NSU: “Nasyonal Sosyalist Yeraltı” isimli terör örgütünün kısa ismi. Türkiye’deki birçok kişi için “NSU” yabancı bir kelime. NSU ile ilgili münhasıran yazılmış Türkçe bir kitap, Türkçe çekilmiş bir belgesel, Türkiye’deki akademisyenler tarafından yürütülmüş bilimsel bir araştırma ya da popüler yazı dizileri yok. Türkiye kamuoyu açısından “NSU”, tabiri caizse hiç var olmamış bir cinayetler silsilesinin çok uzakta kalan, sisli ismi. Oysa bu korkunç terör örgütü, Almanya’da 2000 ila 2011 yılları arasında bilindiği kadarıyla 8’i Türk, 9 kişiyi tamamen ırkçı gerekçelerle öldürdü.
Cinayetlerin arkasında sayısız skandal vardı. Bu skandallar arasında, Alman iç istihbarat kurumu olan Anayasayı Koruma Dairelerinin NSU ağıyla ilişkileri, “imha edilen” dosyalar, cinayet mahallinde bulunan muhbirler ya da NSU cinayetlerine göz yuman “güvenilir kişi”ler yer alıyordu. 2011 yılında NSU “tesadüfen” ortaya çıkana kadar kurbanların aileleri bizzat ırkçı bir suçlama mekanizması dahilinde senelerce izlenmiş ya da defalarca sorgulanmış, “mağdur”dan “potansiyel fail” konumuna itilmişlerdi.
Bütün bu skandalların işleyen bir hukuk devletinde nasıl gerçekleşebildiği sorusu henüz açıklığa kavuşturulamadan 2018’in temmuz ayında, 5 senedir devam eden NSU davası karara bağlandı. 438 duruşma sonunda mahkeme, örgütün “yaşayan tek üyesi” olduğu iddia edilen Beate Zschaepe’ye ömür boyu hapis cezası verdi. Diğer sanıklar Ralf Wohlleben 10 yıl, Andre Emminger 2.5 yıl, Holger G., 3 yıl ve Carsten S. 3 yıl gibi cezalarla terör örgütüne yardım ve yataklığın ardından davayı birer “kahraman” olarak tamamladılar. İçlerinden bazıları şu an özgür. NSU’nun Çeska 83 tip silahla güpegündüz infaz ettiği Enver Şimşek, Abdurrahim Özüdoğru, Süleyman Taşköprü, Habil Kılıç, Mehmet Turgut, İsmail Yaşar, Theodoros Boulgarides, Mehmet Kubaşık, Halit Yozgat ve Michele Kiesewetter ise mezardalar. Irkçı şiddetin kurbanlarının yakınları için her yeni gün, cevabı bulunmamış sorularla boğuşmak anlamına geliyor.
NSU 2.0’den Tehdit: “Kızını Katledeceğiz”
Fakat NSU’nun bir türlü yakasını bırakmadığı biri daha var: Seda Başay-Yıldız. Münih’teki NSU davasında Şimşek ailesini temsil eden avukat Başay-Yıldız, 2018’in ağustos ayında bürosuna bir tehdit mektubu aldı. “NSU 2.0” imzasıyla biten mektupta şu ifadeler yer alıyordu: “Hâlâ hayattayken buradan defolup gitsen iyi olur, seni domuz! İntikam için kızını katledeceğiz.”
Uzun süredir Neonazilerden mütemadiyen tehditler alan genç avukat için bu kez aldığı tehdit mektubu farklıydı. Çünkü bu kez mektupta, 2 yaşındaki kızının ismi ve ikamet ettiği şahsi evinin adresi gibi hiç kimsenin ulaşamayacağı bilgiler yer alıyordu. Başay-Yıldız bu kez tehdidi ciddiye aldı ve polise şikayette bulundu.
Tehdit mektubundan hareketle soruşturma başlatan güvenlik güçleri, avukatın özel adresine Frankfurt’ta bir polis karakolundan erişim sağlandığını saptadılar. Böylece tepeden yuvarlanan ufak bir kar topu büyüdü ve Frankfurt karakolunda, Neonazi polislerden oluşan bir sohbet grubu ortaya çıkıverdi. Söz konusu karakoldaki 5 polis, bir whatsapp grubunda Hitler resimleri dâhil olmak üzere aşırı sağcı içeriklerle chat yapıyordu. Söz konusu 5 polis görevden uzaklaştırıldı. Haklarında soruşturma başlatıldı. Fakat Başay-Yıldız’a tehdit mektubu gönderen polislerin bu 5 memur mu olduğu, aynı karakolda ya da diğer güvenlik kurumlarında gizli bilgilere erişimi olan başka Neonazilerin olup olmadığı bilinmiyordu.
