1990’lar dönemi yaşayan her Kürt açısından bir travmaya tanıklık eder. Bu dönemi, kısaca hukukun rafa kaldırıldığı ve devletin “asker” olduğu, her şeyin askerden sorulduğu bir dönem olarak tanımlayabiliriz. Hele bir de adı JİTEM olan bir yapı vardı. Devlet yetkililerimiz sık sık böyle bir örgütün olmadığını söyler geçerdi. Ancak bütün Kürtler bu örgütü çok iyi tanır ve kaderlerinin bu yapı içerisinde yer alan görevlilerin insafına bağlı olduğunu bilirdi.
Habur’daki JİTEM
Ben bu örgütle ilk kez 1999’da Irak Kürdistan’ına gittiğimde tanıştım. Habur Köprüsü üzerinde, bütün güvenlik noktaları aşılıp pasaport işlemleri tamamlandıktan sonra, diğer tarafa geçmeden önce küçük bir kulübe yer alırdı. Irak Kürdistan’ına geçecek herkes burada bir güzel sorgulanır, “şüpheli” bulunanlar alıkonur ve diğer tarafa geçişine izin verilenler bir güzel haşlandıktan sonra gönderilirdi. JİTEM kulübesi, Türkiye tarafından çıkışta en son noktada yer alırken, Irak Kürdistan’ından dönüşte ilk noktada bulunurdu. Kısacası, Türkiye’den çıkarken en son, Türkiye’ye girerken de ilkin onlarla karşılaşılırdı. Sadece küfür, hakaret ve aşağılanma ile o noktadan geçebilenler şanslı sayılırdı. Ancak geçemeyenler; geçerken alıkonup kaybolan, Cizre ve Silopi’deki asitli kuyularda cenazeleri çıkanlar da vardı.
Hiç unutmam, bir kez Duhok’tan birkaç kitap alarak gelmiştim. Yine ilk kulübede durdurulduk. Burada, daha önce PKK içinde çalışıp sonradan itirafçı olanlar da vardı. Muhtemelen onlar örgütten gelecekleri teşhis etmek amaçlı dururdu, ancak içlerinde, Arap harfleriyle yazılmış Kürtçe metinleri çok iyi okuyabilen Irak Kürtleri de vardı. Meğer benim aldığım kitapların birinde, Kürdistan haritası varmış. Üstelik bu kez kitap kontrolünü yapan JİTEM kulübesindeki bir bayan idi. Kürtçenin Soranice lehçesini çok iyi kullandığından, ben onu Irak Kürtlerine benzetmiştim. Kitabı eline alır almaz, derhal haritanın olduğu sayfayı bulmuş ve beni JITEM’cilere havale etmişti. Yarım saatlik bir çapraz sorguya tutulduktan sonra, bir sürü küfür ve aşağılanmaya maruz kalmış ve serbest bırakılmıştım. Tabii o dönem de artık iyi sayılırdı, 1990’ların ilk yıllarıyla karşılaştırılamazdı. Ben içerde ecel terleri dökerken, yanımdaki din adamı arkadaşım, bu sorgu süresi boyunca hep dua etmişti. O da benim gibi, o kulübeden alınıp bir meçhule doğru götürüleceğimden korkmuştu. Çıkar çıkmaz bana şöyle bir öğütte bulundu: “Bana bak! Bir daha şu kapıya yolun düştüğünde, eğer illâ kitap alacaksan, ne olur yanına birkaç tane porno dergisi de al. Gördün mü başımıza gelenleri!”
