Bazı haberler ya da tartışmalar bende bâriz bir dejavu duygusu yaratıyor, benzerlerini yıllar önce de yaşadığımı düşündürtüyor… İşte o zaman dönüp bakıyorum: Neymiş o haberler, tartışmalar ve ben onlarla ilgili olarak neler yazmışım?
Tarif etmeye çalıştığım duyguyu bana kuvvetle çağrıştıran son haber, CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Bülent Tezcan'ın gündeme getirdiği sansasyonel iddia oldu.
Tezcan’ın, Sözcü gazetesinden Saygı Öztürk’e yaptığı açıklamaya göre, 15 Temmuz darbe girişiminin bir numaralı sivil şüphelisi Adil Öksüz, gözaltına alınıp serbest bırakılmasını izleyen ikinci haftanın sonunda kendi adına aldığı biletlerle şehirlerarası uçuşlar gerçekleştirmiş, kimse de onu yakalamaya teşebbüs etmemişti. Tezcan’a göre, buradan da anlaşılabileceği gibi Adil Öksüz açıkça devlet tarafından korunuyordu ve bu sayede şehirden şehire korkmadan uçabiliyordu.
Bu, ilk bakışta inanılması çok güç bu iddiaydı. Çünkü Adil Öksüz’ün oradan oraya serâzâd uçtuğu söylenen günler, bu kişinin kamuoyundaki bilinirliğinin zirveye ulaştığı günlerdi… Böyle birinin, onu tanıyacak yüzlerce kişinin arasında hop oraya hop buraya uçması aklın alabileceği bir şey değildi. Dolayısıyla böyle bir iddiayı kamuoyuna açıklamak için elde kimsenin itiraz edemeyeceği bir belgenin bulunması gerekirdi. O da yetmezdi: Belgenin doğruluğunu teyit için yapılması gereken her şeyin yapıldığına emin olunmalıydı ve hatta belgenin, ana muhalefet partisinin inandırıcılığına sekte vurmak ve sonraki iddiaları üzerinde peşinen kuşku yaratmak için parti yetkililerine özellikle sızdırılmış bir dezenformasyon belgesi olma ihtimali üzerinde bile durulmalıydı.
Eldeki belge heyecan vericiydi ama…
Bülent Tezcan’ın iddiasına dayanak yaptığı belge, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği bir listeydi… Başsavcı, Adil Öksüz’ün kimlik numarasını vererek son beş yıldaki uçuşlarını listeliyor ve Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nden o uçuşlardaki öbür yolcuların kendisine bildirilmesini istiyordu.
İşte bu listedeki Temmuz sonuna (yani darbeden sonraki ikinci hafta) denk gelen iki uçuşta Adil Öksüz önce Elazığ’dan Ankara’ya, sonra da Ankara’dan İzmir’e uçmuş görünüyordu. Her iki uçuşta da yanında aynı ismi taşıyan biri vardı.
Ne var ki aynı gün savcılık haberi yalanladı: 31 Temmuz’daki iki uçuşta adı geçen Adil Öksüz başka bir Adil Öksüz’dü… Ertesi gün de İzmir Salihli’de hal komisyonculuğu yaptığını söyleyen Adil Öksüz, Ankara-Elazığ-İzmir hattında 31 Temmuz’da seyahat eden kişinin kendisi, yanındaki kişinin de kızkardeşi olduğunu açıkladı. Böylece yalnız siyasetçi değil, ona güvenen, ilaveten de onun verdiği bilgileri kuşkulu durumlarda baş vurulması gereken ihtiyatlı haber dilini bir kenara bırakıp iddialı cümlelerle haberleştiren gazeteci de mahçup olmuştu. (Sözcü’nün manşet haberi aynen şöyleydi: “Adil Öksüz darbeden sonra meydan meydan Türkiye’yi dolaşmış… Darbenin kilit ismi olan firari FETÖ’cü Adil Öksüz 15-31 Temmuz arasında Ankara, İstanbul, Elazığ ve İzmir’e defalarca uçmuş, hem de kendi adıyla…”)
“Hah, yakaladım” ruh hali
Yukarıda da dediğim gibi bu hikâye bende bâriz bir dejavu duygusuna yol açınca, daha önce yaşanmış olabilecek benzer örnekleri araştırdım ve içerik tabii ki farklı olmak koşuluyla bugünlerde tartıştığımız meseleye çok benzeyen başka örnekler buldum. Bu örneklerin nasıl ve neden ortaya çıktığını ele aldığım sekiz yıl önceki bir yazımda yer alan şu satırlar, siyasetçinin (Bülent Tezcan) ve gazetecinin (Saygı Öztürk) içine düştükleri durumu anlamada bugün için de işlevsel:
“Siyasi mücadelenin sertleştiği, toplumsal kutuplaşmanın keskinleştiği koşullar, gazeteciler için fırsatlar ve risklerle dolu bir çalışma alanı anlamına gelir. Çünkü gazetecilerin üzerine adeta yağmur gibi yağan enformasyonun (fırsatlar) bir kısmı gerçekte dezenformasyondur (riskler).
