Yazının başlığı, yirmi yıldan fazla bir süre önce izlediğim, çok da parlak olmayan bir filmin çok etkilendiğim bir diyaloguna nazire… Dolayısıyla öncelikle o diyalogu anlatmalıyım size…
Film, zengin koca avcısı bir kadının maceralarına dairdi… “Maceraları” diyorum, çünkü kadın aradığı kocayı ve hayalini kurduğu her şeyi yapabilecek kadar parayı bulmasından sonra dahi en sevdiği şeyler olan kumar ve seyahatlerle yetinmiyor, enerjisinin büyük bölümünü, kocasını iz bırakmayacak mükemmellikte bir cinayetle ortadan kaldırıp bütün servetine konma planlarına harcıyordu.
Sonra ikinci, ardından üçüncü kocası: Hep aynı senaryo ve aynı başarı! Nihayet dördüncü zengin koca cinayetinde yakayı ele verdiğinde, cinayeti açığa çıkaran polis şefiyle kadın arasında şu diyalog geçiyordu:
Polis şefi: Hanımefendi, bırakın ikinci ve üçüncü eşlerinizi, birinci eşinizden kalan servet bile ne yapsanız tüketemeyeceğiniz kadar çoktu. Siz ise bunun keyfini çıkartacak yerde aynı riski iki kez daha göze aldınız ve bakın şimdi yakalandınız. Ömrünüzün bundan sonrasını cezaevinde geçireceksiniz. Hiç değilse üçüncü cinayetten sonra durabilirdiniz, bunu neden yaptınız?
Kadın: Bazen zengin olmanın hiçbir düzeyi size yetmez, hiçbir zaman yeteri kadar zengin olduğunuza inanamazsınız ve her zaman daha fazlasına ihtiyaç duyarsınız.
Filmin kadın kahramanı bir tür bağımlılık tarifi yapıyor ve “bazen” diyerek söylediğinin bütün zenginleri kapsamadığını ima ediyordu. Fakat tarif ettiği özelliğin derece derece bütün zenginlerde bulunduğunu (bazen eser miktarda bazen bağımlılık ölçüsünde) öne sürmek sanırım yanlış olmaz.
Aynı özellik hiç şüphesiz iktidar sahiplerinde de vardır: Bazen muktedir olmanın hiçbir düzeyi iktidar sahiplerine yetmez.
Artık “süreç” yok, kararlar bir anda patlıyor
Farkındaysanız, yukarıda yazının spotunda “TEOG sisteminin kaldırılıp yerine başka bir sistemin getirileceğinin açıklanması süreci” derken “süreç” sözcüğünü tırnak içinde kullandım; çünkü hepimiz biliyoruz ki kararın açıklanmasından önce herhangi bir “süreç” yaşanmadı, Cumhurbaşkanı Erdoğan katıldığı bir televizyon programında “TEOG’u artık istemediğini” söyleyiverdi ve “süreç” işte ancak bundan sonra başladı: Şimdi başta Milli Eğitim Bakanlığı bürokratları olmak üzere şaşkınlık içindeki devlet bürokrasisi TEOG’un yerine ne koyacaklarını düşünmeye, tartışmaya başladılar. Böylece işleyiş tersine dönmüş oldu: Normal koşullarda süreci ve konuya dair tartışmaları kararın izlemesi beklenirdi, fakat şimdi önce karar veriliyor süreç arkasından geliyor.
Bu tablo, iktidar partisi içindeki karar alma pratiklerinin niteliğine, “ortak akıl” iddialarının kofluğuna ve ülkedeki demokrasinin düzeyine dair çok şey söylüyor.
Fakat bir şey daha var: Tablo, “tek seçici” haline gelmiş Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın psikolojisine dair de çok şey söylüyor. Ben bu yazıda, öbür temaları ihmal edip işin bu yanını ele almaya gayret edeceğim.
