Halil Berktay’ın “Suruç’un ardından (3) HDP ile kısa ve beyhude bir tartışma” başlıklı yazısında yanlışları ve eksiklerini madde, madde ortaya koyduğu HDP’nin çatışmasızlığın sona ermesinin faturasını Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AK Parti hükümetine çıkardığı insan zekâsıyla alay eden açıklamaları, aslında seçimlere giderken benimsediği yanlış stratejiyi sürdürdüğünü gösteriyor. 7 Haziranda oylarının ikiye katlanması bu stratejinin başarısına bağlandığı için belki de. Ama seçim sonuçları dikkate alındığı zaman, HDP’ye Erdoğan ve AKP karşıtlığı üzerinden gelen oylar yüzde 2’yi aşmıyor. Buna karşılık, yüzde 5 dolaylarında Kürtlerden gelen oyun önceliğinin Çözüm Süreci olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bugüne kadar yeri geldikçe İspanya ve İngiltere gibi demokratik ülkelerdeki örneklere işaret ederek, çözüm ya da barış süreçlerinin başarısı için parlamentoda çoğunluğa sahip siyasi parti veya partilere ihtiyaç duyulduğunu vurguluyorum. HDP’nin, Erdoğan ve AK Parti düşmanı akıl hocalarının zaman, zaman gazetedeki köşelerine taşıdıkları görüşlerinin hilafına, barışın taşıyıcısı tek aktör olamayacağının altını sürekli çiziyorum.
HDP gibi, ilişkisini reddetmediği PKK kesin silah bırakmadıkça “terör örgütünün siyasi kolu” niteliğinden kurtulması mümkün olmayan bir siyasi partinin barışın taşıyıcısı olmasının tek koşulu var: o da PKK’yi en azından Türkiye’ye karşı silah bırakmaya ikna etmek. HDP eş Başkanı Demirtaş, 7 Haziran ertesinde, kendilerinin çağrı yapmasıyla PKK’nin silah bırakmayacağını, bu çağrıyı ancak Öcalan’ın yapabileceğini söylemiş, Kandil’den ise bu yetkinin sadece kendilerinde olduğunu belirten bir açıklama gelmişti.
HDP, Meclis’te 80 sandalyeye sahip olmasına karşın, devrimci halk savaşı çağrıları yapan ve düşük yoğunluklu terör eylemlerine “çaktırmadan” devam eden PKK’yi eleştirme gücünü kendinde bulamıyor. Siyaset yolunun açık olduğunu, devrimci halk savaşı gibi artık geçmişte kalmış şiddet yöntemlerine itibar edilmemesi gerektiğini savunamıyor ama terör örgütünün kamplarının bombalanması üzerine hükümete son derece sert tepki gösterebiliyor. Nitekim HDP’nin, bileşenleriyle birlikte yaptığı ortak açıklamada, akıl hocalarının köşelerine yansıdığı gibi, yine kendisi tarafından yenisi kurulana kadar görevde kalacak olan Davutoğlu hükümeti “ara rejim” olarak nitelenebiliyor ve “müstafi Başbakan Davutoğlu'nun yapmamızı istediği tercihi yaptığımızı bildiriyoruz. Size savaş yaptırmayacağız” deniliyor. Peki, ama Size savaş yaptırmayacağız ne anlama geliyor?
PKK kamplarının bombalanması, Başbakan Davutoğlu’nun işaret ettiği gibi, örgütün siyasi kolunun büyük seçim başarısına karşın tırmandırdığı eylemlere ve özellikle Ceylanpınar’da iki polis memurunun uykuda öldürülmesiyle verdiği mesaja cevap niteliği taşıyorsa, savaş yaptırmamanın yolu da belli olsa gerek. HDP bu koşullarda “size savaş yaptırmayacağız” diyorsa, bu söz, PKK’ye en azından çatışmasızlığa saygı göstermesi uyarısında bulunmak anlamına gelir ve herkes tarafından da desteklenir. Ama HDP, pusulasını uzun bir süre önce kaybettiği ve önceliği Erdoğan ve AK Parti’nin iktidardan düşürülmesi olan seçmene hitap etmek istediği için açıklamasının mantıksal bütünlüğüne özen göstermemiş anlaşılan.
Sürekli altını çizdiğim gibi, Türkiye’de çözüme ve barışa giden yolu açan, bütün hatalarına karşın, Erdoğan ve partisi olmuştur. Ama belki çok daha önemlisi bugün çözümü önceleyen en geniş taban da bu partinin seçmeni içindedir. Dolayısıyla bu tabanı dışlayarak, liderlerini ve partilerini rencide ederek çözümü savunmak mümkün görünmüyor.
Klasik AKP’li olmayan ama çözümü önceleyenler Erdoğan ve partisinin hatalarını eleştirirler tabii, ama siyaset arenasındaki güçler dengesi bağlamında AKP olmadan barışın gerçekleşme şansı bulunmadığını dikkate alır, bu partiyle köprüleri atmamaya özen gösterirler. TBMM’de bugün çözümden yana AKP karşıtı bir çoğunluk yok; CHP ile MHP Kürt politikasında radikal bir değişim yapmayacaksa seçimler tekrarlandığında da böyle bir çoğunluk olmayacak. Bunu görmemek mümkün değil. O bakımdan yanıtlanması gereken soru şu: HDP gerçekten barıştan yana olsaydı, seçim kampanyasını Erdoğan ve AKP karşıtlığı üzerine kurar mıydı acaba?
