Seviyesiz haberleriyle dikkat çeken CHP yandaşı Sözcü gazetesi, seçim günü, kapağında beyin resmi bulunan özel manşetle çıkmış, resmin altına “ oy kullanmaya giderken yanınıza almayı unutmayınız” notunu düşmüştü. Kimileri için güzel bir “espri” idi belki ama içerdiği hakaret hiç de yenilir, yutulur değildi.
Aynı gün Fransa’nın “saygın” gazetelerinden Le Monde, gazeteciden çok PKK militanı gibi yazılar kaleme alan Allan Kaval’ın imzasıyla “Türkiye: Cizre’de Kürtler Erdoğan’a karşı savaşa hazır” (Turquie: à Cizre, les Kurdes prêts à la guerre contre Erdogan) başlıklı bir haber yayınlamıştı. HDP’nin yükselişi ve AK Parti’nin zayıflamasının damgasını vurduğu 7 Haziran seçimlerinden sonra “kaosun kenarındaki” Türkiye’nin yeniden sandığa gittiğinin altı çizilen haberde, bir YDG-H militanına atfen bu seçimin sonucu ne olursa olsun örgütün büyük bir savaşa hazır olduğu bildiriliyordu. Habere Cizre’nin dar sokaklarında boy gösteren iki militanın ve yığınaklarla çatışmaya hazırlanmış bir sokağın fotoğrafları eşlik ediyordu.
Le Monde bir süredir Türkiye’nin iç savaşın eşiğinde olduğuna dair birçok haber yayımlıyor, bu savaşın sorumlusunun “diktatör” ilan ettiği Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğunu, 1 Kasım seçimlerinde partisinin tek başına iktidar olmasını amaçladığını yazıp çiziyordu. Tıpkı Çözüm Süreci’ni elinin tersiyle iten ve “devrimci halk savaşı” ilan eden PKK’nın etkisinde, “AKP düşmanlığı” temelinde savrulup duran siyasi kolu HDP gibi.
Le Monde, bu tür “değerli” haber ve analizleri okurlarının istifadesine sunan tek Fransız gazetesi değildi. ABD’de AK Parti düşmanlığı üzerinden Türkiye’yi hedef alan “neo-con” yayınlar başını almış yürümüş; İngiliz, Fransız, Alman, İspanyol gazeteleri başta olmak üzere Avrupa medyasını da etkisi altına almıştı. AKP’nin bu seçimlerde de yine salt çoğunluğa ulaşamayacağı yazılır, çizilir olmuştu. “Erdoğan Türkiye’si” Avrupa’nın yeni “Hasta Adamı” ilan edilmişti. 2014 Ağustosunda 5 yıl için ilk turda yüzde 52 oyla Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın Türkiye’si…
Aklı olan herkesin, oy vermiş olsun, olmasın, seçilmiş bir Cumhurbaşkanı’na süresi sonuna kadar saygı gösterilmemesinin özünde Türkiye’ye ve seçmenine saygısızlık olduğunu kabul etmesi gerekir. Demokrasi, hep kendi tercihinin kazanması anlamına gelmiyor çünkü. Bugün kendisinin tercih etmediği siyasetçilere saygı göstermeyenin, o siyasetçileri seçenleri beyinsiz ilan edenlerin, yarın başkalarının kendi seçtiği siyasetçiye saygı göstermesini beklemeye hakkı olabilir mi?
Aslında 1 Kasımda sandığa giden seçmenin demokrasinin bu temel kuralı dışında vurgulamak durumunda olduğu başka şeyler de vardı. Birincisi ve en önemlisi, Çözüm Süreci’nin mimarı olan bir Cumhurbaşkanı’nın, kendisinin ve partisinin çıkarları için PKK ile savaşı başlattığı gibi insan zekâsıyla alay eden bir teze katılıp, katılmadığını ortaya koymak. Gerçi Kürtler, PKK’nın devrimci halk savaşı içindeki yerini almamış, uluslararası medyanın pompaladığı Türk-Kürt iç savaşı patlak vermemişti ama bu konudaki görüşünü AKP ya da HDP’ye destek vermek suretiyle dile getirmek durumundaydı. 1 Kasımda Kürtlerin HDP’ye desteğinin yüzde 2,5 dolayında azaldığına bakılırsa, bu tezin itibar görmediği görülüyor.
