18 Mayıs’taki son yazımda, “Mehmetçiğin sırtından savaş ilan edenler”e veryansın edip “lütfen önden siz buyurun” diyen Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök’ün, bu gazetenin genel yayın yönetmeniyken “Mehmetçiğin sırtından” ettiği savaş ilanlarını hatırlatmıştım.
O hatırlatmanın aynısını, Özkök’ün, eski başbakan Davutoğlu’nu “Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına sürüklemekle” itham ettiği bir yazısı nedeniyle beş yıl önce de yapmıştım. Zaten o yazının ağırlıklı bölümü, Ağustos 2012 tarihli Ertuğrul Özkök’ün ‘Ortadoğu’ya dalalım’ günleri başlıklı yazımdan oluşuyordu.
O zaman birçok okur, anlattığım dönemde merkez medyanın öbür gazetelerinin tavrını merak etmiş, onlardan da bir döküm yapıp yapamayacağımı sormuştu.
Okurların bana verdiği ödevi hemen bir sonraki O günlerde hepsi Ortadoğu’ya dalalımcıydı başlıklı yazımda yerine getirmiştim. Yaptığım seçme, dönemin Hürriyet’ten sonraki en etkili üç merkez gazetesini (Dinç Bilgin’in Sabah’ı, Cem Uzan’ın Star’ı ve Aydın Doğan’ın Milliyet’i) kapsıyordu.
Aşağıda, beş yıl önce kaleme aldığım o yazıyı da aktararak, militarizme ve savaşa ilkesel bir muhalifliği olmayanların, nasıl duruma göre bir barışçı bir savaşçı olabileceklerini anlatmaya çalıştığım bu mini diziyi kapatıyorum…
Bakın, ABD’nin önce Afganistan’a ardından da Ortadoğu’ya saldırdığı günlerde bizim merkez medyamız nasıl çığrından çıkmış bir savaşçı hezeyan içindeymiş…
“Düellocu” Batı, “pusucu” Ortadoğu…
Perdeyi Star gazetesi ve onun yayın yönetmeni Fatih Çekirge açtı… Star gazetesi, İkiz Kuleler’e saldırıdan sadece iki gün sonra topun ağzındaki ülkeleri “TÜRKSAT 1C uydumuzdan” alınan bir fotoğraf üzerinde işaretledi… Kimler yoktu ki: Filistin, İran, Irak, Sudan, Afganistan, Suriye…
Aynı gün genel yayın yönetmeni de “Pusu ve düello” başlıklı bir yazı yazdı. Çekirge’ye göre ABD “düellocu”, Ortadoğu “pusucu”ydu… ABD mutlaka cevap verecekti ve bunu bir pusucu gibi gizlenerek değil, bir düellocu gibi göstere göstere yapacaktı.
Gerçi tek başına “Amerika’nın savaşı” dahi Türk basınının adrenalin düzeyini yükseltmeye yetiyordu ama Türk basını daha fazlasını istiyordu… “Biz” de işin içinde olmalıydık…
15 Eylül 2001’de Sabah gazetesi, bu doğrultuda kotarılmış bir umut aşılama, bir “olacak inşallah ”haberiyle çıkageldi: “Ankara’ya büyük övgü…”
Fakat habere haber demeye bin şahit isterdi:
“‘İyi ki varsınız’ diyen dünya basını ve finans çevreleri Türkiye’yi alkışlıyor… Daily Telegraph (İngiliz gazetesi): Böyle bir dönemde Türkiye’nin varlığı büyük şans… Schwartzkopf (Körfez Savaşı komutanı): Gerçek dost Türkiye yine bizimle elele… J. P. Morgan (Yatırım bankası): Türkiye’nin önemi artacağı için Türk tahvillerini öneriyoruz… Eurasia Group: Türkiye yeni bir sıkıntı yaşarsa, finans kuruluşları yardıma koşar…”
“24 saatte Bağdat…”
17 eylülde Sabah’ta yayımlanan “Mekanize Amerikan ve Taliban askeri” başlıklı “haber”, Türk basınında cılız da olsa görülmeye başlayan “Afganistan ve Ortadoğu bataklığından uzak duralım” çağrılarının çanına ot tıkamak ister gibiydi… “Bataklık” falan palavraydı… Gazete, okurlarını buna ikna etmek için, yan yana koyduğu “mekanize Amerikan” ve “mekanize Taliban” fotoğraflarını kıyaslama yolunu seçmişti. Sabah, tatlı tatlı dalgasını geçiyordu “mekanize Taliban” askeriyle: Çorabı yoktu ama “çatışma ânında hızlı hareket etmek için” bisikleti vardı!
O günlerde basının temel uğraş alanlarından biri de Türkiye’nin Irak’a girmesi yönünde heyecan pompalamaktı. Hatırlayacaksınız, 17 Eylül’de Hürriyet “Biz de Irak’a gireceğiz” haberiyle bu işin öncülüğünü yapmıştı. 19 Eylül’de Star, “24 saatte Bağdat” başlıklı haberiyle adeta “öyle girilmez, böyle girilir” deyip Hürriyet’i solladı. Gazetenin isimleri belirtilmeyen “askerî uzmanlar”a dayandırdığı habere göre “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak planı hazır”dı. “Bir gecede 100 bin asker sınırı geçecek, yedi üsten havalanan uçaklar hedefleri vuracak, 24 saatte Bağdat’a girilecek”ti…
Hızlı ulusalcının Amerika aşkı
Ne var ki basının bütün gayretine rağmen halkta “Amerika’nın savaşı”na asker yazılma yönünde en küçük bir arzu bile yaratılamıyordu. Gerçi Milliyet’in başyazarı Güneri Cıvaoğlu, böyle durumlarda halkın eğilimlerine pabuç bırakılmaması gerektiğini yazmıştı (“Halk savaşa karşı, ama bu yöndeki kararlar halkın duygusal eğilimleri doğrultusunda değil, Türkiye’nin stratejik çıkarları doğrultusunda alınmalıdır”), fakat yine de halkta düşük seviyeli de olsa bir rıza yaratmak gerekiyordu.
