15 Temmuz darbe girişiminin başarıya ulaşması durumunda Türkiye’yi nelerin beklediğinin iyice açığa çıktığı günlerdeyiz…
Bu tablo, 14 yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarına, başlangıçtan beri güttüğü ‘bir daha darbe girişiminde bulunulamayacak bir ülke’ yaratma hedefi doğrultusunda ihtiyaç duyduğu meşruiyet iklimi açısından büyük bir fırsat sunuyor.
Böyle diyorum ama, bu yolda adımlar atılırken devlet ve toplum içinden artık hiçbir itirazın gelmeyeceğini öne sürüyor değilim. Tam tersine, bu adımları ‘Cumhuriyet ve laikliğin son kalesinin yıkılması’ olarak değerlendirecek kesimlerin direnişinin sertleştiğine şahit olacağız. Bu çerçevede ben Gürbüz Özaltınlı gibi düşünüyorum:
“Kanımca, darbe tehlikesinin aşıldığı algısıyla birlikte, muhalif laik kesimler refleksif olarak derhal darbe öncesi ‘kutup mesafesine’ çekilecek ve daha şiddetli bir ‘Erdoğan- İslami Diktatörlük’ paniğinde birleşmeye eğilimli olacaklardır. İktidarı yıkmak isteyenler bu kutuplaşmanın sinir uçlarıyla oynayacaklardır. ‘Darbe içinde darbe’, ‘İslami Faşizm geliyor’ söylemi bu panik ikliminde bulaşıcı biçimde müşteri bulabilir.” (Karar ve Serbestiyet, 23 Temmuz).
Bu tespit, Türkiye’yi ‘bir daha darbe girişiminde bulunulamayacak bir ülke’ haline getirecek kararların, tehlikeli fay hatları yaratmadan oluşturulmasının ‘ince işçilik’ gerektirdiğini gösteriyor bize… Böylesine demokratik bir hedefin, herkesi dehşete düşüren ve bu amaçla terörü de bir araç olarak kullanmaktan çekinmeyen vahşi bir darbe girişiminin ardından bile itirazlarla karşılanacak olması, evet, can sıkıcı ama Türkiye’nin gerçeği ne yazık ki böyle.
İktidara düşen, bu hedef doğrultusunda yürürken, muhaliflerine, “şimdi de kendi ordularını kuruyorlar, bu ordu da bizim iktidarımızı darbeyle devirir” propagandasına imkân verecek adımlardan uzak durmak düşer.
Belki de başka yolu yoktu
Akim kalmış darbenin “ihtilal üretemeyecek bir ordu” (Başbakan Binali Yıldırım, NTV’ye özel söyleşi, 23 Temmuz) hedefi doğrultusunda benzersiz fırsatlar sağladığı hususunda benim hiçbir kuşkum yok. Hatta kafamda daha ‘deli’ bir soru var. Acaba diyorum, bedelini düşündüğümüzde söylemesi çok acı ama, Türkiye’nin böyle bir yola girebilmesi için akim kalmış bir darbenin gerekli şart olduğunu söyleyebilir miyiz?
On dört yıllık AK Parti iktidarında bu yolda hangi adımların yıllara yayılarak ürkekçe atılabildiğini, bunlara karşı ne türden refleksler geliştirildiğini ve nihayet 14 yıldan sonra Türkiye’nin hiç görmediği gaddarlıkta bir darbe teşebbüsünün hayata geçirilebildiğini hatırladığımızda, yukarıdaki soruyu ‘saçma’ deyip bir kenara atmak pek mümkün görünmüyor…
(Küçük ve taze bir hatırlatma: Eski Meclis Başkanı Cemil Çiçek, 2011’de inisiyatif kullanarak Meclis’i korumakla görevli taburu Meclis dışına çıkarmış, güvenliğin polis tarafından sağlanmasına ön ayak olmuştu. Çiçek, darbe gecesinin ertesinde haklı olarak soruyordu: “O zaman askeri Meclis’ten çıkarmasaydım, milletvekilleri o gece Meclis’e girebilir miydi?” Onun söylemediğini biz ekleyelim: O tabur, geçtiğimiz cuma günü tamamına yakını tutuklanan Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay Komutanlığı’na bağlıydı.)
On dört yılın özeti, akim kalmış bir darbenin yarattığı meşruiyet zemini olmasaydı, daha nice 14 yıllar geçse de önümüzdeki aylarda atılacağı muhakkak olan adımların atılamayacağını gösteriyor bize.
Geçmiş ne çabuk unutuluyor…
Geçmiş ne çabuk unutuluyor… Gülen cemaatinin, görünmeyen yüzüyle silahlı bir iktidar gaspçısı olduğunu ispatlayan darbe girişiminden sonra, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde başka hiçbir darbeci eğilimin bulunmadığı yönündeki propaganda ne kadar mide bulandırıcı… Sanki 2002-2010 arasındaki darbe ve müdahale atakları hiç yaşanmamış gibi… Sanki şu yaşadığımız darbe girişiminin içinde başka gruplar ve klikler yokmuş gibi… Ben şimdiden uyarayım: Dinmek bilmez darbe hevesleri nedeniyle ‘can düşmanı’ Cemaat’le ittifaka giren Kemalist, laik generaller faslı açıldığında kimse şaşırmasın.