“Buna, dezenformasyon amacı taşımayan, fakat ‘hah, yakaladım!’ ruh haliyle gazetecilere sorunlu bilgi ve belge ileten iyi niyetli haber kaynaklarının yol açtığı riskleri de ilave edersek, gazetecilerin böyle dönemlerde yüzdüğü suların ne kadar tehlikeli olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
“Böyle dönemlerde, gazetecilerin mesleki-insani coşkularının, heyecanlarının ‘gazeteci kuşkusu’na galebe çalması ve onları hataya sürükleme ihtimali çok daha fazladır.
“Aynı şey, benimsedikleri rol nedeniyle bazı bilgi ve belgelerin gazeteciler yerine kendilerine iletildiği siyasetçiler için de geçerlidir. Heyecanlarına esir olup gerekli kontrolleri yapmazlarsa, onları bekleyen akıbet de aynıdır.”
Haber bağırıyor: Ben gerçek olamayacak kadar inanılmazım!
Örneğimizde, siyasetçinin de gazetecinin de “patlattıkları” haberin, gerçekte “Ben gerçek olamayacak kadar inanılmazım, beni bir daha kontrol edin” diye bağırdığı apaçık… Öyle bir insanın uçaklarda özgürce uçuyor olması imkânsız çünkü… Peki, nasıl oluyor da birkaç teyit çabasıyla açığa çıkacak hata görülemiyor da siyasetçi ve gazeteci birlikte bodoslama mahçubiyet denizine yelken açıyorlar?
Benim algılamama göre bu türden vahim hatalar, gündeme damga vuracak büyük bir olaya kaynaklık edecek olmanın (siyasetçi) ya da olayın haberine imza atacak olmanın (gazeteci) yarattığı mesleki-insani coşkuyla, “kuşkuyu asla elden bırakmama” düsturu arasındaki savaşı birincinin kazanması sonucunda ortaya çıkıyor.
O duyguyu ben de çok iyi bilirim…
“Büyük haber coşkusu”nun “gazeteci şüphesi”ni yenmesiyle ortaya çıkan ve benim çok sayıda yazıma konu olan vahim gazetecilik hatalarından birini hiçbir zaman unutmayacağım; çünkü hatanın öznesi bendim.
Yukarıdan beri sözünü ettiğim hâlet-i ruhiyenin daha iyi anlaşılması için bu örneği kısaca hatırlatacağım…
Diyanet İşleri Başkanı’yla Ermeni Patriği kardeşmiş!
Sözünü ettiğim haber, genel yayın yönetmeni olduğum Aktüel dergisinin 2005’te yayımlanan nüshalarından birinin kapak haberiydi…
Haberde, eski Diyanet İşleri başkanlarından biri ile Ermeni Patriği Şinork Kalustyan’ın anne bir baba ayrı kardeş oldukları iddia ediliyordu.
Haber, Almanya Ermeni Cemaati'nin önderi Başpiskopos Karekin Bekçiyan’ın, derginin muhabirine Almanya’da verdiği söyleşiye dayanıyordu. Patrik “tarihi bir ifşaat”ta bulunmuş, şöyle demişti: "Eski Ermeni Patriği Şinork Kalustyan eski Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan'ın anne bir kardeşi olduğunu bana defalarca anlattı…"
Kalustyan ve kardeşinin 1915 tehciri sırasında anneleriyle bağlarının koptuğu, kardeşlerin Suriye’de bir öksüzler yurdunda büyüdüğü, annelerinin ise kaçırıldığı Sivas’taki köyünde bir Müslümanla ikinci kez evlendiği biliniyor… Kalustyan’la annesinin öyküsü burada kopuyor, Bekçiyan’ın anlattıkları ise bundan sonrasında başlıyordu:
"Ermeni Patriği Şinork Kalustyan, öksüzler yurdunda kalmış, Talas Amerikan Koleji'nde okumuş. Beyrut'ta yaşamış. Ben Marsilya'dayken bir gelişinde kilise idare heyetinden Mırgırdıç Deligazar ile karşılaştılar. O da Sivaslı. Birbirlerini tanıdılar. Deligazar da öksüzler yurdunda büyümüş, oradan da arkadaş… Eskilerden, hatıralardan söze girildi. Sohbet koyulaştı. Ben de merak ediyorum ya! Fırsat bu fırsat, bir sorup soruştur bakalım dedim kendi kendime. İşte o zaman anlattı Sayın Kalustyan.