Tek karar vericilik: Başlıyor (2013), kristalize oluyor (2015)
Gezi olaylarından ve 17-25 Aralık’tan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönetme ve karar verme tarzında belirgin bir değişiklik olduğunu düşünmeye başlamıştım. İktidarın daha fazla şahsileşmesi anlamına gelen bu tarz, Haziran 2015 seçimlerine ön gelen bir dizi çok önemli gelişmede Erdoğan’ın, başta Başbakan Davutoğlu olmak üzere yol arkadaşlarını istiskale uğratacak şekilde “racon” kesmesiyle iyice görünür bir hal aldı.
Mart 2015’te Al Jazeera Turk’te kaleme aldığım Erdoğan süreçleri neden böyle yönetiyor başlıklı yazıda, yukarıda zikrettiğim örnekleri açarak Cumhurbaşkanı’nın karar alma süreçlerini nasıl şahsileştirdiğini ele almıştım…
TEOG’taki tutum ise kanımca, kabaca 2013’te başlayıp 2015’te iyice görünür bir hal alan “tek karar verici”lik müessesesinde niteliksel bir sıçramaya işaret ediyor. Neden böyle olduğuna daha sonra gelmek üzere, şimdi 2015 seçimleri öncesindeki duruma bakalım…
Sözünü ettiğim yazıda Erdoğan’ın üç gelişmeye müdahale tarzı üzerinde duruyor ve “Erdoğan bu üç süreci ‘büyük kararlar bana danışmadan alınamaz’ mesajını vermek amacına hizmet edecek tarzda mı yönetti?” sorusunu soruyordum.
Şimdi bu üç olaya ve Erdoğan’ın bu olaylara müdahale tarzına bakalım…
Hakan Fidan’ın milletvekilliğinin geri aldırılması
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan, Haziran 2015 seçimlerinden birkaç ay önce istifasını açıklamış, hemen ardından da Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından milletvekili adayı olarak ilan edilmişti.
Erdoğan’ın, Fidan’ın MİT müsteşarlığını bırakmasına karşı olduğu biliniyordu, bunu kamuoyu önünde dile de getirmişti. Bu kadar bilgiyle, Fidan’ın adaylığının Erdoğan’a rağmen gerçekleştiği gibi bir sonuca varılabilir. Fakat Erdoğan’ın, kendi eğiliminin olumsuz olduğunu belirttikten sonra nihaî kararı Davutoğlu’na bıraktığını, bunu da kamuoyu önünde açıkladığını hatırlarsak işin rengi değişir.
İşin bu yanı biraz daha tatsız ihtimallere kapı aralayan bir mahiyet arz ediyordu: “Karar Başbakan’ındır” dedikten sonra Başbakan’ın kararını bir daha tartışmamak gerekmez miydi? Başbakan Davutoğlu’nun, kararını, bu sözün sağladığı hareket alanının ve rahatlığın içinden ürettiği açık değil miydi? Neticede, ortadaki tablo, Davutoğlu’na önce yol verip sonra da girdiği o yoldan geri çağırma üzerine kurulu bir tablo gibi görünüyordu.
Şimdi de, Erdoğan’ın, Davutoğlu’nu tâbir câizse “açık pozisyon”da bıraktığı ve Hakan Fidan hadisesini anımsatan öbür iki örneğe bakalım…
Yüce Divan oylaması
2014’ün son günlerinde, basında AK Partili komisyon üyelerinin, yolsuzlukla suçlanan dört bakanı Yüce Divan’a gönderme eğiliminde olduğuna dair haberler çıkmaya başlamıştı. Sonradan anlaşıldı ki, bizzat Başbakan Davutoğlu bu bakanlarla görüşmüş ve onların kendi istekleriyle Yüce Divan’a gitmelerinin doğru olacağını söylemişti.
Ne var ki hemen ardından Erdoğan böyle düşünmediğini açıkladı ve bakanlar Meclis’te AK Partililerin oylarıyla aklandılar.
Burada da Hakan Fidan hadisesinin akla getirdiği soruların benzerleriyle karşı karşıyaydık:
Bu kadar önemli bir konuda, Başbakan’ın Yüce Divan yönünde eğilim belirtmesinden önce meseleyi Cumhurbaşkanı’yla istişare etmemiş olduğu düşünülebilir miydi? Onun eğiliminin de aşağı yukarı bu yönde olduğu izlenimi almadan böyle bir yola girebilir miydi?
