Geçtiğimiz yaz ayları, ByLock kullanıcısı olmadıklarını ısrarla dile getiren fakat öyle sayılıp tutuklanan binlerce kişi ile yakınlarının gazete ve televizyonlara ulaşamayan feryatlarıyla geçti.
Buna karşılık gazete ve televizyonlar, bu feryatlara kulak verilmemesi gerektiğine dair uyarılarla dolup taşıyordu. Bu uyarılar, ByLock’un cep telefonlarına ya da bilgisayarlara, onları kullananların iradeleri dışında yüklenemeyeceğine dair teknik ayrıntılarla destekleniyordu: ByLock ancak bir Cemaat üyesinin başka bir üyeye gönderdiği şifrenin aktif hale getirilmesiyle yükleniyordu. Dolayısıyla, telefonunda ya da bilgisayarında ByLock yüklü olanlar, başka hiçbir şeye bakılmaksızın örgüt üyesi sayılmalıydı.
Bu kamuoyu oluşturucuları, yaz sonunda gelen bir Yargıtay kararını kendi tezlerinin altına vurulmuş bir onay damgası saydılar ve o tarihten itibaren sesleri daha bir gür çıkmaya başladı. Haksız da sayılmazlardı: Yargıtay Ceza Genel Kurulu, kendisine gelen bir davayı karara bağladığı 26 Eylül 2017 tarihli ilamında, kişilerin kullandıkları cep telefonlarına ve bilgisayarlara, o kişilerin iradeleri dışında ByLock yüklenemeyeceğine hükmetmişti.
ByLock’u suç delili olarak kullanırken yapılan hatalar
Biz yine Yargıtay kararı öncesinde yaşanan tartışmalara geri dönelim… Tartışma dediğime bakmayın, o zamanlar, ByLock konusundaki feryatların bazı gerçek mağduriyetlere işaret edebileceğine dair uyarıları dile getirmek hiç kolay değildi; böyle yapmakla, örgüt üyeliğinin en şaşmaz karinesini sulandırarak ‘FETÖ’ye hizmet’ etmiş oluyordunuz.
Fakat ateş olmayan yerden o kadar büyük dumanların çıkması da pek mümkün görünmüyordu. O kadar ki, bizzat hükümete yakın gazetelerde bazı köşe yazarları, kendi tanıdıklarının ByLock kullanıcısı olarak suçlanmalarından hareketle ‘ne oluyoruz’ demeye bile başlamışlardı.
Geçen yaz vuku bulduğunu söylediğim ‘tartışma’ya ben de ağustos ayında kaleme aldığım iki yazıyla katılmıştım. Yazıların başlıkları, ByLock’u bir suç delili olarak kullanan yargının ve siyasetin, burada gerekli ince ayarlardan imtina ettikleri için ByLock’un dönüp kendilerini vurabileceğine dairdi:
Birinci yazı: ByLock’un Bir Bumerang Olarak Portresi, (Serbestiyet, 10 Ağustos 2017).
İkinci yazı: ByLock’u Bumeranga Dönüştürecek Tercihler ve Hatalar (Serbestiyet, 14 Ağustos 2017).
Yargının 11 binden fazla kişiye ‘Biz sizi ByLock kullanıcısı olarak cezaevine koyduk, fakat şimdi anladık ki değilmişsiniz’ dediği koşullarda, işaret ettiğim bu iki yazıya sizlerle birlikte yeniden bir göz atmak istiyorum. Amacım, ByLock bir suç delili olarak kullanılırken yapılan hataların nelere yol açtığını ve açacağını göstermek…
ByLock bir bumerang olarak sahnede; şimdilik sadece birinci yönüyle…
O yazılarda iki temel probleme işaret ediyordum. Birincisi, şimdi 11 binden fazla kişiye ‘pardon’ denilmesine yol açan anlayıştı:
“ByLock’un bumerang gibi etkide bulunma ihtimalinin başlıca iki yönü var. Bunlardan birincisi, teknik hatalardan ya da bizzat Cemaat’in devlet içindeki örgütlü gücünü kullanarak zamanında yaptığı operasyonlardan kaynaklandığı düşünülen mağduriyetlerle ilgili… Bu grupta yer alanlar -şayet savunmaları gerçeği yansıtıyorsa- Gülen Cemaati’yle geçmişte hiçbir ilişkisi olmamış fakat cep telefonlarına bir şekilde ByLock indirilmiş kişileri kapsıyor. Yani bütünüyle haksızlığa uğramış, mutlak suçsuz binlerce, belki on binlerce insandan söz ediyoruz. Çoğu devlet memuru olan bu insanlar derhal işlerinden atıldı ve şimdi yeni bir iş bulmaları neredeyse imkânsız; zaten bir bölümü de tutuklu olarak cezaevlerinde haklarında açılmış ya da açılacak olan davaları bekliyorlar…
“Şayet tablo buysa, yani haksız bir suç isnadıyla hayatları kararmış binlerce insandan söz ediyorsak, bu tablonun bir bumerang tablosu oluşturduğu apaçıktır.” (Serbestiyet, 14 Ağustos)
Soru sormak zor, kuşku duymak ıstırap verici…
İnandığımız ya da inanmak istediğimiz şeylere dair sorular sormayı ve böylece belki de inancımızın o kadar da sağlam olmadığı sonucuna varmayı kolayca göze alamıyoruz. Oysa bunu becerebilsek, başımıza sonradan açılacak belaların çoğundan uzak tutabiliriz kendimizi.
