Ana SayfaYazarlarBirinci kadınlar

Birinci kadınlar

 

 

Kral Priamus’un Kazdağlarında ölüme bıraktığı oğlu Paris,  tarihin ilk güzellik yarışmasının tek seçicisi.  (Paris biliyorsunuz dağda bir ayı tarafından emzirilip, büyümüş.)

 

Zeus ona,  Hera, Athena ve Afrodit arasından birini en güzel seçmesini buyurmuş…

 

Hera, Asya ve Avrupa krallığını vaadetmiş, rüşvet olarak Paris’e. İlk güzellik yarışmasında ilk rüşvet ortaya çıkmış…

 

Athena’nın rüşveti bütün savaşları kazanacak yiğitlik ve insan üstü akılmış.

 

Afrodit dünyanın en güzel kadınının aşkını vaadedince, Paris elbet onu seçmiş.

 

Aşk tek başına tüm güç, akıl, krallıkları silip atıyor.

 

Güzellik bütün insanların takıntısı. En çok da kadınların, güzel olmayı isteyen de kadın, güzeli kıskanan da, çirkini gösterip duran da…

 

Güzellik ve endamı, zerafeti dile dolanan da, siyasetteki kadınlar. İlla birinci hanımefendiler.

 

Siyasetin ilk hanımefendisi olmak ne ki?

 

Olsa olsa protokol angaryası, ne makam denebilir buna, ne key’fli iş.

 

Eşiniz başbakan, cumhurbaşkanı olunca siz de zorunlu olarak birinci kadın, siyasi ham’fendisiniz, bunun anlamı;  çile…

Hayat sizin olmaktan çıkar, çocuklar dörme döküm kalır, hep birlikte gözönündesinizdir, eviniz ve ömrünüz gereksiz yere kalabalıklaşır, hatta işgal edilir.

 

Bu zorunlu hizmet, icapçı nöbet yetmezmiş gibi, bir de kadın cephesinden eleştirilirsiniz, ‘o daha şıktı, öteki daha güzeldi, öncekinin bacak boyu uzundu, şu mu, amaaan, n’aapsa beyhude…’

 

Çehre fukarası da sizsiniz oysa, böyle düşünerek, dil ve gönül, hatta en başta akıl fukarası da siz, diyerek gireyim söze ablalarım, abilerim, a benim çakma güzellerim, yani güzel ve akıllıyım sanan, ‘umarsam olurum belki’, diye beklerken umup umsuruk olanlar…

 

Asıl gudubet siz olmasanız, ruhunuz bunca çirkin olmasa, aklınız birazcık bassa, kimseyi çehresiyle, tipiyle, cüssesiyle, giyiniş tarzıyla yargılamaz, yakışıksız ve kötücül yorumlar yapmazdınız.

 

Estetiğiniz kaportayı düzeltse de kalpteki, akıldaki, dildeki çirkinlik kalıp, sırıtıyor işte böyle. Güzellik uçucu, ahmaklık kalıcı.

 

Bu bizim eski hastalığımız, ilk Cumhurbaşkanı eşinden bu yana hepsi güzellik darasına çekildi, siyasi bey’fendilere ve halka yazık olduğu hükmüne varıldı. Erkekler nasıl olursa olsun, yanında Saba melikesi Belkıs istiyorduk biz.

 

Siyasi hanımefendilerin ilki, 25’inde gelin giren İzmirli Latife (Uşşaki) hanım.

 

Çok iyi bildiği 4 yabancı dilin yanısıra anladığı beş dil, ayrılık sonrası öğrendiği Rusça’yı, Paris Sorbonne üniversitesindeki siyaset bilimi ve hukuk dallarında eğitimini, iyi piyano çaldığını ve Gazi paşaya aşkını, şefkatini,  o yaşında bile ölçülü, iyi  eş olabildiğini bir yana bırakıp,  ‘boyu iki karış, kendi çirkin’ demeye cür’et edilmedi mi?

 

Oysa nasıl da hoş bir genç kadın, ilerleyen yaşında, mutsuzluğunda daha da alımlı…

 

Başta eşi ayıp etti zaten, ‘karım çok güzel olaydı, kıskanırdım’ falan dedi…

 

Babası Muammer bey, Gazi kızını istediği zaman, hoş isteme falan yok,’ benimle evlen Latif’ demiş, duvardaki resmin arkasına yazıp, yatağın üstüne bırakmış ya hani, işte o…

 

