ayırmıyorsun’ deyince kızımla Ankara’da bir lunaparka gittik. Orada işte papağanlarla falan fotoğraf çektiriyorduk. Fotoğrafları seçiyorsunuz. Baktım biri ‘Mustafa bey buradan seçebilirsiniz’ dedi. Şaşırdım tabii. ‘Siz beni tanımazsınız ama ben sizi tanıyorum’ dedi. Yüzü kızardı, gözü yaşardı. ‘Tanışalım’ dedim ‘siz kimsiniz’ dedim. ‘Ben cumhuriyet savcısıyım’ dedi. Bir şey diyemedim. ‘Benim burada olmam benim ayıbım değil, sizin ayıbınız’ dedi. Eşim de ordaydı, herkes ağlamaya başladı. Ben kendimi zor tutuyorum. Dedi ki ‘11 ay tutuklu kaldım ve çocuğumu çocuk esirgeme kurumuna veriyorlardı. Babamın ve kız kardeşimin cenazesine gidemedim’ dedi. Araştırdım birinci mahkemede beraat ediyor. İkinci mahkemede de beraat ediyor. İki yıldır Yargıtay’da dosyası bekliyor. Eşi de hakim. Samsun’dan Ankara’ya gelmiş. 2 bin 500 liraya sigortasız şekilde hayatta tutunmaya çalışıyor. FETÖ’nün uzağından da geçmemiş. Tek sebebi zamanında HSYK seçimlerinde demişler ki ‘şuna oy vereceksin’ o da ‘hayırlısı olsun değerlendiririz’ demiş. Bunu isteyen şu anda da bir ilin başsavcılığını yapan savcı. Başkaları da bu şekilde kaç insanın hayatını mahvetmiştir.” (Karar, 18 Kasım 2019).

 

Bir 15 Temmuz ürünü olarak “iltisaklı…”

 

“Bitişik olan, temasta olan” anlamına gelen “iltisaklı” kelimesi, 15 Temmuz (2016) darbe girişiminden sonra hayatımıza girmiş bir kelime: Gülen örgütünün yalnız “kriminal merkez”ini değil, etrafındaki geniş sempatizan ağını da cezalandırma niyetini ve arzusunu ifade ediyor.

 

15 Temmuz darbesinden önce Gülen Cemaati’nin devlet içindeki örgütlenmesine yönelik hukuki girişimlerde “iltisaklı”lar suç kategorisinde görülmüyordu. Bunun en önemli delili, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2015’te başlattığı ve 15 Temmuz darbe girişiminden hemen önce iddianameye dönüştürdüğü “çatı davası”ydı. Başsavcılığın iddianamesi, bu soruşturmanın ve davanın “örgüt üyesi-sempatizan” ayrımı temelinde yürütüldüğünü açık bir biçimde gösteriyordu:

“Bu örgütün evinde kalan, yurtlarında barınan veya okul ya da dershanelerinde öğrenim gören gençler; dershane, özel okul ve yurtlarda faaliyet yürüten öğretmenler ve yöneticiler; aynı şekilde örgütün emrinde faaliyet yürüten dernek, vakıf, banka veya ticari şirket çalışanları; bu örgütün elindeki işyerlerinde ücretli çalışan emeği ile geçinen kimseler, açıkça bir suça karışmadıkları sürece, sırf bu irtibatları ceza sorumluluğu doğurmadığından özellikle soruşturma dışında tutulmuştur. Fetullah Gülen örgütünün sempatizanı olup bu örgütü dini bir kuruluş sanarak cemaate gönül bağı bulunanlar da soruşturma harici tutulmuşlardır.”

 

“Çatı” gibi iddialı bir sıfatla sunulan iddianamenin sadece 72 kişiyi kapsıyor oluşu, Başsavcılığın, soruşturmayı gerçekten de tanımladığı suç ölçülerine göre yürüttüğünün belirtisi sayılmalı. Fakat muhtemeldir ki, bu iddianamenin böyle yazılmış olması, onun 15 Temmuz darbesinden önce hazırlanıp mahkemeye gönderilmesiyle doğrudan ilgilidir. Çünkü 15 Temmuz’dan sonra yargının lugatine “iltisak” diye bir kelime girdi ve o andan itibaren de örgüt üyeliği ile sempatizanlığı arasında herhangi bir fark görülmemeye başladı.

 

Yargıtay’ın verdiği gollük paslar

 

Bu iddianameye temel teşkil eden bakış açısı, 15 Temmuz darbesinden hemen sonra başlamak üzere unutuldu ve “iltisak”tan ceza alanların sayısı “örgüt üyeliği”nden ceza alanların sayısını katlar hale geldi.