Bu sorular bizi bir kez daha o tatsız ihtimalle, Erdoğan’ın bu meseleyi de tıpkı Fidan meselesinde olduğu gibi en başından itibaren, “büyük kararlar bana danışmadan alınamaz, alınsa da sonu getirilemez” mesajını verme amacına hizmet edecek tarzda yönetmiş olabileceği ihtimaliyle baş başa bırakıyordu.
Şeffaflık paketinin serüveni
Tarif ettiğimiz “tatsız ihtimal”i akla getiren üçüncü örnek olay da, Yüce Divan ricatının ardından hazırlanıp Davutoğlu tarafından ilan edilen “şeffaflık paketi”nin uğradığı yol kazasıydı…
Paket, bir yanıyla Yüce Divan meselesinin zihinlerde yol açtığı olumsuzluğu dengelemek amacını taşıyordu ve bu nedenle özel bir sunumla kamuoyunun gündemine getirilmişti; sanki Başbakan, “kardeşimiz olsa kolunu koparırız” çizgisini sürdürmek ister gibiydi.
Davutoğlu, paketi ilan etmekle kalmadı, seçimlerden önce mutlaka çıkarılacağını da ekledi, fakat ne yazık ki bu büyük hamle de Erdoğan kayasına çarptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Davutoğlu’nun vaadinden kısa bir süre sonra Beştepe’de ağırladığı AK Parti Grup Yönetim Kurulu üyelerine yaptığı konuşmada pakete karşı olduğunu söyledi ve bir daha da kimse “Şeffaflık Paketi”nden söz etmedi.
Bu “racon kesme”lerin üstüne, seçimlerden sonra Çözüm Süreci bağlamında ilan edilen Dolmabahçe Mutabakatı ile ilgili olarak Erdoğan’ın “Bana söylemediler, mutabakat falan yok” çıkışı geldi.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, çok sonra Cumhurbaşkanı’nın her aşamada bilgilendirildiğini, Dolmabahçe Mutabakatı konusunda ise tabii ki her şeyi bildiğini söyleyecekti. Zaten Erdoğan yanlısı ya da karşıtı herkes, böyle bir konuda Cumhurbaşkanı’nı bilgilendirmeden kimsenin adım atmayacağını, atamayacağını teslim ediyordu. Gerçekten de, öbürü mantık sınırlarını zorlayan bir ihtimal olurdu.
TEOG karar “süreci” neden daha ileri bir aşama?
Yukarıda, Erdoğan’ın TEOG’taki tutumunun “tek karar verici”lik müessesesinde niteliksel bir sıçramaya işare ettiğini söylemiştim. Neden öyle olduğunu izah etmeye çalışarak bitireceğim…
Dikkat edilirse, yukarıdaki bütün örneklerde nihai karardan önce devrede başka aktörler (de) var ve bunlar tartışarak bir karar oluşturuyorlar. Fakat en üst karar verici sonunda devreye giriyor ve o aktörlerin kararlarını iptal ediyor.
Bu örneklerdeki temel sorun şu: Erdoğan, aynı sonuçları yakın çalışma arkadaşlarını istiskale uğratmadan, onları kamuoyu önünde utandırmadan da alabilirdi. Fakat bunu tercih etmedi, her şeyi “göstere göstere” yaptı.
Kanaatimce, olabilecekle fiilen olan arasındaki bu fark, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muktedir olma kapasitesini gösterme ihtiyacından kaynaklanıyordu.
TEOG meselesine gelince… Burada artık ne başka aktörler var ne de herhangi bir tartışma; sadece bir kişi hiç kimseye danışmadan bütün toplumu ilgilendiren çok önemli ve kapsayıcı bir konuda karar alıyor ve bunu uygulatıyor…
Böylesi, çok daha kapsayıcı bir muktedirliği icap ettiriyor ve bu da benim aklıma, başta anlattığım filmin kadın kahramanının sözlerini getiriyor. Ona nazireyle:
“Bazen muktedir olmanın hiçbir düzeyi size yetmez, hiçbir zaman yeteri kadar muktedir olduğunuza inanamazsınız ve her zaman daha fazlasına ihtiyaç duyarsınız.”