Hidayet Şefkatli Tuksal, Gülen Cemaati kadrolarının devlet bürokrasisinde hızla yükselişlerine dair yazısında (Serbestiyet, 6 Ağustos), çok sorulan bir soru ile hiç sorulmayan bir soruyu birlikte mütalaa ediyordu:
“Gülen kadrolarına bürokraside büyük yer açan AK Parti’nin günahları yüzüne vurulurken, nedense pek kimse, asıl büyük günah sahiplerine dönüp bir şey söylemiyor. Onların da şöyle bir özeleştiri vermeleri gerekmez mi? (…) ‘Bir yandan bu milletin dinî inançlarını, örfünü, âdetlerini, alışkanlıklarını, gündelik yaşam pratiklerini aşağıladık; bir yandan da bütün kapıları tutup, onları küçük, verimsiz, elverişsiz dış alanlara hapsetmeye çalıştık. Onların kendileri olma haklarını engelledik, çünkü onları o halleriyle sevmiyor, hattâ nefret ediyorduk. Bunu da pek gizleme gereği duymadık.’”
‘Helal olsun, nasıl da ustalıkla sızıyorlar’
Tuksal, Türkiye’nin seküler-modern sosyolojisinin bu kibirli ve dışlayıcı tutumunun, Cemaat kadrolarının devlet içindeki örgütlenmelerinde nasıl elverişli bir zemin yarattığını da, büyük bir içtenlikle şöyle anlatıyordu:
“(…) Polise ve askere sızmalar olduğunu da bir şekilde duyuyor, öğreniyorduk, ancak kimse bunu yadırgamıyordu. Hattâ gerekli, iyi bir şey diye düşünülüyordu. Çünkü Türkiye’nin Jakoben – batıcı – laik elitleri, aslında küçük bir azınlık olmalarına rağmen, silâhlı kuvvetleri de arkalarına alarak, bu ülkenin ‘ilerici/batıcı’ şablonuna uymayan köylü, kasabalı, muhafazakâr, dindar insanlarına sistem içinde yer açmıyor, engelliyor, sistem dışına itiyorlardı. Bu yüzden dinî gruplar, bir yandan çok basit bir şekilde evlerden, yurtlardan başlayarak zaman içinde çok çeşitli unsurların dahil olduğu alternatif bir kamu yaratırken, bir yandan da normal yollarla dahil olamadıkları sisteme ‘sızarak’ dahil olmaya çalışıyorlardı. Ve üstüne basarak söyleyeyim, bu sızma o şartlarda herkes tarafından -gasp edilen hakları elde etmek adına- meşru bir yöntem olarak görülüyordu. Gülen cemaatinin geniş halk kesimlerince takdir edilmesinde, hizmet adı verdikleri işlevler kadar, bu kapalı kapılara nüfuz etme başarısı da rol oynuyordu.”
Madalyonun öbür yüzü: Siyasi sıkışmışlık ve çaresizlik
Şimdi Türkiye’nin seküler-modern muhalefeti, Cemaat kadrolarının devlete sızmasında gafletinden ötürü siyasi iktidarı, ‘Cemaat hoşgörüsü’nden ötürü de dindar kitleleri suçluyor. İyi de, bu noktaya gelinmesinde, Hidayet Şefkatli Tuksal’ın dediği gibi suçlayanların hiç mi suçu yok? Dindar kesimleri, normal koşullarda ahlakî açıdan mahkûm edecekleri bir fiil (‘sızma’) karşısında ‘takdir’ hissiyle dolduran toplumsal-siyasi atmosferin müsebbiplerinin rolünü hesaba katmadan, bu noktaya nasıl geldiğimizin mufassal ve hakkaniyetli bir dökümünü yapabilir miyiz?
