Ana SayfaYazarlarAna Dil: Ne diyor bu insanlar?

Ana Dil: Ne diyor bu insanlar?

 

İlkokuldayken “belirli gün ve haftalar” faslına bayılırdım. Ayrı bir ders değildi, muhtemelen “Hayat Bilgisi” dersinin bir parçasıydı. Her “ünite”nin bitiminde çoğunluğu “resmi tarih” ağzıyla yazılmış komik şiirler ve “günün anlam ve önemi”ne uygun “batılı” gibi görünen ideal aile ya da “talebe” resimleri eşliğinde bu konuyu “işlerdik”. Bazıları, mesela “Yerli Malı Haftası”, aktif olarak kutlanırdı, ama, çoğunluğunun üzerinden “müfredatı tamamlamak” için geçilirdi. Bu nedenle daha çok bir zorlama gibi görünse bile, bu konu sayesinde standart ders konularından uzaklaşma imkanı bulurduk. Ayrıca o komik şiirleri sınıfta yüksek sesle okur, sonra da alçak sesle bu şiirlerle dalga geçerdik. Eğlenceliydi. Hayatımın ondan sonraki dönemlerinde de “belirli gün ve haftalar” kutlamalarıyla karşılaştığımda yüzümde bir gülümseme belirdi hep.

 

Son yıllarda bu gün ve haftaların, özellikle uluslararası kabul görmüş olanlarının, hiç de komik olmadığını, tam tersine bu bilgi kalabalığında, normalde bilsek bile alışıp gittiğimiz konulara dikkat çekmek için iyi vesileler olduğunu görüyorum.

 

21 Şubat tarihi de, 1999 yılında UNESCO tarafından ana dili konusuna dikkat çekmek ve kültürel çeşitliliği teşvik etmek için “Ana Dil Günü” olarak belirlenmiş. Dolayısıyla bu yıl da çeşitli mecralarda bu konuyla ilgili haberler, yazılar, söyleşiler yayımlandı. Örneğin BBC Türkçe’de Işıl Su Erdoğan tarafından hazırlanan mini dosya gayet kapsamlı ve açıklayıcıydı. (https://www.bbc.com/turkce/amp/haberler-47311366?__twitter_impression=true). Bu haberde UNESCO Dünya Tehlike Altındaki Diller Atlası Editörü Chris Molesey tarafından yapılan ana dil tanımı şöyleydi: "Rüya gördüğün, düşündüğün, hatta başka dillerdeki düşünceleri bile fark etmeden çevirdiğin dil ana dilindir.”

 

“Ahvalnews.com.tr” adresinde dinlediğim söyleşide ise, Avukat Eren Keskin kısaca ve en yalın haliyle şu tanımlamayı yapıyordu: “Ana dil insanın kendisi olma halidir.”

 

İki kısa tanım da, ana dile dair doğrudan günlük hayatta karşılaştığımız durumları açıklıyor. Gayet akıcı olarak Türkçe konuşan ama bir şeylerle uğraşırken ana dillerinde şarkı mırıldanan ya da şakalaşırlarken/kızdıklarında aniden kendileri olup, ağızlarından aslında o ana kadar konuştuğunuz dilden farklı bir dilde kelimeler dökülen insanlarla karşılaşmışsınızdır muhtemelen.

 

Buna benzer bir durum Saroyan hikayelerinde de vardır. Anadolulu Ermeni bir ailenin Amerika’ya göçü sonrasında 1908 yılında orada doğan William Saroyan’ın İngilizce yazdığı çok naif ama çarpıcı hikayelerini çok severim. Özellikle gençlik döneminde yazdıkları hep göçmenlikle ilgilidir. Göçmenlerin Amerika’da nasıl bir hayat kurma çabasında olduğundan bahsedilen ve hep geldikleri yerlere referanslarla dolu olan bu hikayelerde de, küfredecekleri zaman ya da birileriyle dalga geçerlerken Ermenice, hatta bazen Türkçe kelimelere dönüveren aile büyükleriyle sık sık karşılaşırız. Kendi olma anlarıdır bunlar. Coşkulu duyguları başka bir dilde ifade etmeleri mümkün değildir.

