İsmail Yaprak
Murat Belge’nin Etyen Mahçupyan hakkında yazdığı samimi eleştirisini okurken, bir kez daha yine aynı hatanın yapılmakta olduğunu düşünmeden edemedim. Düşünün, uzaydan gönderilmişsiniz ve Türkiye halkını yakından tanımak için Türkiye halkının içine girmek, bu halkı “içerden” tanımak istiyorsunuz. Böyle bir durumda yatırımınızı laik cemaate mi yoksa muhafazakâr cemaate mi yaparsınız? Sosyolojik araştırmanız kimler üzerine olursa, ülkeyi daha çok anlayacak seviyeye gelirsiniz? Bu ülke yüzde 99’unun, bazı verilere göre ise yüzde 94’ünün Müslüman olduğu bir ülke. Altı yüz yıl İslamla yönetilmiş, Cumhuriyet’e geçince de bir anda laikleşmemiş bir ülke… Etyen Mahçupyan da Türkiye’yi anlayabilmek ve onu dönüşüme uğratabilmek için bu ülkenin muhafazakârlarının yanında yer almış ve onların arasına karışmış biri. Dikkat edin, Türkiye’de laik aydınlar, Mahçupyan eğer işin içindeyse ve muhafazakârlardan bahsediliyorsa, hemen “Mahçupyan kadar bilemeyiz ama” söylemine başvururlar. Gerçekten de etrafınızı şöyle bir yokladığınızda, laik kesimden gelip de, konu dindarlar olduğunda karşısında pratik olarak ezildiğiniz günümüzde başka bir aydın bulmak zordur. Çünkü bizim laik solcu aydınlarımız hayatlarını sosyalizmi anlamaya adamış, ama halkı anlamaya zerre önem vermemiştir.
Halbuki Mahçupyan’ın dindarların yanında olmasının ve onlara yatırım yapmasının nedeni (en çok yanlış anlaşılan nokta budur) elbette dindarların süper demokrat olmasından kaynaklanmamakta. Bunun ardında yatan neden ideolojik değil; bu sosyolojik bir tesbit. Evet, aranacak bir “kader” varsa eğer, o “kader” burada aranmalı çünkü dindarlar demokratlaşmadıkça bu ülke hiçbir zaman demokratlaşmayacak. Murat Belge ve birçok laik aydının bugün savunduğu “evet, İslamcı bir partinin demokrasi getiremeyeceği anlaşıldı” yorumu kendi içinde çelişkili ve yukardaki yorumu anlamayan, bunu es geçen bir anlayış barındırmakta. Çünkü bu yorum dindarlığı (veya siyasi İslamı) bir partiyle özdeşleştirmekte ve yine maalesef halkı ıskalayarak siyasetin dışına düşmektedir. Bir parti düşünün ki, muhafazakâr olduğunu söyleyerek, seçmenin tam yarısının oyunu almayı başarsın. Sonra aynı parti büyük bir düşüşle dokuz puan kaybetsin ve ülkeyi yönetememeye başlasın; bizim dindar dediğimiz seçmen de bu partiye olan güvenini kısmen kaybetsin. Şimdi böyle bakıldığında, oy oranı sürekli düşen AKP ülkeyi yönetemediğini ve İslamcı bir nüveden artık demokrasi çıkamayacağını mı kanıtlamış olur? Yoksa bizzat AKP’ye oy veren dindarların fikirlerini değiştirmeleri, tam da İslamcı bir nüvenin talep ettiği demokratik reformları artık bu partinin taşıyamadığı anlamına mı gelir?