 

İktidar, ayrım yapmadan “Cemaatçi” olan herkesin üzerine aynı hınçla yürüyerek, bir davayı itibarsızlaştırmanın en garantili yöntemini sergiliyor, bunun kendi ayağına kurşun sıkmak anlamına geldiğini bile göremiyordu.

 

Bu sürecin bir aşamasında, iktidara yakın birkaç yazarın uyarıları hiçbir sonuç doğurmadı. Fakat sapla samanı birbirine karıştıran bu yargı pratiğinin yanlış olduğu o kadar bârizdi ki, iktidarın içinde yer alanların bazıları, bunun “kripto FETÖ’cü”lerin işi olabileceğini dahi öne sürdüler ve iktidarı bu noktadan ikna etmeye çalıştılar.

 

Ne var ki, zamanla, bu uygulamaların “içerdeki kripto FETÖ’cü” yargı mensuplarının faaliyetlerinin değil, “onlara su bile yok” siyasetinin bir sonucu olduğu anlaşılınca, iktidar çevrelerinden gelen iyi niyetli eleştiriler de haliyle kesildi.

 

İktidarın isteği doğrultusunda teşkilatı da sempatizanı da aynı çuvala koyan yargı pratiği bütün hızıyla sürerken, ortaya çıkan ve yüz binlerce insanı etkileyen adaletsizlikleri seyreltme imkânı veren başka bir fırsattan da yararlanılamadı. Bu fırsat, Yargıtay’ın alt derece mahkemelerine verdiği “ayrım yapın, herkesi aynı çuvala koymayın, her Gülenci suçlu değildir” nasihatleriydi.

 

“İdeoloji başka, üyelik başka”

 

Bu yöndeki ilk Yargıtay uyarısı, 16. Ceza Dairesi’nin 26 Ekim 2017’de verdiği bir kararla geldi. Karar, 1 Kasım 2017 tarihli Hürriyet gazetesinde şöyle haberleştirildi:

 

“Burdur’da Ağlasun Tarım Müdürü Hakan Özcan, 3 Ağustos 2016 tarihinde ‘FETÖ üyeliği’ iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklandı. 2013 yılı öncesi ve sonrasında örgütün ilçe imamıyla telefonla görüştüğü, sohbet toplantılarına katıldığı, Zaman gazetesine abone olduğu ve kızını Altınbaşak adlı okula verdiği belirlenen Özcan, ‘yasadışı örgüt üyeliği’ suçundan cezalandırıldı. Bölge Adliye Mahkemesi’nde temyiz başvurusu reddedilen Özcan, Yargıtay’a gitti. Yargıtay 16’ncı Ceza Dairesi, Özcan’ın itirazını haklı bularak kararı bozdu. (…) Kararla birlikte Özcan tahliye edildi.” (“Yargıtay’dan delil uyarısı: Sempati, örgüt üyeliğine yetmez”, İsmail Saymaz, Hürriyet, 1 Kasım 2017).

 

Yargıtay 16. Ceza Dairesi, kararında örgüt üyeliğiyle örgüte sempati duyma arasında net bir ayrım yapıyor ve “örgütün amaçlarını, değerlerini, ideolojisini benimsemek, buna ilişkin yayınları okumak, bulundurmak, örgüt liderine saygı duymak gibi eylemler örgüt üyeliği için yeterli değildir” diyordu.

 

Sanık, bu davaya münhasır olmak üzere beraat etmişti ama benzer öbür davalarda mahkemeler Yargıtay’ın bu yaklaşımını benimsemediler.

 

Yargıtay 16. Ceza Dairesi geçtiğimiz Temmuz ayında da benzer bir karar verdi ve bu da geçtiğimiz hafta eski hakim Kemal Karanfil tarafından kamuoyuna açıklandı. Onun da dediği gibi, mahkemelerin uyması durumunda en az yüz bin kişinin beraatiyle sonuçlanacak bu karar da bir öncekinin akıbetine uğradı.

 

Yani iktidar da, savcılar ve yargıçlar da zararın hiç değilse bir noktasından dönme fırsatını, Yargıtay’ın kararlarını görmezden gelerek kaçırıyorlar.

 

Fakat şurası da muhakkak: Yargıtay’ın bu adaletsizliği seyreltebilecek gollük paslarını görmezden gelen savcılar ve hâkimler, hukuk nispî de olsa geri geldiğinde bu davranışlarını bakalım nasıl izah edecekler.     

 

 

- Advertisment -