Nobel’le ödüllendirilen Kolombiya barışı, yüreğini yeterince soğutamamış Kolombiyalıların kimsenin kınamaya hakkı olmayan “hayır” oylarıyla belirsiz bir geleceğin içine yuvarlandı.
Elli yıl sürmüş, 250 bin insanın ölümüne ve 5 milyon insanın yerinden yurdundan olmasına yol açmış bir savaştan söz ediyoruz… Böyle bir savaşın taraflarının olağanüstü zorluklara rağmen imzaladıkları barış anlaşmasının bir halk oylamasında reddedilmesi, birçok açıdan ele alınıp tartışılması gereken bir konu başlığı oluşturuyor. Ben bu yazıda, yaşadığımız tecrübenin duygularla ilgili yanını ele alacağım.
Aklımdaki temel soru şu: İnsanları, bu kadar uzun sürmüş ve bu kadar büyük acılara yol açmış bir savaşı sona erdiren bir barış anlaşmasına “hayır” demeye sevk eden, dolayısıyla onlara yaşanan acıların benzerlerini bir daha, bir daha yaşamayı göze aldıran temel duygu ne olabilir?
Referandumda “hayır” oyu verenlerin öne çıkan argümanlarına baktığımızda, bu temel duygunun “adaletsizlik” olduğu anlaşılıyor. Yani “hayır”cı Kolombiyalılar, tarafların üzerinde anlaştıkları barış anlaşmasının yüreklerindeki acıyı dindirmeye yetmediğini, FARC gerillalarının sıradan insanlar olarak kendilerine ve ailelerine yaşattığı adaletsizlikleri soğutacak maddeler içermediğini söylüyorlar…
‘Barış eksiksiz bir adalet olsun diye yapılmaz’
“Barış, tam ve eksiksiz bir adalet olsun diye yapılmaz. Barış, geçmişteki acıyı unutmak, şimdiki acıyı dindirmek ve gelecekteki acıyı önlemek için yapılır…”
Yukarıda okuduğunuz satırlar, Kolombiyalı ünlü doktor, öğretim üyesi, insan hakları savunucusu ve yazar Héctor Abad Faciolince’nin 3 Eylülde El País’te yayımlanan “kendimi artık kurban hissetmiyorum” başlıklı makalesinin son bölümünü oluşturuyor.
Bu yazının başlığının da ima ettiği gibi, ben de öyle düşünüyorum. Tabii, Kolombiya’daki FARC gerillalarının şiddetine uğramamış, canı yanmamış biri olarak bana “bekâra karı boşamak kolay” diyebilirsiniz… Fakat unutmayın ki, Kolombiya’da barışa “evet” diyenler arasında da şiddete uğramış, canı yanmışlar vardı. Dolayısıyla, benim yoksa bile, onların böyle konuşmaya hakları var.
Onlardan biri de Héctor Abad Faciolince… Akın Özçer, 7 Ekim’de Serbestiyet’te yayımlanan “Hayır, barışa mı yoksa cezasızlığa mı?” başlıklı yazısında, Faciolince’nin referandumdan kısa bir süre önce kaleme aldığı, 3 Eylülde El País’te yayımlanan “kendimi artık kurban hissetmiyorum” başlıklı makalesine yer verdi. Ben burada, makalenin bu yazının konusuyla ilgili bölümlerinden kısa alıntılar yapacağım, fakat şayet okumadıysanız o makaleyi mutlaka okumanızı öneririm.
Héctor Abad Faciolince, makalesinde, seçimlerden önce “hayır” oyu vereceğini öğrendiği kayınbiraderiyle, bir “evet”çi olan kendisinin trajik öykülerine yer veriyor.
120 ineği olduğu için zengin sayılan kayınbiraderi 35 ve 46 yaşlarındayken iki kez Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) tarafından kaçırılmış, fidye karşılığında serbest bırakılmış. Ödeme yapmaması durumunda ya kendisi ya da oğulları öldürülecekmiş.