Laik solun sorunlarından biri, AKP’ye ve garip şekilde Tayyip Erdoğan’a bakmaktan muhafazakâr tabana bakmayı unutmasıdır. Mahçupyan “Türkiye bir devrim yaşıyor” dediğinde Hasan Cemal anlaşılmayacak şekilde Tayyip Erdoğan’ın yığınla-anti demokratik davranışını alt alta sayıp “bu mu devrim?” diye sorabilmektedir örneğin. Türkiye’nin eskisine oranla daha demokratça düşünen bir seçmene sahip olduğu vurgulandığında, yine laik solcular hızla AKP’nin hatalarını birer birer sayıp “bu mu demokratlık?” diyebilmektedir. Oysa sorun tam da bu: AKP bir parti. Yığınla hata yapan, ataerkil yapıda ve çağı yakalamaya çalışan, ortalama bir Türkiye vatandaşından hallice, gayet sıradan bir parti üstelik. Bu parti Türkiye’nin “gerçeği” değil; o sadece bir temsil. Bir gerçekliğin temsili… Tayyip Erdoğan da sadece bir şahıs, bir lider; ama AKP’ye oy vermiş herkesin her düşüncesinin yüzde yüz onda vücut bulduğunu düşünen varsa, bundan daha aptalca bir fikir olamaz herhalde. AKP’nin oyları düştüğü için sevinen ve biz AKP’yi destekleyenleri her gördükleri yerde alaya alan solcuların şaşılası bir anlama sorunları var bu yüzden. Çünkü AKP’nin oyları düşüyorsa eğer, bu tam da ona oy vermiş insanlar artık oy vermediği için düşüyor. Demek ki bu insanlar AKP’den rahatsızlar, artık AKP’de bir gelecek görmemeye başlamışlar. Tam da bu yüzden, bu taban körü körüne oy veren, sadece ideolojik kaygıları olan bir taban değil.
Eğer AKP bu sosyolojiyi anlayamaz ve kendi yaratmaya çalıştığı Yeni Türkiye sloganını taşıyamazsa yok olup gider. Bu kadar basit… Ama bu, AKP’nin yok olup gitmesini isteyenlere müjdeli bir haber olmayacak, çünkü AKP’den kopan böylesine bir seçmenin demokrasi standardı yükselmiş demektir ve buna neden olan şey de bizzat AKP’nin bu çıtanın altına düşmesidir. Demokrasi standardı yükselmiş bir Türkiye seçmeni ise Türkiye partilerinin baş belası olacak ve bu partilerin böyle bir seçmeni taşıyabilmesi zor görünmekte. Böyle bir durumda siyasi partiler demokratik açıdan çıtalarını yükseltmek zorunda kalacaklarsa eğer, kendini eleştirip kendini halka adapte etme kapasitesi en iyi olan parti yine AKP (veya ona benzer bir parti) olacak; böylece yine tabanın siyasi İslamın yanında durduğu teranesi tedavüle sokulacak.
Dolayısıyla gerçekten de bu bir kader… Laik solun AKP ve Erdoğan takıntısından acilen kurtulup dönüşmekte olan tabana bakması, onun taleplerini, geleceğe dönük hayallerini, zihniyetsel dönüşümünü anlaması gerekiyor. AKP’nin gerilemesi; bu dinamik tabanın her geçen gün bireyselleşen ve kendi özerk kültürel dünyasını oluşturan seçmeninin gerisinde kalmasından oluyor. Murat Belge’nin şu sorusunun bu anlatılanların neresine düştüğünü inanın anlamak güç: “Tayyip Erdoğan’ın bu toplumu demokrasiye götüreceğini neye dayanarak söylüyoruz?” Erdoğan demokrasi isteyen (kendi kimliğinden olmayanlar da dahil) insanlara alan açabildiği için önemli bir liderdir, ama bu onun toplumu demokrasiye götürdüğü anlamına gelmez. Murat Belge Erdoğan’dan bir Atatürk mü çıkarmaya çalışıyor bilmiyorum, çünkü bu toplumu demokrasiye götürecek biri bu saatten sonra çıkacağa benzemiyor; ama toplumu dinleyip onun kendisini demokratlığa götürmesine izin verebilecek liderlik hâlâ Erdoğan’da mevcut.