Türkiye’yi 12 Eylül 1980 darbesine sürükleyen büyük siyasi cinayetlerin işleyiş ve sonuç alma mekanizmalarının henüz bilinmediği günlerde, karşıt siyasi güçlerin hedef belirlemedeki ölçülerini anlamakta hepimiz çok zorlanmıştık… Kurbanların çoğunlukla, aktivizmleriyle ve katı siyasi görüşleriyle öne çıkmışlar arasından değil de katı siyasi eğilimlerden her biriyle temas kurabilme yeteneğine sahip “ılımlı” kişiler arasından seçilmesi, başlangıçta hepimizi şaşırtmıştı.
Sonradan anladık ki, bu tercihler, toplumdaki cepheleşmeyi derinleştirmek isteyenler açısından doğru ve rasyonel tercihlerdi. “Bakın” denmiş oluyordu böylece, “ılımlılar bile şiddetin hedefidir ve çatışan taraflardan birinin parçası olmak dışında bir tercih imkânı yoktur.”
Toplumsal çatışmadan ve kutuplaşmadan nemalanmak isteyenlerin; barış ve uzlaşma yerine kavga ve inadı öne çıkarmak isteyenlerin elindeki en etkili silahlardan biri de toplumda “bile” duygusu yaratan uygulamalardır.
12 Eylül’den önce “sol”da ve “sağ”da terörün hedefi olarak seçilen ılımlı isimler nasıl geniş “sol” ve geniş “sağ”daki ılımlı eğilimleri törpüleyip uçlarda birikmeyi teşvik ettiyse, hiç kimsenin şüphesi olmasın, Ahmet Türk’ün tutuklanması da Kürtler arasında “bile” duygusuna yol açarak barışçı, uzlaşmacı eğilimleri törpüleyecek.
Bağlantı kayışlarının önemi…
Ortada bir siyasi çatışma varsa, çatışan taraflar arasında bağlantı kayışı işlevi gören siyasi figürler de vardır. Bu türden bağlantı kayışlarını korumak hayati önemdedir; onlar da koparsa, hayal kırıklığının ve “birlikte olamayız” duygusunun önünde artık hiçbir engel kalmaz.
Hiç kuşkusuz ki, Ahmet Türk, “Kürt meselesi” diye adlandırdığımız çatışmalı toplumsal durumun tarafları arasındaki en önemli bağlantı kayışlarından biri, hatta belki de en önemlisi… Dolayısıyla onun tutuklanması, önceki tutuklamalardaki hayal kırıklığına devasa bir “bile” duygusu ekleyecek.
Bence bu tutuklama, ileride Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) yöneticilerine “biz bu işi nasıl yaptık, bu kurşunları göz göre göre ayağımıza nasıl sıktık” dedirtecek tutuklamaların en fazla pişmanlık yaratanı olarak kayıtlara geçecek. (Bu türden tutuklamaları bugün savunanlar, yarın yargının hangi kanadının tuzağına düşüldüğü yönündeki açıklamaları için şimdiden düşünmeye başlayabilirler.)
‘Barış dilencisi’
Halkların Demokratik Partisi (HDP) milletvekili Celal Doğan, geçtiğimiz günlerde Meclis kürsüsünden onu şöyle anlattı:
“Ahmet Türk'le bu çatı altında beraber milletvekilliği yaptık 1977'de. O günden beri tanırım, inanarak söylüyorum, bizim neslin son barış elçisidir. Asla ve kat'a ağzından bir tek gün ‘şiddet’ lafı çıkmamıştır, şiddete yandaş olmamıştır. Süleyman Demirel dâhil cumhurbaşkanlarından, rahmetli Özal dahil, şimdiki Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan başbakanken dâhil, kapısını çalmadığı devlet adamı bırakmamıştır. Hep kapılarda barış dilencisi olmuştur.”