Bu amaç doğrultusundaki en yaratıcı fikirlerden biri, günümüzün en hızlı ulusalcılarından biri olan Aydınlık yazarı Sabahattin Önkibar’dan geldi. O sırada Star gazetesinin Ankara temsilcisi olan Önkibar’ın fikri, İstanbul’daki yönetimi o kadar çok etkilemiş olmalı ki, bu pür yorumu alıp haber diye gazetenin manşetine yerleştirdiler: “Bosna’da, Kosova’da Müslüman’ı kim kurtardı?”
Yazı-manşette da bu sorunun cevabı da vardı: Tabii ki Amerika. Yazıda şöyle tesbitler de vardı:
“ABD’nin terörle mücadele bağlamında Ladin ve Taliban’a savaş ilan etmesini İslam’a tavır şeklinde yorumlamak eğer kasıt yoksa ahmaklıktan başka bir şey değildir.”
“Figüran, pısırık Türkiye istemiyoruz”
Mesele sadece halkta rıza yaratmak değildi… Siyaset de “Türkiye’nin çıkarlarının ABD’nin yanında Afganistan’a, Irak’a dalmakta olduğunu” göremiyordu ve bu merkez medya yöneticilerini çıldırtıyordu.
Milliyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz “pısırık Türkiye” istemediğini yazdı:
“(…) Pısırıklığı temel alan politikaları bu nedenle eleştiriyoruz. Rol dağıtımında Türkiye seyirci olmamalı.” (Milliyet, 25 Eylül 2001)
Sabah gazetesi başyazarı Güngör Mengi de Washington’a koşturmakta gecikip Türkiye’yi savaşta figüran derekesine indiren hükümete veryansın ediyordu:
“(…) ABD’nin başını çektiği kampanyanın en ön safında yer tutması gereken Türkiye niçin figüran rolüne razı oluyor? Terör saldırısından hemen sonra müttefik ülke devlet ve hükümet başkanlarının doluştukları Washington’a Türkiye, neden iki haftalık gecikme ile ve Dışişleri Bakanı düzeyinde temsilci gönderdi?” (Sabah, 28 Eylül 2001)
Hem de küstah, ırkçı bir üslupla…
Merkez medyanın zaten tahammülfersâ bir boyuta varan savaş çığlıkları, bu işi yaparken tutturdukları üslupla ve ırkçılığa varan yorumlarıyla mide bulandırıcı bir hâl alıyordu…
9 Ekim 2001 tarihli Star gazetesi bu nitelikteki birden fazla “haber”iyle eline kimsenin su dökemeyeceğini bir kez daha gösterdi.
Bir gün belki tamamını da aktarırım, bugün sadece “Ağzınızla yiyin” başlıklı “haber”i dikkatinize sunacağım…
Haber, ABD’nin Afganistan’a bombalarla birlikte yiyecek paketleri de attığına dair… Paketlerin üzerinde “nasıl açılır”ın değil, “nasıl yenilir”in tarifi varmış. Başına bombalar yağmakta olan bir halkla şöyle eğleniyordu Star’cılar:
“Paketin nasıl açılacağı değil, içindekilerin nasıl yeneceği tarif ediliyor. ‘Kaşığı ağzınıza götüreceksiniz ve yiyeceksiniz’ manasında… Pakette suşi yok. İşte bunlar var… Menü idare eder…”
Sabah’ın da hakkını yemeyelim… Aynı gün o da “Taliban’dan karşı ateş… Süpersonik uçağa kurşun sıktılar!” haberiyle katılıyordu eğlenceye…
“Sadece Türkler gelsin”
O günlerde Türk basını öyleydi ki, manipülasyon ve dezenformasyon kaynaklarının bu basına “bir koyup üç almaları” işten bile değildi. Örnek, 17 Ekim 2001 tarihli Milliyet’ten…
Milliyet o gün manşetten, Afganistan’daki Barış Gücü’nün “Sadece Türkler”den oluşacağı müjdesini veriyordu: “Taliban’la savaşan Kuzey İttifakı’nın tercihi: Afganistan’da operasyon bitince kurulacak Barış gücü sadece Türk askerinden oluşsun…”
Bu kadar kesin yani: Kuzey İttifakı’nın Washington’daki temsilcisi Amin “Sadece Türkler” demişti. Ne var ki haberin son paragrafında okurları hoş bir sürpriz bekliyordu:
“(…) Amin, bir an evvel toplanabilmesi açısından, sözkonusu gücün sadece bir ülkenin askerlerinden oluşturulmasını tercih etiklerini de söyledi. Amin’in, bu sözlerle, muhtemel barış gücünün en azından ilk aşamada sadece Türk birliklerinden oluşmasını yeğlediği tahmin ediliyor…”
Hürriyet dışı merkez medya da işte böyleydi o günlerde…
Peki, bu günlerde “Ortadoğu bataklığı”na dikkat çeken merkez medyanın o günlerdeki hâlini nasıl yorumlamalıyız?
İki şıktan biri: Ya Ortadoğu o zaman “bataklık” değildi ya da gazetecilik o zaman (da) bir bataklıktı.