Bu, çok da şaşırtıcı bir sonuç değil, çünkü örneğin İspanya’da, Bask Ülkesi’ndeki seçimlerde ETA’nın siyasi kolu Batasuna ve türevi partiler terörün tırmandığı ortamlarda oylarını yitirdi. 125 bin dolayındaki (yüzde 8-9) kemik oylarıyla yetinmek durumunda kaldığı dönemler oldu. Buna karşılık, eylemsizliğin hüküm sürdüğü dönemlerde oyları 225 bine (yüzde 17-18) kadar yükseldi. ETA’nın kesin silah bırakmasından sonra bu oran daha da arttı.
Kürt sorununun çözümü bağlamında 1 Kasımda sandıktan çıkan sonuç, Bask Ülkesi’nde olduğu gibi, “şiddetin reddedilmesi” olarak değerlendirilebilir. Ama aynı zamanda, Kürtlerin Çözüm Süreci’nin devamından yana olduğu ve bu süreçte HDP’yi her şeye karşın çözümün küçük aktörü olarak görmeye devam ettiği söylenebilir. Ama büyük aktör AK Parti’dir ve aklın ve mantığın gereği olarak HDP, bu işlevini yerine getirmek ve yok olmamak için PKK ile arasına net bir mesafe koymak ve “AKP düşmanlığı” üzerinden yürüttüğü yanlış stratejiyi tümüyle değiştirmek durumundadır.
1 Kasımda sandığa giden seçmenin vurguladığı ikinci husus, CHP ve MHP’nin, adı ne olursa siyasete bürokratik müdahale odaklarıyla aralarına mesafe koymaları ve “AKP düşmanlığı” üzerine inşa ettikleri stratejilerinden vazgeçmeleridir. “Türkiye batsın, ne olursa olursan, ama AKP iktidardan gitsin” zihniyetinin seçmen nezdinde itibarı olmadığı 1 Kasımda bir kez daha açıkça ortaya çıkmış bulunuyor.
CHP bu seçimlerde oyunu 0,3 puan kadar arttırmış olmakla birlikte kemik oylarının ötesine taşıyabilmiş değil. Bu partinin iktidar alternatifi olmak için köklü biçimde değişim geçirmesi gerektiği ortada. Hep vurguladığım gibi, CHP bir kere, sistematik olarak iktidar partisinin her zaman yanlış yaptığı gibi saçma bir stratejisiyle başarıya ulaşamaz. Ayrıca “birinci sınıf demokrasi istiyoruz” veya “çözümden yanayız” gibi altı doldurulmamış sözlerle ya da Sayın Kılıçdaroğlu’nun anayasanın ilk üç maddesiyle ilgili olarak aynı gün içinde yaptığı birbiriyle çelişen ifadelerle “değişim geçirmiş parti” olduğu hususunda seçmeni ikna etmesi mümkün değil.
Yeri geldikçe altını çizdiğim gibi, CHP öncelikle Türkiye’de eksikliği hissedilen “evrensel normlara uygun bir sosyal demokrat partiye” dönüşmek durumunda. Bunun için Sayın Kılıçdaroğlu’nun söylemlerinde değil, parti tüzüğünde ve politikalarında kapsamlı bir değişikliğe gitmesi gerekiyor. Her ne kadar uluslararası medya Erdoğan ve AKP karşıtlığı üzerinden CHP’yi hak etmediği halde “sosyal demokrat” ilan etmiş olsa da, seçmen bunun böyle olmadığını biliyor.
Özetle belirtmek gerekirse, 1 Kasım seçimlerinde sandıktan muhalefet partilerinin değişen ölçülerde destek verdiği AKP’yi iktidardan uzaklaştırmak için Türkiye’yi kaosa sürükleme opsiyonunun cezalandırıldığı, barış, istikrar ve normalleşmeden yana bir sonucun çıktığını söylemek mümkün. Bu, muhalefet partilerinin hangi yönde değişmeleri gerektiğini de içeren kapsamlı bir sonuç aslında. Sözcü’nün istediği gibi değil belki ama böyle bir sonucun aklın ürünü olduğuna kuşku olmasa gerek.