Bu fasıl çok hissiyatlı, ilkin bi sap beyaz gülle söylemiş, kalbindekini, sonra üç gün üç gece konuşup halleşince, öyle etkilenmiş ki, öpmek istemiş, bunu kimi şom ağızlılar sarılmış diye anlatır, Latife hanım da havaya iki el ateş etmiş. Demiş ki, ‘siz duramazsanız, Paşam, ben hiç duramam. Size kıyamam, kendimi vururum.’ Askerler  silah sesine koşunca, Paşa da demiş ki, ‘küçükhanım, bir daha benden size böyle bir hareket gelirse, kendinizi değil, beni vurun, size kıyamam… Kara gözlerinizi ahirete bile  götürürüm.’ Yaaa…

 

Kızının seçimini, damadının görkemini düşünüp, demiş ki Muammer bey, baba sezgisiyle; ‘alma kızım, paşa da olsa alma, aşıksan da alma… Dengin değil, senden büyük, gem vurulmaz aslan bu… Ben seni dışarlara yollarım, unutursun, o da unutur .’

 

Aşk sözkonusu olanda hangi kız baba sözü dinlemiş?…

 

Gelin kız güzel, damat yakışıklı, kudretli, yedi deve çeyiz kervanı gitmiş ya, heyhat,  mutlu olmaya yetmemiş, keşke babasını dinleyeymiş…

 

Yerinizde olsam, birinci siyasi hanımefendilere nasıl evlenme teklif edildiğini, siyasi kocanın evdeki incelik ve geçim güzelliğini, dünyaya ve mutluluğa bakışını, çocuklara ve vatandaşa olan yaklaşımını merak ederdim, çünkü o erkek bu yanlarıyla birçok şeyi ele verir zaten…

 

Hanımefendinin çehresi/tipi/giyim zevki güzelse de değilse de eşine ve kendine, bundan bize ne?

 

Siyasi hanımefendilerimizde Balkan kökenli bir hayli. Eh, ulus olarak güzellik ölçümüz boy, bos, goncedehen ağız ve akça pakçalık olunca, öyle…

Ama sabır, suskunluk, incelik, yani huyda ve bedende incelik, hüner, geçim ve güzel sanatlar yahut dikişe eğilim hepsinde…

 

Latife hanımın, onu budayıp indiren ayrılık acısı, Reşide Bayar’ın cezaevindeki kocasını görmeye giderken ölmesi, ilk darbeden sonra Berrin hanımın çektikleri, son darbeden sonra Sekine hanımın felç olması da kötü yazılar, yahut bizdeki demokrasinin gereği…

 

Merak bile etmedik,  tamamı demokrasi gazisi sayılabilecek hanımefendilerin birinci kadınlıkta ne çektiğini? Hele ki darbeyle giden ve darbe sonrası gelenlerin…

 

 Ne iş tutup, ailelerini nasıl çekip çevirdiklerini, onlara biçilen siyasi kadersizliği, çocuklarının başına geleni? Siyasi dul kalış ve siyasi göçmenliği. Hangi yönleriyle yaman, hangi işlerde usta olduklarını? Güzel olanın da bu çekiyle, olancasını çırpıp attığını…

 

Sosyal politika ve hizmetlerin baş kişisi olmuş tümü, zorunlu hizmet gibi değil üstelik, candan gönülden.

 

Zamanında zalim dillerden nasibini çokça alan rahmetli Nazmiye hanımın zekasını, vefasını, espri ve mutfaktaki yeteneğini, iyi sürücü olduğunu kaçımız bilir? Bilmeyiz, merak bile etmeyiz…

 

Azerbaycan siyasi ham’fendisinin boyunu endamını, mini eteğini, genç ve güzel olduğunu öve öve bitiremedik, o kadar bekledik,  törenle fidan dikerken eğilmesini (!), eğilmedi.

 

Birinci kadınların siyasi bahtı da güzelse, çekilir o iş…

 

Fıkır fıkır olanı da çekemiyoruz biz.

 

Semra Özal dışa dönüktü, şık şıkırdımdı, süslenip püsleniyor, kahkaha atıyordu. Kocasıyla elele tutuştular, köprüden geçerken araba teybine kaset sürüp neşelerini buldular… Gecelere aktı, şarkıcı dostları vardı, ama, bizim için önemli olan boyunun, giysilerinin, falcı ve terzinin koğ’uydu…

 

Birinci kadınlarımızın çoğu dil bilmiyor, araba sürmüyor, şarkı söylemiyor, su yahut karda kayak yapmıyor, kadeh kaldırmıyor, yamaç paraşütüyle atlamıyor, enstrüman çalmıyor, sinema tiyatroyla ülfet etmiyor, tango bilmiyordu… Adamlar golf oynuyor muydu peki? Adamlar dediğim de siyasi liderler, başbakanlar, afbuyurun… Bırakın golfü, domino bile bilmiyor, kitap okumuyor, klasik batı müziği konserlerine tüfek zoruyla gidip, tahammül ediyor.

