Aslında 14 Ekim’de, CNN Türk’te yapmış olduğu konuşma ve sonrasında karşılaştığı linç kampanyası üzerine bir yazı yazmak istemiş ancak nedense yazamamıştım. Bugün artık ölümünün ardından, kızının cenazede attığı çığlık halen kulağımda iken yazıyorum. Haberi ilk aldığımda, “Allahım, inşallah bir rüyadır; birazdan uyanırım ve bu kâbus biter” demiştim. Ancak değilmiş. Zaten yüreğime, âdetâ göğüs kafesime sıkışmış bir taşın verdiği acı, olup bitenin rüya olmadığını gösteriyordu.
En çaresizlerin sözcüsü
Tahir Elçi, tam soyadına yaraşır bir barış elçisi olarak bütün ömrünü en alttakilerin, en mazlumların, en çaresizlerin avukatı olmaya adadı. Bu ülkenin en karanlık “faili meçhul” dosyalarına o bakardı. Dile kolay, en önemli tam 14 “faili meçhul” dosyanın avukatlığını yapıyordu. Geride kalan ailelerin ne acılar çektiğini, nasıl bir hayat sürdüğünü onun kadar bilen başka bir kimse olduğunu sanmıyorum. Keşke ömür elverseydi de bir gün bu mağdur insanların hikâyelerini yazabilseydi. Bakın, 13 Haziran 1993’te, Silopi’ye bağlı Görümlü köyünde Süryani bir aile olan Gulê’nin eşi Hamdo Şimşek ve oğlu Hükmet Şimşek, aralarında köy imamının da bulunduğu 6 kişi ile birlikte, askerler tarafından gözaltına alınır. Gulê’nin evinden alınan haç imamın boynuna takılır; gözaltına alınmış olanlar hakaret ve işkenceyle köy meydanında sürüklenerek uzaklaştırılır. Gidenler bir daha dönmez. Gulê bir avukat için kapı kapı dolaşırken, genç avukat Tahir Elçi’yi bulur. O dönemde faili meçhul bir dâvâyı almak, sahipsizlerin sahipliğine soyunmak kolay değil. Nitekim Gulê bir müddet sonra öyle baskılarla karşılaşacaktır ki, bir gün Tahir Elçi’ye gelip şöyle der: “Tahir, oğlum sen bu davayı bırak. Bizimkiler gitti, seni de öldürecekler.”
Tahir Elçi, o güzel insan, bu ülkeye barış ve huzur gelsin diye bir basın açıklaması yaparken, henüz kimden ve nasıl geldiğini bilmediğimiz bir kurşuna kurban gitti. Hayatını kaybetmeden bir iki dakika önce şöyle demişti : “Tarihî bölgede; bir çok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış kadim bölgede; insanlığın bu ortak mekânında, silâhlı çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz." Evet, bu soylu sözleri sarf edip hepimizi duyarlılığa dâvet ederken canından oldu.
Hendekler ölüm çukurlarına dönüşürken
Şimdi bir an olsun duralım ve kendi kendimize şu soruyu soralım: Eğer 7 Haziran seçimleri sonrasında bir anda hayatımızı esir alan şiddet ortamına geri dönüş yapılmamış olsaydı, bugün Tahir Elçi aramızda olmaz mıydı? Peki, bu şehir ortalarına açılan hendeklerin Kürt halkı için ölüm ve zülüm çukurlarına dönüştüğünü görmüyor muyuz? Sadece Silvan gibi bir ilçeden 25 bin insanın göç ettiğini, daha birkaç gün önce Mazlum-der açıkladı. Cizre, Varto, Nusaybin, Diyarbakır ve daha pek çok ilçede benzer bir durum yaşanmakta. Belki PKK bu yolla tekrar barış masasının kurulmasını hedefliyor; ancak bu yol maalesef gittikçe işleri daha da zorlaştırıyor. Şiddete dönüş bir hatâysa, bu yöntem bir cinayettir. Öte yandan kimi HDP’lilerin “biz hendek kazılan yerlerde oy kaybetmedik”şeklindeki açıklamaları, siyasi sefaletin izahı nâ-mümkün kısmını teşkil etmekte. Ne yani; Kürt halkı bu uygulamaları destekliyor mu? Amacınız bunu söylemek ise fena halde yanılıyorsunuz. Evet, Kürtlerin önemli bir kesimi HDP için oy kullanıyor; ancak bu, HDP’nin tüm politikalarının doğru olduğu anlamına gelmez. Çoğu Kürt, Mecliste bir Kürt partisi de olsun ve Kürt sorunu, şiddet ortamından uzak durularak Meclis çatısı altında çözülsün diye HDP’ye oy vermekte. 1 Kasım seçimlerinde HDP’nin 2 puandan daha fazla düşmesi, Kürtlerin şiddet ortamına dönüşe verdiği açık bir tepki olarak okunmalı.
Sivil bir insiyatif şart
Korkarım ki bu kör şiddet, özellikle de bu hendek ve çukurlar devam ederse, bu durum bugün Tahir Elçi’yi, yarın başka insanları kurban alır ve alacak. O nedenle bir an önce şehirlerimizde sükûnet sağlanmalı. Maalesef HDP tek başına bu şiddeti durdurmaya kâfi gelmedi. Şimdi, özellikle diğer Kürt partileri ve sivil toplum kuruluşları farklı bir insiyatif geliştirebilir. Hemen her il ve ilçenin batı illerinde bir iki derneği bulunmakta. Bunlardan bazıları ciddî anlamda faaliyet yapabilmekte; özellikle yas ve düğünlerde, çok ciddî bir sosyal dayanışma içerisine girmekte. İşte, bu dernek ve vakıflar, yanlarına yüzlerce, hattâ binlerce üyelerini alarak, hendek kazılmış olan il ve ilçelere gitmeli; oralarda yaşayan akraba ve hemşerileriyle birlikte, hendek kazmış olan gençler ile devlet arasında etten bir duvar oluşturarak, yerleşim yerlerinde bunu istemediklerini haykırmalı. HDP de bu girişimleri desteklemeli; ancak öncülük sivil toplum kuruluşlarında ve diğer siyasi partilerde olmalıdır. Belki böylece bu hendek vak’âları ortadan kalkar ve tekrar barış masanın kurulması için bir zemin oluşur.
Bir insan hakları savunusu olarak Tahir Elçi’nin en büyük dileği, şiddetsiz, çatışmasız bir ortamın sağlanarak barışın tesis edilmesiydi. Bunu yapabildiğimiz anda, onun mirasına sahip çıkmış olacağız ve acılarımız bir nebze de olsa teselli bulacak. Dilerim Tahir Elçi ve onunla aynı gün hayatlarını kaybeden polis memurları Ahmet Çiftaslan ve Cengiz Erdur, bu akıl tutulması sürecinin en son kurbanları olarak kalırlar ve bir an önce barış süreci işlemeye başlar.