Fakat Faciolince’nin hikâyesi daha da acı; o, babası paramiliter gruplarca öldürülen bir kişi. Buna rağmen, eski başkan Uribe onlarla “cezasızlık” karşılığında barış anlaşması yaptığında bunu “umursamadığını” yazmıştı. Şimdi de barış karşılığında FARC militanlarına ceza verilmemesini umursamadığını yazıyor:
“Telefonla sordum, Federico barış plebisitinde ‘Hayır’ oyu kullanacak. ‘Ben barışa karşı değilim’ dedi ve ekledi ‘ama bu tipler en azından iki yıl hapiste kalsınlar istiyorum. Beni kaçırdıklarında iki kişiyi öldürdüklerini gördüm.’ Onu anlıyorum, fikrine değer veriyorum ve barış düşmanı bir kişi olduğunu düşünmüyorum, aynı fikirde olmasak da. Onu yargılama yetkisine sahip değilim ve ‘Hayır’ oyu verme hakkı olduğunu düşünüyorum. Ama onu anlıyor olsam da, onun da şimdi ‘Evet’ oyu kullanacağımı yazdığımda, beni anlamasını umuyorum. Cezasızlık hakkındaki tutumunu anlıyorum. Ama benim de FARC militanlarına hapis cezası verilmemesini umursamadığımı söyleme hakkım var. Zira Uribe Başkan iken silahlı çetelerle (paramiliterler) barış yaptığında, babamın katillerinin bir gün bile tutuklu kalmamalarını hiç umursamadığımı yazmıştım. (…) İnanmıyorsanız 2004’teki o makalemi okuyun.”
Barış, hangi duygunun üzerinde yükselir?
Kayınbirader Federico’ya kim ne diyebilir? Referandumda “hayır” dediği için kimin onu kınama hakkı olabilir? Fakat sanırım, “barış” denilen şeyin onun gibilerin değil, Héctor Abad Faciolince gibilerin omuzları üstünde yükselecek bir şey olduğunu söylemeye hakkımız var.
Haksız mı Faciolince? Barışın amacı adaleti tesis olsaydı, hangi savaş biterdi? Hangi savaşın sonunda ilan edilmiş bir barış, savaşta ölenlerin yakınlarının adalet duygularını tatmin etmiştir? Uzun sürmüş bir savaşın ardından gelen bir barışı onaylamak, ölen yakınlarının acılarını kalbine gömmek ve fakat bundan da çok başka yakınlarının ölmemesini istemek demek değil midir? Barışabilmek demek, önceki ölümlerin acısının sonraki hayatları yok etmesine izin vermemek, bu olgunluğu gösterebilmek değil midir?
Barış ya da düşmanınla ‘işbirliği’ yapma cesareti
Biraz da, aralarında uzlaşıp bir barış anlaşmasını Kolombiya halkının önüne koyabilme cesaretini gösteren iki adamın gerçekte neyi başardığına bakalım…
Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos ile FARC lideri Timoleon Jimenez, “barış”ı, düşmanına karşı “zafer” kazandıktan sonra ulaşılan sükût ortamı olarak tanımlamayı reddettiler… Onlara göre barış, düşmana karşı zafer elde ettikten sonra değil, düşmanla işbirliği ile ulaşılan bir sükût ortamıydı ve onların yaptığı da bundan başka bir şey değildi.
Barış kavramının içinin bu surette dolduruluşuna ben ilk kez Aydın Engin’in Tan Oral’la gerçekleştirdiği nehir söyleşi Tan Oral Kitabı’nı okurken şahit olmuştum (İş Bankası Yayınları, 2006).
Tan Oral’ın 1970’lerdeki “Soğuk Savaş”ın iki tarafının (ABD ve Sovyetler Birliği) ve onların Türkiye’deki taraftarlarının sürekli tekrarladıkları “barış” çağrılarının “barış”la neden hiç alâkasının olmadığına dair sözlerini ilk okuduğumda bariz bir aydınlanma duygusu yaşadığımı hatırlıyorum. Şöyleydi o bölüm:
“Beni bir barış paneline çağırdılar. Orada öteden beri barışı savunan birçok eş, dost ve yazarı izlediğim zaman şunu fark ettim, aslında kimse barışı savunmuyordu, herkes zaferi savunuyordu. İstedikleri şey barış değil zaferdi. Herkesin istediği zafer. Yani zaferi kazanalım, ondan sonra dünya benim istediğim şekilde barış içinde devam edip gitsin.
“Bu barışçı bir bakış değil. Bu tam savaşçı bakış. O panelde şunu söyledim: ‘Barış düşmanla işbirliği yapmaktır…’ Düşmanla işbirliği yapmanın, anlaşmanın adıdır barış. ‘Buna var mısınız, buna varsanız barışı savunalım’ dedim. (…) Barış budur, bu cesareti gösterebilmenin adıdır barış. Yani kavga ederiz, ben yenerim, ondan sonra sulh ve sükûn içinde benim egemenliğimde, benim istediğim bir dünyada yaşarız. Bu barış değil, bu savaşın tipik tanımı.”
İşte Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos “zafer”i değil, “barış”ı tercih ettiği için büyük bir cesaret sergiledi ve ödüllendirildi; ve biz bir kez daha anladık ki, ısrarla barış peşinde koşmak ısrarla zafer peşinde koşmaktan çok daha fazla cesaret gerektirir.