 

Ana dil bahsi açıldığında, Türkiye’de, en azından 12 Eylül darbesini yaşamış olabilecek yaştaki insanlar olarak, aklımıza ilk gelenin “Diyarbakır Cezaevi” olduğunu sanıyorum. Detaylarını bilmekten kaçınacağımız ölçüde korkunç işkence ve baskıların yanısıra, Türkçe bilmeyen annelerin tutuklu oğullarıyla konuşamadığı yerdir bizim için orası. Ana dilleriyle konuşmak yasaktır, Kürtçe, bazen de Arapça konuşmaktan başka çareleri olmayan annelerin sustuğu yerdir. Devletin anladığı dil dışındaki her dil belirsizliktir, direnmeye işaret etme ihtimali baştan ortadan kaldırılmalıdır. Aradan geçen yaklaşık 40 yıla rağmen, diğer her türlü dehşet hikayesi olmasaydı bile, konuşulması yasaklanan ana dil hikayeleri yeterlidir boğazımızın düğümlenmesi için.

 

Artık, her şeyi perdesiz konuşabildiğimiz, birbirimizi ikna edebileceğimizi düşündüğümüz zamanlarda değiliz, dolayısıyla son durumlarını bilmiyorum, ama 15-20 yıl önce bile, “Kürtçe” diye bir dilin olmadığını söyleyebilen “aydın”, “siyasetle iç içe” üstelik de kendilerini “solcu” olarak niteleyen arkadaşlarımız vardı. Bunlar enteresan tartışmalardı esasında. Bu kadar bariz bir konudaki düşüncelerini öğrenmek değildi enteresan olan, yani siyasi olarak değil, topluluk psikolojisi açısından ilgi çekiciydi. Konuşurken bir noktada duvara toslardınız, ondan sonrasına geçilmezdi, klasik savuşturma yöntemleriyle karşı karşıya kalırdınız. Akıl yürütme yöntemlerini anlamak mümkün değildi. Sonraları dolaylı olarak kabul edildi Kürtçenin varlığı, ama mesela, 2011 yılında Doğu Perinçek şunları söylemiş “Kürtlerimiz”, “Kürdümüz” (yazıdaki ifadeler aynen böyle) hakkında: “Doğrudur, bir insanın anasının dili, çoğu zaman en iyi bildiği, en rahat kullandığı, yeteneklerini en kolay geliştirebildiği dildir. Ama her zaman öyle değil. Bir insanın ana dili, kimi zaman anasının dili değil, içinde yaşadığı, eğitimini gördüğü toplumun dilidir.” (http://vatanpartisi.org.tr/genel-merkez/haberler/dogu-perincek-ten-ana-dil-degerlendirmesi-ana-dil-en-iyi-anlastigimiz-dildir-7834)

 

Bu ve benzeri ifadeler halen orada duruyor. Zihniyeti anlamak için yazının bu kadarını okumak bile yeterli sanıyorum. Bu sözleri George Orwell malum kitabında Squearel’e söyletiyor sanki: “Ana dillerimiz kimi zaman güzeldir, hangi zamanlarda güzel olacağına biz karar veririz!”

 

2019 yılındayız. Artık cezaevlerinde Kürtçe ya da başka dillerde konuşmak mümkün, artık Kürtçe yayın yapan televizyon kanalları var, artık çocuklara Kürtçe isimler vermek mümkün. Ama 5-6 yaşında okula başlayan çocukların ana dilleriyle eğitim göremediği ya da annelerinin onlara kendi dillerini öğretmekten çekindiği bir ülkede yaşıyoruz. Yani, karşımızda en temel konularda, dağ gibi ana dili yasakları var. Üstelik bu konu artık birçok kesim tarafından eskisi gibi dillendirilmiyor bile.

 

Dolayısıyla, 21 Şubat Ana Dil Gününün anlam ve önemini anlatmak için çok çaba sarf etmeye gerek yok. Belki Eduardo Galeano’nun, “Kucaklaşmanın Kitabı”nda “Kızılderililer/2” anlatısında duru bir dille söylediklerini ve sorularını hatırlamak bile yeterli olur.

 

“… Güney Sierralar’da dünyaya gelmiş olan Lucho, “Okulda kendi dilimizi konuştuğum zaman beni döverlerdi” diyor.

Lucho’nun karısı Rosa, eskileri anarak, “Babam benim Keçuva dilinde konuşmamı yasaklamıştı” diyor. “Senin iyiliğin için yapıyorum, derdi.”

Rosa ile Lucho, Quito’da yaşıyorlar.

“Pis Kızılderili!” sözünü duymaya alışıklar.

Kızılderililer aptaldır, serseri, ayyaş. Ama onları hor gören düzen, bilmediği bir şeyi hor görüyor, çünkü korktuğu şeyin ne olduğunu bilmiyor.

Hor görme maskesinin ardında panik var, ölmemekte inat eden o eskil sesler: Ne diyor bu insanlar? Ne diyorlar konuştuklarında? Sustukları zaman ne diyorlar?”

 

 

- Advertisment -