Geçmiş dedim… Seçilmiş iktidara karşı sırf kimliği yüzünden ağır bir nefret kampanyasının açıldığı günlerde, aralarında benim de bulunduğum bazı kişilerin zaman zaman içine girdikleri bir çaresizlikten söz edeceğim size… Bu geriye dönüş sayesinde, okumakta olduğunuz yazının başlığı da anlamlı bir hale gelecek…
Seçilmiş iktidara karşı girişilen gayri meşru atakları izledikçe içine girilen ve ‘akim kalmış bir darbe’den medet uman bir çaresizlikti bu. Evet, aynen böyle: Geçtiğimiz hafta fiilen başımıza gelen şeyi bir çare olarak insanın aklına getiren bir çaresizlik… Şimdi, akim kalmış bir darbenin yarattığı meşruiyet zeminine bakıyorum da, 12-13 yıl önce çaresizlikten akla gelen çarenin gerçekten de tek çare olabileceğine dair düşüncem daha da netleşiyor.
2003-2004’te birçok kişinin aklından geçirdiğine inandığım bu tuhaf fikri ilk kez Cemaat’in akıl-fikir yüzü diyebileceğimiz Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın bir toplantısında (2004) duymuş, hikâyesini de 2011’de kaleme aldığım bir yazıda dile getirmiştim.
Bugünden bakınca ilave ilginçlikler de taşıyan o hikâyeyi sizlere de kısaca hatırlatmak isterim…
12 yıl önceki çaresizlik: ‘Bir darbe olsa ve akim kalsa’
2004’ün bahar aylarıydı… Bir gün Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan aradılar. Vakıfta, 10-15 kişilik bir akademisyen-gazeteci grubu ile birlikte ‘askerî vesayet ve demokrasi’ konusunu tartışacaklarını söyleyip tartışmaya benim de katılmamı istediler… Olur dedim, günü geldiğinde gittim.
O dönemde memlekette acayip şeylerin döndüğünü yıllar sonra anlayabilecektik ama, bazı gazetecilerin yazmasalar da etraflarına anlattıklarından öğreniyorduk ki askerler ‘rahatsız’dı ve ‘eski Türkiye’ye ait bazı refleksler bu dönemde de ortaya çıkabilirdi…
Dedim ya, geçmiş, hele Türkiye gibi ‘şimdi’nin her daim canlı olduğu bir ülkede çok çabuk unutuluyor. Yeni bir darbe ihtimali canımızı o kadar sıkmıştı, o kadar büyük bir çaresizlik duygusu içine girmiştik ki, aramızdan biri, belki de askerî vesayeti ortadan kaldırmanın yegâne yolunun, başarısız kalmış bir askerî darbe girişiminin ardından eski ve yeni darbecilerin derdest edilip yargılanmaları olduğunu savundu.
Toplantıya katılanların yanı sıra salonda Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan birkaç kişi daha vardı. Şimdi düşünüyorum da, acaba onlar Cemaat’in, iktidarı gerektiğinde darbeyle gasp etme hedefine vakıf mıydılar? Eğer öyleyse, ‘akim kalmış bir darbe’yi çare diye gören biz çaresizlere bakıp bıyık altından gülmüşler midir?
2011’de kalame aldığım o yazı, Orhan Bursalı, Cüneyt Arcayürek gibi Cumhuriyet yazarları tarafından çok istismar edildi. Gûya o toplantı, askerlere karşı kurulan ‘komplo’nun itirafıymış!
Sanki o toplantıda “Türkiye’de askerî vesayeti kaldırmanın yegâne yolu olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı bir darbe komplosu kurmak gerekir” gibi bir fikir ortaya atılmış… Oysa toplantıda bir ‘komplo’dan değil, başarısız kalmış hakiki bir darbe girişiminden söz ediliyordu; tıpkı bugün yaşadığımız türden bir darbe girişiminden…
Bu tuhaf önerinin sahibi, bırakın TSK’ya komplo kurma cesaretini, askerî vesayetin sona erebilmesi için hakiki bir darbe riskini dahi göze almış bir çaresizlik duygusunun içinden konuşuyordu.
Hedef için ancak şimdi harekete geçilebilmişse…
Ne gariptir ki, yaşadığımız geçmiş ve şu son bir haftanın bilgisi, o tuhaf önerinin sahibini haklı çıkarmış görünüyor…
O toplantının üzerinden 10 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, ‘bir daha asla darbe olmaz’ denilen bir ülkede darbelerin en gaddarı yaşanmışsa… Ve yıllardır irili ufaklı darbe ataklarına maruz kalan siyasi iktidar, işte ancak şimdi ‘ihtilal üretemeyen bir ordu’ hedefi doğrultusunda harekete geçebilmişse, bunun yolunun ‘akim kalmış bir darbe’den geçtiğini öne sürmek için elimizde yeteri kadar veri var demektir.
27 Temmuz: Akim kalmış darbenin taşıdığı imkânlar ve riskler.