Devletin kapılarının, onun sahibi olduğunu öne sürenler tarafından tutulması muhafazakâr kesimlerde ‘Helal olsun şu Cemaat’e, nasıl da ustalıkla sızıyor devlete’ ruh haline yol açarken, somut iktidar kademelerinde de derin bir çaresizlik duygusu hüküm sürüyordu. Çünkü AK Parti, 2002’de iktidarı almadan önce Millî Görüş geleneğinden gelen bir hareket olarak, Cemaat’in tersine açık ve şeffaf bir siyaset izlemiş, devlete sızma ve orada gizlenme gibi bir stratejiden uzak durmuştu. İktidara geldikten sonra, kendi anlayışına yakın kadrolarla çalışabilmeyi ummuştu. Ne var ki mevcut bürokrasiyi değiştirmek bir yana, o bürokrasi silahlı ve silahsız kanatlarıyla daha ilk günden AK Parti’yi geldiği gibi gönderme hedefine kilitlenmişti. ‘Yüzde 36 ile geldiler, Parlamento’nun üçte ikisini kontrol ediyorlar’ eleştirileri, kısa bir süre sonra ‘yüzde 99 da alsalar ülkeyi yönetemezler’ noktasına varacaktı.
Seküler-modern ‘sivil’ toplum da bürokrasiyle aynı çizgide hizalanmıştı ve oradan gelen ‘elini taşın altına koyma’ çağrılarına hiç sektirmeden icabet etmekle meşguldü.
AK Parti’nin 2002’de içine düştüğü deniz, işte böyle bir denizdi.
Hatırlamanın faydaları
O denizde olup bitenleri şimdi hatırlamanın sayısız faydası var… Böyle bir hafıza tazelemesi her şeyden önce, yaşadığımız melanetin panzehirini, darbe yapmanın imkânsız olduğu bir Türkiye’de değil, darbe yapma hakkının sadece Kemalist askerlerin uhdesinde bulunduğu ‘eski’ Türkiye’de görenlerin yakın geçmişlerini ortaya serecek. Onları yakın geçmişleriyle birlikte mütalaa etmek, bize, şimdiki ‘demokrat’ pozisyonları hakkında daha gerçekçi bir değerlendirme yapma imkânı verecek.
Öte yandan bu hafıza tazelemesi, devleti felç eden Cemaat faaliyetine karşı yer yer devlet içindeki eski Türkiye unsurlarıyla ittifaka yönelen AK Parti için de çok önemli… Reel siyaset bazı alanlarda böyle bir ittifakı zorunlu kılabilir. Mesela ben, AK Parti’nin ordu içindeki tasfiyeleri böyle bir çaresizlikle sınırlı tuttuğuna inanıyorum. Keza, darbenin bütünüyle Cemaat kadrolarının işi olduğu algısına halel getirmemek için, darbe girişimine katılan Cemaat dışı askerlerin varlığının özellikle öne çıkarılmadığını düşünüyorum.
Bu türden stratejiler ve taktikler siyasetin mantığı içinde kabul edilebilir, anlaşılabilir; neticede siyaset salt ilkeyle yürüyen steril bir alan değil… Fakat belirli bir dönemde birlikte yürünen güçlerin gerçek doğaları ve eğilimleri hesaba katılmaz, tam tersine hesapsız bir iyimserlik içine girilirse, o ittifak bir süre sonra infilak eder.
AK Parti’nin, devlet alanını kendisi için cehenneme çeviren Kemalist ablukaya karşı Cemaat’le kurduğu ittifak 7 Şubat 2012’de (Hakan Fidan’ın tutuklama girişimi) lav püskürtmeye başladı, 15 Temmuz 2016’da da infilak etti.
AK Parti şimdi de devlet alanını kendisi için cehenneme çeviren Cemaat’e karşı Kemalist asker ve bürokratlarla bir ittifak kurmuş durumda. Şayet bir önceki ittifaktan gerekli dersler çıkarılmamışsa, bu ittifak da günü gelince infilak edecek. Meğerki AK Parti yakın geçmişte içinde yüzdüğü denizi unutmasın ve ‘yeni’ Türkiye’nin ‘eski’nin güçleriyle ittifak ederek kurulabileceğine inanmasın.
Şimdi 2002’den başlayarak o denizin içinde ilerlemeye, unuttuğumuz ayrıntıları hatırlamaya başlayalım…
10 Ağustos çarşamba: 3 Kasım 2002 gecesi: ‘Meşru değilsin!’