AK Parti hükümeti zebanileri kaldırmıştı
Bir yazımda “Sırat Köprüsü” diye tanımladığım Habur sınır kapısından, AK Parti iktidar olduktan sonra da geçtim. Artık köprüde o cehennem zebanileri yoktu. Hele daha sonraki dönemlerde, köprüdeki uygulamalar bir hukuk devletinde olması gereken düzeyde idi. O zor zamanlarda, bir de o köprüyü geçip Irak Kürdistan’ındaki ilk noktaya vardığınızda (ki köprünün sadece öteki ucuydu), pêşmergelerin ilk iş olarak size çay ve su ikram etmesi yok mu, işte o da unutulamaz. Ne ki, az önce JİTEM kulübesinden çıkmış biri olarak karşılaştığınız bu insanlık dışı muamele, susuzluktan diliniz kurumuş bile olsa, ne o su ve ne de o çaydan haz almanıza imkân bırakmazdı. Ağlamak, ağlamak, sadece ağlamak isterdiniz. Bir de Kürt iseniz ve karşınızdaki güvenlik görevlisinin size ana dilinizle hitap ettiğine de ilk defa tanıklık ediyorduysanız, o ânı ömür boyu unutamazdınız. Bir keresinde, kendi çapında Kürtçe çeviri, öykü ve şiirleri olup edebiyatla ilgili olduğumu anlayan bir pêşmerge, bana o kapıda yarım saat şiirlerini okumuştu. Tanrım, ne de yaman bir çelişki; köprünün bir yakasında, Kürtçe bir kitap taşıdığınız için ölüme bile gönderilebilirsiniz; öbür yakada el üstünde tutulursunuz.
Dehşet döneminin “örnek” dâvâsı
İşte bu dönemlerde, Cizre ve Silopi’de devlet deyince iki kişi akla gelirdi: Albay Cemal Temizöz ile Cizre eski belediye başkanı Kamil Atağ. Cizre’de 1993-1995 yılları arasında tespit edilebilen 35 faili meçhul cinayetten 21’iyle ilgili olarak, aralarında emekli Albay Cemal Temizöz ile Cizre eski Belediye Başkanı Kamil Atağ’ın da bulunduğu 8 sanıklı dava, bol tanık ve sağlam delillere rağmen, daha bir gün önce beraat ile sonuçlandı.
Dosyada yer alan bütün tanık ifadeleri vicdan yaralayıcı ve dehşet verici. Ancak bir tanesi, dehşet ile de tanımlanamaz. Bir filmin, bir Meksika filminin hiç unutulmayacak en çarpıcı sahnelerini andırmakta. Şu sözlere bir bakalım; kayıp Ömer Candoruk’un eşi Hanım Candoruk anlatıyor: “Eşimi Kamil Atağ’ın adamları aldılar ve kaybettiler. Eşimin nerede olduğunu Atağ’a sorduğumda tehdit etti beni. Tacize uğradım. Evimin önüne gelen birileri ‘Bir daha eşini sorarsan seni karakola götürür, aklımıza geleni yaparız’ dedi. O devlet nasıl bir devlet ki benim eşimin cenazesini Kamil Atağ’dan alamıyor? Kamil Atağ, 1994’de belediye başkanlığına aday olduğunda yolda gördüm. Eşimin cenazesinin yerini sordum. O da ‘Bana oy verin, söyleyeceğim’ dedi. Biz de ona oy verdik ama yine söylemedi. Kamil Atağ bunları devletin silahı omuzunda olduğu için yapabildi. Bunu biliyoruz.”
Evet, bunu herkes biliyor. Türkiye’de bir genel af olabilir ve devlet eskiden cinayet işlemiş olan herkesi affedebilir. Bazen toplumsal barışı sağlamak için bu tür uygulamalar da gerekli olabilir. Ancak hukuk herkes için var; Türk için ayrı Kürt için ayrı olamaz. Dini, dili, milliyeti ne olursa olsun, katil katildir. Bir değil, iki değil, on değil; 21 kişiyi öldürenlerin affedilmesinden konuşuyoruz. Bir ülkede hukuk adalet ilkesinden saptığında, devletin temeli yerinden sarsılır; hukuk bittiğinde devlet de yıkılır. Şüphesiz bu hukuksuzluk, ilk önce de iktidardaki hükümeti ve onu yönetime taşımış olan partiyi vurur. Bir zamanlar, “işkenceye sıfır tolerans” diyerek hukuk devleti yolunda çok iyi bir ilerleme kaydeden AK Parti, bugün cesurca “hukuksuzluğa sıfır tolerans” diyerek, kamu vicdanını yaralayan davaların adaletsizce sonlandırılmasına müsaade etmemelidir. Acaba, “bana oy ver, sana eşinin cenazesinin yerini göstereyim!” sözü kadar hukuksuzluğu anlatan, vicdan yaralayıcı ve çaresiz bırakıcı bir şey var mı?