Kurumlar da insanlar gibi: Bir şeye ne kadar fazla bel bağlıyorlar, ne kadar fazla yatırım yapıyorlarsa o şeyle ilgili olarak zaman içinde ortaya çıkan sorunlu tarafları, zaafları görebilmeleri ve kabullenebilmeleri o kadar zorlaşıyor. Hatta, sorunlar ve zaaflar üst üste geldikçe, onları ‘görmemek’ konusundaki ısrarları o kadar büyüyor. ByLock konusunda siyaset, medya ve yargıda böyle bir direnç hep vardı. Fakat onlar böyle yaptıkça, ByLock’un bumerang etkisi daha da büyüdü.
Oysa yargı ve siyaset, ByLock feryatları ilk duyulduğunda ‘acaba’ deseydi, ‘haklı olabilirler mi, bizim göremediğimiz bir şey mi var’ diye sorsaydı, bugün yüzyüze kaldıkları ağır sorunu çok daha hafif bir şekilde atlatabilirlerdi.
ByLock’un bir bumerang olarak henüz ortaya çıkmayan ikinci yönü
ByLock’un bumerang gibi etkide bulunma ihtimalinin birinci yönü, ’11 bin mağdur’ tablosuyla birlikte gerçekleşmiş durumda.
ByLock’un bumerang gibi etkide bulunma ihtimalinin ikinci yönüne gelince… Sözünü ettiğim yazılardan, bunu da şöyle özetleyebilirim:
Cep telefonlarında ByLock olduğu için suçlanan fakat Cemaat’le hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını, ‘hata’ ya da ‘kumpas’ kurbanı olduklarını, ByLock’u hiçbir zaman kullanmadıklarını savunan birinci gruptakilerin tersine, bu gruptakiler Cemaat’e sempatilerini gizlemeyen, ByLock’u da telefonlarına gönüllü ve bilinçli olarak indirip kullananlardan oluşuyor.
ByLock’un muhtemel bumerang etkisinin birinci kaynağıyla, yani potansiyel ‘hata’ ya da ‘kumpas’ kurbanlarıyla ilgili olarak çok dikkatli davranılmasını telkin eden yazarlar, iş ByLock’u gönüllü ve bilinçli olarak kullananlara geldiğinde son derece katı bir tutum içine giriyorlar. Bu yaklaşıma göre, böyleleri için ByLock örgütün üye kayıt defteri gibidir ve burada tartışma götürür, ‘ince ayar’ gerektirir bir durum yoktur. Acaba öyle mi?
ByLock’u Cemaat’in hangi kesimi kullanıyordu?
Birinin öbürünü tanımadığı hücreler halinde örgütlenmiş gizli ve kapalı bir örgütün, içinde örgütsel sırların da yüzdüğü bir enformasyon ağını 200 bin, 300 bin kişinin ‘kullanımına’ açması aklın alabileceği bir şey değil. Yine de bir ağ varsa, ki var, bu durumda bu ağın ancak en gevşek dış halkalara açık olması ve dolayısıyla ağda yüzen bilgilerin, ona sahip olanları ‘örgüt üyesi’ yapmayacak ölçüde sıradan olması gerekir.
Bir keresinde Abdurrahman Dilipak (bile) şöyle yazmıştı:
“Bakın, bu hainlerin hacker takımı ‘Raspberyy Pi’ kullanır, ‘deepweb’ üzerinden haberleşirler. ‘ByLock’ filan, bu işten anlamayan 3. derecede cemaat mensuplarının kullandıkları yöntem. Tepe imamlar, ülke imamları zaten ‘uydu telefonu’ kullanıyor…” (Akit, 29 Mart 2017).
Bu tablo bize ne söylüyor?
Şayet ByLock kullananlar ‘müdürler’, ‘tepe imamlar’, ‘ülke imamları’ değil de ‘üçüncü derece Cemaat mensupları’ ise, bu tablo bize ne söyler? Ya da: Bir örgütün ‘teşkilat’ıyla sempatizan ağı arasında ayrım yapmayı gözeten bir mücadele çizgisi böyle bir tablo karşısında bize neyi önerir?
Soruları cevaplamada yardımcı olması için, iç enformasyon ağı geleneksel iletişim araçlarından oluşmuş bir örgüt üzerinden düşünelim… Bu örgütün, ‘teşkilat’ dışında kalan sempatizan halkasına yönelik olarak geliştirdiği, çok geniş sayıda insana yönelik olduğu için de örgütsel bilgilerin ve sırların telaffuz edilmediği, salt sosyalleşme ve dayanışma amacıyla geleneksel tipte platformlar oluşturduğunu düşünelim… Şimdi bu örgüt devlet tarafından soruşturulmaya ve kovuşturulmaya başladığında, bu platforma katılanlarla örgütün iç ve dış çekirdeklerini oluşturan teşkilat üyelerinin aynı suç çuvalının içine atılması doğru olur mu?
ByLock’un bir bumerang gibi etkide bulunmasının bu ikinci yönü en az ‘hata kurbanı 11 bin ByLock mağduru’nun yol açtığı tablo kadar ağır bir yük oluşturmaya aday… Şimdilik görünmüyor ama onun da sırası gelecek.