 

Eva Peron mu isterdiniz, yoksa Bizans imparatoriçesi Thedorayı mı?

 

Hoş, onlar olaydı siz gene def çalar, laf sokardınız…

 

Bizden olsun, varsın Rahşan olsun, peki…

 

Niye yakıştırmazdık ki onları? Kız oğlandan büyüktü, pek kuruydu, evet ilim irfan sahibiydi  albenisiz ve ünlü markalardan aynı biçim, aynı renk  giyinince,  yoksul sanmıştık… Değildi, sanata siyasete eli değmiş, en iyi okullarda okumuş,  Bülent Ecevit’i çekip çevirmesi de  kolay olmasa gerek…Ah, ne vardı o Rahşan affını çıkarttırmasaydı, tek bi kerecik iki dirhem bi çekirdek olsaydı?

 

Millet o ara, ‘habire çay pişiriyor, yemek yapmıyor, adamcağız kurudu kaldı’ diyordu.

 

Haksızlık, insafsızlık ediliyordu.

 

Hayrünnisa hanımefendinin giyiniş ve kapanış tarzı hoştu, çünkü modacısı, yanılmıyorsam Dilek Hanif, esaslıydı, Gül de iyi taşıyordu.

 

Aynı modacıyla çalışsalar bile, diğer siyasi hanımefendiler öyle değildi, boy bos, duruş, tasarıma karışmak yüzünden mi? Zevkleri bizimkiyle örtüşmediğinden mi?

Olcay Baykal siyasi ortamlar dışında ve giyinip kuşanıp eşinin yanında durmuyor diye eleştiren de canım halkım,  koca kaçamağını sırf bu yüzden, nerdeyse hoş gören de…

Kıbrıs çıkartması sırasında Ecevit’in her zamanki göz tiki alıp başını gitmişti, üstelik Kıbrıs fatihi olmuşken, Erbakan hoca da Mücahitliğe terfii etmişken… Annemin başhemşire olduğu A.Ç.S. merkezinde ebeler, ki ebe deyip geçmeyin, onlar hayatın başbakanı ve esas kadınıdır, tarih boyu. Hepsi de hınzırdır, ihtisasları gereği… Hepsi tasalandı, adamcağızın kaşı gözü alıp başını gitmiş, nasıl düzelecek? O böyle edince, kaşı gözü kırpışıp durunca,  karısı yüzüne bakmayacaktı,’ kim bozduysa kaşın gözün ayarını ona git’, diyecekti, yazık olacaktı Karaoğlan’a. Mücahit hocayı düşünen yoktu,’ o koç gibi, baksanıza’ deyip durdular.

 

Hocanın karısı da emekli öğretmendi, Cumhuriyet öğretmeniyken kapandığına takıldık, ayakkabısının topuğuna kakılmış taşın pırlanta olduğunda direttik, oysa Beyoğlu taşıydı ve derdimiz hocanın siyasi ufku değil, karısının ayakkabısıydı.

 

Lider eşleri demişken,  Tansu hanımın eşinden değilse de kendinden söz etmemek olmaz.

 

Miss Çiller moda dergilerinden fırlamış gibiydi, saçının röflesi iyiydi, bakımsız ve yapmacık gülümsemesi olmadan görmedik,  evine gideceği bir gece, Ankara, İstanbul uçağını kaçırınca ağlamıştı, tek romantik eylem buydu, hatırımızda kalan, belki o iş de kurguydu… Hem yemin ederken de Amerikan usulü el kaldırıp ediyordu, işte size batılı başbakan, daha ne? Bizim huzurevlerine gelip, yaşlı amcalara fıstık yeşili yahut camgöbeği mavi takım elbiseler getiriyordu… Vardı plastik bir hal, ama ne olduğunu bilemiyor, seyrediyorduk…

 

O fasılda biraz çekememezlik olabilir, onun için konuşulmadı. Zenginin malı, yani üstü başı, parfümü züğürdün çenesini yormadı, kapadı.

 

Geldik bu güne…

 

Semiha Yıldırım emekli öğretmen, üç çocuk annesi, yeni başbakanın eşi.

 

Çekmeköy’de bir okul yaptırmış, hem binası, hem dayanıp döşemesiyle…

 

Emeklilik sonrası sosyal etkinlikler, sosyal sorumluluk projelerinde görüyoruz.

 

Ailesini çekip çeviriyor, başbakan ülkeden, o başbakandan sorumlu, bizi bundan ötesi ilgilendirmez.

 

Ayrıca eşi de kendisi de gülmesini biliyor, Sayın Başbakan esaslı espriler yapıyor, asık yüzlüler ve nükte bilmezler ülkesinde az şey mi bu?

- Advertisment -