Referanduma üç haftadan az zaman kalmışken, “hayırcı cephe” tüm gücüyle tek adam yönetimine izin verilmeyeceğini haykırmakta. Ancak sokaklarda söylenen marşlardan ve sergilenen Atatürk posterlerinden, meselenin hiç de “tek adam” yönetimi olmadığı rahatça anlaşılıyot. Onuncu Yıl Marşı ve İzmir Marşı eşliğinde sokaklarda en çok duyulan slogan şu: “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”
Şimdi, dünyadaki tek adam yönetimlerinden söz edilirken, “Mustafa Kemal yönetimi tek adam yönetimi değildi” diyebilen var mı? Bizim Kemalistleri, resmi tarihçileri (daha doğrusu tarih memurlarını) bir tarafa bırakıp soruyu cevaplamaya çalışalım. Çünkü onlar sadece ideolojik düşünür ve objektif bir cevap veremezler. Ancak aklı başında bir bilim adamı ve tarihçi, Mustafa Kemal yönetiminin de, ondan sonraki “Milli Şef” İsmet İnönü yönetiminin de, bal gibi tek adam yönetimi olduğunu kabul eder. Atatürk bile kurduğu cumhuriyetin tek adam yönetimi olduğunu kabul ediyor, ancak nedense Kemalistler kabul etmiyor.
Mustafa Kemal’in askerleri nasıl bir demokrasi ister?
Her şeyin tek elde toplandığı tek adam yönetimine karşı olmak, demokrat olmayı gerekli kılar. Ancak bizim Kemalist “hayırcı”ların öyle bir derdi yok. Onlar açısından tek adamın Mustafa Kemal veya “değişmez Milli Şef” İsmet İnönü olması, hiçbir sorun teşkil etmiyor. Hattâ ötesi de var: Tek adam, onların yolunda giderken darbeyle iş başına gelmiş bir general de olsa, sorun değil. Ancak seçim yoluyla bile gelse, başkası kabul edilemez. Şimdi, Onuncu Yıl Marşı ve İzmir Marşı eşliğinde, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye sokakları inletenler demokrasi mi istiyor? Onların istediği demokraside, “öteki” olarak görülen azınlıklara bir hak tanınır mı? Onların istediği demokraside Kürdün de “anasını” görmeye hakkı var mı? Onların istediği demokraside, Türkiye’deki 20-25 milyon Kürdün, Kıbrıs’taki Türk azınlığın sahip olduğu hakların çeyreğine sahip olması söz konusu mu?
“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenlerin tasavvur ettiği demokrasi, olsa olsa “askeri bir demokrasi”dir. Ötesi olamaz. Eğer olsaydı, referandum konusundaki “hayır” gerekçelerini birkaç demokratik talebe dayandırırlardı. Meselâ Türkiye’nin en önemli sorununu, Kürt meselesini nasıl çözecekleri konusunda bir iki laf ederlerdi. Azınlıklar meselesi, çoğulcu demokrasi, seçim barajı, temsilde adalet, anadil hakkı, evrensel hukuk, kadın hakları konusunda yapacakları birkaç şeyi anlatırlardı. Ancak yok; olmadığı gibi, “hayır” için en önemli gerekçe olarak başkanlık sisteminin üniter yapıya zarar vereceği tezini işlemekteler. “Hayırcı Kemalist”lerin demokrasi kaygısı yok; ancak demokrasi gelebilir korkusu var.
Bu sıra yazıların ilk başından itibaren ben Kürt meselesi devam ettiği sürece bu ülkeye demokrasinin gelemeyeceği tezini işlemekteyim. Bu bağlamda Kürtlerin de bu ülkedeki demokrasinin gelişmesine yönelik en iyi hizmetleri, kendi meselelerinin çözümünü kolaylaştıracak hükümet sistemi konusunda doğru bir tercihte bulunmalarıdır. Kemalist statükoculuğun ısrarla savunduğu parlamenter sistem ve Meclis vesayeti, soruna çözüm üretemediği gibi, meseleyi daha da kangrenleştirdi. Kemalistlerin başkanlık sistemine karşı durmasının en önemli nedeni, bu sistemin sorunların çözümünde daha işlevsel bir yapıya sahip olmasıdır.
Diyarbakır’daki pankart ve Kemalist tepki
Birkaç gün önce Diyarbakır da şöyle bir pankart asıldı: ‘Her evet oyu Şeyh Sait ve arkadaşları için bir Fatiha olacak.” Bu pankartın açılmasına yönelik kamuoyundan farklı tepkiler geldi; ancak en sert tepkiyi İstanbul Barosu eski başkanı Ümit Kocasakal göstererek şöyle dedi: “Şeyh Sait, İngiliz ajanı olarak, İngilizlerin parasıyla ve desteğiyle ayaklanıp bize Musul’u kaybettiren adam. Yani İngiliz ajanı ve piyonu bir adama, her ‘evet’ destek ve Fatiha olacak. Biz İngiliz ajanlarına, İsrail ajanlarına Fatiha okumayız, sadece lanet okuruz. Biz kendi şehitlerimize Fatiha okuruz” (Hürriyet, 26 Mart 2017).