Hakikaten de, şiddetle arasına mesafe koyma ölçüsüyle bakıldığında, “barış dilencisi” sıfatını onun kadar hak eden başka kaç siyasetçi bulunabilir? Üstelik, unutmayalım, Diyarbakır Cezaevi tecrübesine rağmen öyle kalabilimiş bir adamdan, o günleri “Her gün Tanrı’ya; ‘canımı al da beni bu işkenceden kurtar’ diye yalvarıyordum. Ölüm bile elimize geçmiyordu” diye hatırlayan bir adamdan söz ediyoruz… 2011’de, Ahmet Türk Demokratik Toplum Partisi genel başkanı iken onu anlatan bir portre kaleme almıştım. Portre doğal olarak onun “barış dilencisi” yanına odaklanmıştı… “Gandhi mayalı bir Kürt” başlığını taşıyan portrede, onun Gandhi tarzı bir barışçılığa en yakın siyasetçilerden biri olduğunu teslim ediyor, fakat bir yandan da Gandhi olamadığını savunuyordum:
“O korkunç Diyarbakır Cezaevi tecrübesinden sonra samimi bir barış adamı olarak kalması hiç kolay değildi. Fakat o bunu başardı, besbelli ki mayasında tipik olmayan bir şeyler vardı. Hatta bana sorarsanız, Gandhi mayalı bir Kürt’tü o. Maya tutmadı, çünkü Gandhi olabilmek için gerekli başka hasletlere sahip değildi.”
Aşağıda beş yıl önce kaleme aldığım Ahmet Türk portresini, dikkat dağıtacağı için buraya almadığım birkaç paragraf hariç olmak üzere bir kez de Serbestiyet okurları için yayımlıyorum.
‘Gandhi mayalı bir Kürt’, Aktüel dergisi, Mart 2011
Genç Siviller’den Nezir Akyeşilmen’in yazısı (…) daha başlıktan itibaren (“Türkiye’ye de Gandhi gerek”) beni heyecanlandırdı. O başlık aklıma hemen Ahmet Türk'ü getirdi.
Şimdi düşününce, bende böyle bir çağrışıma en çok, uğradığı haksızlıklara ve şiddete rağmen şiddetin asla bir çözüm olamayacağına dair sergilediği kararlı duruşun yol açtığına inanıyorum.
Şiddete karşı aynı “kararlı duruş”u sergileyen başka Kürt siyasetçilerin bende Gandhi izlenimi uyandırmamasının nedenini de biliyorum. O “kararlı duruş” nasıl bir dille ifade ediliyor, hangi vücut diliyle, hangi ses tonuyla ve en önemlisi hangi yüz ifadesiyle ve hangi bakışlarla? Bunlarla ve benim için önemli olan benzer başka kriterlerle (bazıları ifade bile edemeyeceğim kadar ayrıntı düzeyinde) birlikte düşündüğümde, geriye Ahmet Türk’ten başka kimse kalmıyor.
Diyarbakır’dan sonra şöyle konuşmak…
“Kürt ya da Türk, acı hepimizi eşitliyor. Bu sorun karşısında sahici bir çözüm için Türk-Kürt herkes el ele vermeli. Artık anlayalım, birbirimizi anlamadan, yaklaşmadan, el ele vermeden, gönül birliği yapmadan hiçbir sorunu çözemeyiz…”
12 Eylül’ün ardından yolu ünlü Diyarbakır Cezaevi’nden geçen bir Kürt’ün yıllardır böyle konuşması, konuşabilmesi için hamurunda tipik olmayan bir mayanın bulunması gerekir. Bugün birçok yorumcuya “Diyarbakır olmasaydı Kandil de olmayabilirdi” dedirten o korkunç cezaevinde yaşadıklarını daha birkaç ay önce şöyle anlatmıştı Ahmet Türk:
“Her gün Tanrı’ya; ‘canımı al da beni bu işkenceden kurtar’ diye yalvarıyordum. Ölüm bile elimize geçmiyordu. Beni 200 askerin arasına çırılçıplak getirip copla dövdüler. Tuvaletlerde pislik yediriyorlar, 24 saat işkence yapıyorlardı. Dayaktan her yerimiz simsiyahtı. Gece baskın yapılıyor, dayakla marş okutuluyordu, korkudan 56 tane marş ezberledim. Cezaevinden çıktıktan sonra köyüme gittim, şafakta uyanıyordum köyün etrafı panzerle sarıldı diye. Evimde bile geceleri uykuda ayağa kalkıp marş okuyordum dayak korkusundan.”