Bu sorunun cevabı mantıklı düşünen herkes açısından açık: barıştan yana olmakla Erdoğan karşıtlığı birlikte gitmiyor. Barışın Erdoğan karşıtlığından önde geldiğine inananlar için söz konusu karşıtlık politikasına destek vermek mümkün değil. HDP’nin Erdoğan karşıtlığı üzerine kurduğu seçim kampanyası nedeniyle geçen seçimlerde alabilecekken alamadığı oylar var. Son anda AK Parti’ye giden bu oyların oranını ölçmek mümkün değil belki ama erken seçim olursa her şeye rağmen aldığı oyların bir bölümünü bu nedenle yitirebileceğini de kabul etmek gerekir.
HDP’nin erken seçim olasılığının gerçekleşmesi halinde olası oy kaybını Erdoğan ve AKP karşıtı yeni bir senaryoyla sınırlamaya hazırlandığı görülüyor. Akıl hocalarının bu bağlamda yazdıklarına bakılırsa başkanlık sistemi hayali suya düşen Cumhurbaşkanı Erdoğan rövanşist bir yaklaşımla yeniden seçime gitmeyi çok istiyormuş. Bu bağlamda PKK kamplarına yönelik operasyonların hedefi de örgütün “kriminalize edilmesi üzerinden HDP’yi marjinalize ederek yeni seçimde baraj altına itmek hesabıymış; bunu görmemek ve anlamamak için budala olmak” gerekirmiş.
HDP eş Başkanı Demirtaş’ın dün (27 Temmuz) MYKY toplantısı öncesi yaptığı açıklama da bu doğrultuda. Dolmabahçe mutabakatının akıbetini haklı olarak Başbakan Davutoğlu’na soruyor ama bu mutabakata CHP ve MHP destek mi veriyor ki AK Parti’nin iktidardan gitmesini 7 Hazirandan önce olduğu gibi olası bir erken seçim için de öncelikli hedef olarak ortaya koyuyor.
İnsan zekâsıyla böylesine alay etmek mümkün mü bilmiyorum. 7 Haziran seçimleri ertesinde üç muhalefet partisinin Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı üzerinden bir araya gelmesi halinde bu ülkeye barışın geleceğine inananlar olduysa bunun bir hayal olduğunu görmüşlerdir mutlaka. Bu konuda CHP’nin ikircikli, MHP’nin malum tutumu ve son açıklamaları ortadayken AKP karşıtlığının barışı güvenceye almadığı son derece net olarak görülüyor çünkü.
Üzülerek kabul etmek gerekir ki PKK’nin olasılıkla çözümün getireceğinden daha fazlasını istemesi ya da Esat rejiminin veya başka bir yabancı gücün güdümünde olması nedeniyle Türkiye’de ağır aksak devam eden çatışmasızlık dönemi bir süre için sona ermiş görünüyor. Terör örgütlerinin, eli kana bulaşmamış mensuplarına sağlanan siyaset hakkı karşılığında bile silah bırakmaya kolay, kolay yanaşmadıklarını İspanyol örneğinden biliyoruz. İspanya’da terör örgütünün siyasi kolu hariç bütün siyasi partilerce imzalanan topluma kazandırmayla ilgili Ajuria Enea Paktı 12 Ocak 1988 tarihini taşıyordu ama ETA sonuçsuz kalan iki barış sürecinden sonra ancak 20 Ekim 2011’de kesin silah bırakmıştı.
Bugün gelinen noktada, AK Parti’nin koalisyon kurabiliyorsa CHP ile öncelikle çözümün ilk ayağını oluşturan Yeni Anayasa’yı yapabilmesi gerekiyor. Türkiye’nin en büyük demokrasi eksiği bu ve Meclis’te üçte ikinin üzerinde bir sandalyeye sahip olan bu iki parti evrensel demokrasiye dayalı yeni bir anayasa yapmayı başarabilirse barışa büyük katkıda bulunmuş olurlar zaten.
Görünen o ki çözümün ikinci ayağını oluşturan PKK’nin silah bırakması aşamasına geçmek şu anda mümkün olmuyor. Öcalan’ın defalarca yaptığı çağrılara uymayan terör örgütü, silah bırakmaya yanaşmıyor. O bakımdan HDP’nin açıklamasında “Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasını sağlayarak, müzakereleri derhal başlatmak üzere bütün demokrasi güçlerine” yapılan çağrının bir anlamı da bulunmuyor.
Bu aşamada öncelikle PKK’ye en azından Türkiye’ye karşı derhal kesin silah bırakması için çağrıda bulunmak gerekir. Müzakerelere kaldığı yerden devam etmenin ilk koşulu bu olmalı. Çözüme inanmadığı izlenimi veren bir örgütün silahlarının gölgesinde müzakere masasına oturmak mümkün değil çünkü.