İngilizlere çalışan, İngilizlere ajanlık yapanların bir değil birçok devletleri var ve bu ülkeye her geldiklerinde “kırmızı halılar” üzerinde karşılanırlar. Şerif Hüseyin, hem yüz binlerce Osmanlı altını hem de yüz milyonlarca İngiliz sterlini alarak Araplara 22 devlet bıraktı. Bunu bütün tarih kitapları yazar. Bugüne kadar Şeyh Sait’in İngilizlerden bir kuruş veya bir av tüfeği bile aldığını yazan ve belgelere dayandıran bir yazı görmedim. Üstelik dönemin İngiliz arşivi de şu anda açıktır. “Değişmez Milli Şef” İsmet İnönü bile “Şeyh Sait ayaklanmasının İngilizlerle bir ilişkisi olmadığını” söylüyordu. Ancak Ümit Kocasakal bunu görmek istemiyor ve Şeyh Sait’i, ölümünden yaklaşık 25 yıl sonra kurulan İsrail devletinin bile ajanı yapıyor.
Şeyh Sait’i idama mahkûm eden Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmet Süreyya Örgeevren, anılarında şöyle bir olaydan söz eder: “Bir gün mahkemeye karayağız, yiğit bir Kürt genci getirdiler. Hâkimler sorguya çekti. Türkçe bilmediği anlaşılınca, hakimler danıştılar ve delikanlının idamına karar verdiler….Türkçe bilmeyen bir kimseden bu memlekete hayır gelmeyeceğinden idamına… Hemen o gece çocuğu götürüp astılar…Dağkapı’da Yalova adlı küçük bir otel vardı. Orada kalıyordum. Uyur uyumaz, o Türkçe bilmeyen çocuk rüyama girerek boğazıma sarıldı ve Türkçe, niye beni bıraktın beni idam ettirdin? diye tehdit etti. Sabaha kadar bu hal iki-üç kere tekrarladı. Deliye dönmüştüm… Sabahleyin, mahkemeye gittim ve hâkim arkadaşlara dedim ki, ‘Birader, Türkçe bilmeyenleri asarsak tüm Diyarbakırlıları, hattâ tüm doğuluları asmamız lazım. Biz buraya suçluları cezalandırmaya geldik.’” Ahmet Süreyya Örgeevren mahkemenin diğer üyelerini bu tür hukuksuzluklara ikna edemez ve aralarında tartışma çıkar. Sonunda iş Ankara’ya intikal eder. Bir hafta sonra Ankara’dan şöyle bir telgraf gelir: “Ahmet Süreyya Bey, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi Baş Savcısı: ‘Gayemiz, Kürtlerin ve Kürtçülüğün kafasının ebediyen ezilmesidir. Hâkim arkadaşlarınla anlaş. Gözlerinden öperim. (Başvekil İsmet İnönü).’”
Sayın hukukçu Ümit Kocasakal gibi pek çok Kemalistin ezberinde Şeyh Sait’in “İngilizlerden aldığı destek ile isyan etmesi” varken, Kürtler ise Şeyh Sait hadisesinden dolayı karşılaştıkları hukuksuzlukları hatırlıyor. Bu basit pankart olayı dahi, Kürtlerin anayasa referandumunda nerede durmaları gerektiği konusunda bir fikir vermekte. AK Parti, Dersim ve Şeyh Sait hadiselerini anmakla, en azından Kürt meselesinde empati yapabiliyor; oysa “hayır” cephesi bunlara dahi tahammül edememekte.
Batıda “ülke bölünüyor”; doğuda “tek adam yönetimi geliyor” propagandası
Elimde Atatürkçü Düşünce Derneği’nin İstanbul şubeleri tarafından çıkartılan Milli Hakimiyet adlı gazetenin Mart 2017 özel sayısı var. Tüm sayı referanduma ayrılmış. Bu gazeteden birkaç alıntı ile devam etmek istiyorum. Yakın dönemde MHP’den ihraç edilen milletvekili Ümit Özdağ şöyle diyor: “Biz Sayın Bahçeli’nin geçtiğimiz yıllarda onlarca kez ifade ettiği gibi başkanlık sisteminin Türkiye’yi özerkleşme, federalleşme üzerinden böleceğini görüyoruz. Başkanlığın gerçekleşmesi özerklik, federasyon ve parçalanmanın önünü açacaktır.” Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu: “Referanduma ‘evet’ diyerek ülkemizi parçalamak isteyenlere bahane, fırsat vermeyiniz. Şehitlerimizin kanlarıyla vatan yaptığımız ülkemizi ve Cumhuriyet rejimini koruyunuz.” Eski emniyetçi, milletvekili, belediye başkanı ve içişleri bakanı Saadetin Tantan da Neden hayır başlıklı makalesinde “hayır” gerekçelerini 10 madde halinde sıralarken 6. maddede şöyle yazmakta: “Sözde Büyük Kürdistanı kurmak için ortaya atılan bir çalışmadır. Hem de milliyetçi olduğunu öne süren bir partinin eliyle.”
Görüldüğü gibi bu alıntılardaki temel vurgu, “tek adam” ve “demokrasi elden gidiyor” kaygısı değil, doğrudan doğruya ülkenin bölünmesiyle ilgilidir. Sanki referandumda hükümet şekli değil, ülkenin bölünmesi oylanacakmış gibi.
Sonuç olarak “hayırcı ulusalcı-Kemalist cephe” batıda ülke bölünüyor propagandası yaparken, doğuda “tek adam yönetimi geliyor” korkusunu işlemekte. Düşünüyorum da, acaba başkanlık sistemi geçtikten sonra, Kemalistler “biz Kürdü bu kadar dövdürmemeliydik” diyebilecekler mi? Biliyorum ki diyemeyecekler. Peki, neo-Kemalist HDP, Kürtleri Kemalist trene bindirmeye çalışırken ne yapıyor acaba?