Gandhi tarzı siyasi mücadelenin gücü
Gandhi tarzı siyasi mücadelenin gücü, onun muarızlarından biri tarafından şöyle anlatılmıştı:
“Senden nefret ediyorum, ama sana karşı çok güçsüzüm. Eğer silahla mücadele etseydin en kısa sürede kolayca senin hakkından gelirdim. Fakat sen yeri geldiğinde bize bile acıyor, yardım ediyor ve bize karşı nefret beslemiyorsun. Kendimizi çok güçsüz hissediyor ve bir şey yapamıyoruz.”
Bana sorarsanız, Türkiye’de zaman zaman kendisini Ahmet Türk karşısında böyle hisseden birileri var ve onlar Ahmet Türk’ün her zaman değil, bazen Gandhi’ye benzemesine şükrediyorlar.
(…)
Gandhi olmak kolay değil…
Gandhi hoşgörülü, bağışlaması bol bir insan, bu belli, fakat aynı zamanda siyasi bir figür ve onun bir siyasetçi olarak taşıdığı erdemleri Ahmet Türk’te pek göremiyoruz. En büyük nâkısa, empatisinin ciddi sınırlarının olması… Bu yanı demokratlığını da zedeliyor ve bazen demokratik prensipler üzerinden değil de demokratik prensiplerden faydalanmaya ehil olanlar ve olmayanlar üzerinden konuşuyor. Başbakan Erdoğan'ın “Kürtçe eğitim hakkı verirsek, Çerkesler, Lazlar, Gürcüler de ister" sözlerini şöyle karşılamıştı mesela:
“Tabii ki her azınlığa saygıyla yaklaşmak gerekir ama birileri kendi isteğiyle bu toprağa yerleşmiş. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kendine tanıdığı hakları kullanmış. Kürtlerse bu ülkenin geçmişinden günümüze kadar TC’nin temel taşlarından biri, iki halkından biridir."
Yani: Hoş geldiniz dağ Lazları, dağ Çerkesleri, dağ Gürcüleri…
Oysa Kanco aşiretinin lideri Ahmet Türk, çocukluğunu, gençliğini şu öyküyle geçirmiştir (12 Eylül öncesinde öldürülen, Ahmet Türk’ün de öğretmenliğini yapan yazar Ümit Kaftancıoğlu’nun “Tüfekliler” adlı kitabından):
“Cumhuriyet kurulur. Ahmet Türk’ün aşireti, Atatürk’ü tanımaz, baş eğmez Ankara’ya. Yıl 1925’tir. Atatürk, Kasro Kanco’nun dik başlılığını öğrenir öğrenmez, bir bölük jandarma çıkartır Mardin’den. Jandarma Kasro Kanco’yu kuşatır. Askerler sağlam şatoyu iyice bilemediklerinden, piyade tüfekleriyle bir başarıya ulaşamazlar. Ankara durumu iyi kavrayamadığı için, Mardin’den gönderilen tabur da başarılı olamaz. Kasro Kanco saltanatı sürmektedir.
“Sonunda, Diyarbakır’dan kalkan bir topçu birliği, Karacadağ tepesine üslenir. Şatoya haber gönderilerek, direnmeden vazgeçilmesi istenir. Aracılar durumu iletirler şatoya. Şato direnmekte kararlıdır. Şato topa tutulur. Birkaç top mermisinden sonra, şatonun çöle bakan mazgallarından biri parçalanır. Bir gedik açılır. Şatonun içindekiler topun gücünü anlarlar: 'Ere ere bese lo, Kemalo başo' derler. ('Evet evet, peki yeter, Kemal çok üstün…') Bu olaydan sonra Kancolar’a, Atatürk tarafından ‘Türk’ soyadı verilir.”
Bugün haklı olarak “Bize zorla ‘Türk’ soyadı vermişler” diye yakınan bir siyasetçinin “hak” meselesinde “yerlilik-göçmenlik” kriterleriyle konuşması en azından hüzün verici.
Gandhi olmak kolay değil; ben de zaten “Gandhi mayalı” demiştim…