Ta ki, ikinci tehdit mektubuna kadar. Başay-Yıldız’ın geçtiğimiz günlerde aldığı ikinci tehdit mektubunda bu kez anne-babasının ve eşinin ismi de yer alıyor ve mektup yine NSU 2.0 imzasıyla şu ifadeleri barındırıyordu: “Aklı ölmüş pis döner. Sen, polis meslektaşlarımıza ne yaptığının bilincinde değilsin.” Mektubu yazanlar “meslektaş”larından bahsettiklerine göre, söz konusu Neonazilerin yine polis teşkilatındaki devlet memurları olma ihtimali vardı. Özetle hâlihazırda Alman polis teşkilatı içerisinde kendisini NSU 2.0 olarak adlandıran Neonazi bir şebeke var. Bu şebeke, kişilerin özel adresleri gibi hassas bilgilere erişebiliyor, dahası güvenlik açıklarını en iyi bilebilecek kitleyi oluşturarak müthiş bir tehlike arz ediyorlar.
Skandal bununla da bitmiyor: Başay-Yıldız’ın Süddeutsche Gazetesi’ne verdiği röportajda söylediği kadarıyla soruşturmayı yürüten polisler, genç avukata “kendisini korumak için silah ruhsatı alma” önerisinde bulunmuş durumda. Devletin en hassas aygıtına kadar nüfuz eden ırkçılık karşısında iflas bayrağı ancak böyle çekilebilirdi.
“NSU 3 kişiden oluşan izole bir örgüt” yanılgısı
Seda Başay-Yıldız’a tehditler, Almanya’da NSU kompleksiyle ilgili en temel tezin ne kadar hatalı olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor: Münih’teki NSU davasında savcılık ve bazı diğer siyasi aktörler, NSU’nun ikisi ölü, biri hapiste toplamda üç kişiden oluştuğunu iddia etse de bu kabul bariz bir şekilde hatalı. Irkçı infazları destekleyen Neonaziler hâlâ Almanya’da, toplumun ta göbeğinde ellerini kollarını sallayarak yaşıyorlar. Şu anda da hem devlet memuru olup, hem de kendisini NSU 2.0 olarak tanımlama cesaretine sahip olabilen en az bir “şebeke” ile daha karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz.
Almanya’da bir avukatın, bazı Neonazi polis memurlarının marifetiyle hayatından endişe etmek zorunda kalması bir skandal. Ülkede NSU’dan ders alınmayıp, polis teşkilatındaki ırkçılıkla etkin mücadele stratejilerinin geliştirilmemesi de bir skandal. Diğer bir skandal ise, 8 vatandaşını NSU’ya kurban veren Türkiye kamuoyunun şimdi “Türkiye kökenli avukat” olarak bilinen Seda Başay-Yıldız’a yönelik tehditlere kör ve sağır kalması.
Elbette Almanya’daki Türkiye kökenliler, ırkçı şiddet karşısında bir “devlet baba”nın korumasına muhtaç değiller. Böyle bir beklenti, Almanya’daki Türkiye kökenlileri kendi meselelerini takip edemeyen ve durmadan paternalist yönlendirmelere ihtiyaç duyan bir kitle olarak göstermek anlamına gelir. Fakat yine de insan, söz konusu “ırkçılık” olduğunda ciddi bir kamuoyu ilgisi ve infiali de beklemiyor değil. Başay-Yıldız’a yönelik tehdit mektupları, nasıl Alman polis teşkilatında ırkçılık konusundaki iflas bayrağının işaret fişeğiyse; Türkiye kamuoyunda NSU’ya yönelik ilgisizlik de açık ara madalyalık bir performans olarak görülmeli. Nitekim Almanya’daki sayısız sivil toplum kuruluşu, Başay-Yıldız’la dayanışma gösterirken, Türkiye’de NSU’yu ya da ırkçı şiddeti doğrudan takip eden kurumların yokluğu kendisini çok açık bir şekilde belli ediyor.