"Annesinin kaçırıldığını, kendisinin öksüz kaldığını, annesinin tekrar bir Müslüman'la evlendirildiğini, bu ikinci evlilikten şimdi tam hatırlamıyorum, iki ya da üç çocuğu olduğunu anlattı. Birinin Ankara'da yaşayan bir kadın olduğunu, bir diğerinin ise adının Lütfi Doğan olduğunu ve Türkiye'de Diyanet İşleri Başkanı olduğunu söyledi. Kalustyan, 1960'larda Patrik oldu. 1965'ten sonra annesi onun yanındaydı. Adı Gül mü, Güldane miydi, tam hatırlamıyorum. Ben patrikhanede kaldığım için orada kaldığını iyi biliyorum. Nasıl geldiğini bilemiyorum ama. Kaçmış da mı gelmiş, ayrılmış mı ailesinden ya da terk mi etmişler bilemiyorum. Kudüs'teyken de kalmış yanında annesi. İstanbul'da oğlunun yanında ölmüş zaten."
Hangi Lütfi Doğan?
Hikâye gayet sağlam görünüyordu. Ne var ki, adları Lütfi Doğan olan ve peşpeşe Diyanet İşleri Başkanlığı yapan iki kişi vardı. Aktüel, her ikisine de hikâyeyi aktarmış fakat ikisi de anlatılanın kendisi olmadığını söylemişti.
Haberi böylece bastık ama, bir günümüz daha olsaydı, teyit açısından mutlaka yapacağımız bir şeyi yapmadığımızı biliyorduk. Onu da derginin piyasaya çıktığı gün yaptık ve muhabirimizi Kalustyan’ın annesinin yıllarca yaşadığı Sivas’taki köye gönderdik. Köyden alacağımız bilgilerin bizi doğrulayacağına emindik: Kalustyan’ın annesinin Müslüman kocasından olan çocuklarından birinin adının Lütfi olduğunu, onun da daha sonra Diyanet İşleri Başkanı olduğunu söyleyeceklerdi bize. Ne var ki öyle olmadı: Kadını gayet iyi biliyorlardı fakat onun adı Lütfi olan bir oğlu kesinlikle yoktu.
Hatanın altındaki hâlet-i ruhiye
Biz o köye haberi basmadan önce gitmemiş, böylece, bir haberi doğrulamak için yapılması gereken her şeyi yapmak gerektiği prensibini ihlal etmiştik. Ortaya çıkan hatadan dolayı ben istifa ettim. O günlerde bu hatanın altındaki hâlet-i ruhiyeyi şöyle anlatmıştım:
“Gazeteci de sonunda bir insandır ve ulaştığı kimi bilgilerle bir haberi nihayet kotarıp yazıişlerine iletme aşamasına geldiği an, haberini dayandırdığı bilgilerin sıhhatine ilişkin son bir kontrol yapma iradesinin en zayıf olduğu andır. Buradaki kaygı, ‘ya haberim düşerse’ kaygısıdır. O kritik anda, bu kaygının yerini, ‘ya yayımlandıktan sonra haberimin doğru çıkmazsa’ kaygısının alması hiç kuşkusuz çok büyük bir olgunluk gerektirir. Bunu yapabilen bir gazeteci, icabında bir manşete imza atma şansını kaçırır ama okurlar karşısında mahcup duruma da düşmez.”
Tezcan ve Öztürk: Aynı “aşırı” heyecan
Taze örneğimizde, siyasetçi (Bülent Tezcan) ile gazetecinin (Saygı Öztürk) benzer bir hâlet-i ruhiye ile hareket edip hataya düştüklerini düşünüyorum.
Bülent Tezcan kendisini savunurken, savcının “Adil Öksüz’in 2011-2016 arasındaki uçuşlarıdır” notuyla Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği liste için mealen şöyle diyor: Savcı isim karışıklığı olmasın diye Öksüz’ün TC kimlik numarasını belirtiyor ve münhasıran o Adil Öksüz’ün uçuşlarını sıralıyor. Dolayısıyla 31 Temmuz’da uçuşları görülen Adil Öksüz’ün aranan Adil Öksüz olduğuna hükmetmem ve bunu kamuoyuyla paylaşmam gayet normaldir. Hata varsa, bu savcıda aranmalıdır.
İlk bakışta haklı bir savunma… Fakat bu kadar kritik bir hamlede mesela savcının sehven başka bir Adil Öksüz’ün adını da o listeye eklemiş olabileceği düşünülüp haberin bir de Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü kaynaklarından doğrulanması düşünülebilirdi: Bu durumda hatadan dönmek mümkün olacaktı.
Hatta siyasetçi de gazeteci de birilerinin araya girip listeyle oynamış ve kendilerine bir dezenformasyon tuzağı kurulmuş olabileceğini de düşünmeliydiler… Burası Türkiye; “olmaz”, olmaz! “Gündem belirleyecek haberler” söz konusu olduğunda heyecana kapılıp şüphe eşiğini aşağı çekmenin bedelleriyle karşılaşmak yerine, haberin doğruluğu hususunda sonuna kadar şüphe etmek çok daha doğru olmaz mı?