Ana SayfaYazarlarCeylanpınar 2015’e bugünden bakmak...

Ceylanpınar 2015’e bugünden bakmak…

Ceylanpınar’da iki polisin evlerinde katledilmesiyle (22 Temmuz 2015) ilgili dava, cinayetle suçlanan ve PKK’lı oldukları öne sürülen sanıkların geçtiğimiz hafta beraat etmesiyle son buldu. Cinayetin kim tarafından işlendiği belirsizliğini koruyor ama, 22 Temmuz 2015’in Çözüm Süreci’nin fiilen bittiği gün olduğu hususunda herkes hemfikir. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, cinayetten iki gün sonra Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçaklarının Kandil’i bombalamasını yorumlarken bu gerçeği dile getirmişti:

“Orada bir mesaj verilmek istendiyse o mesajı aldığımız için dün gece uçaklarımız Kandil üzerindeydi; kim aynı mesajı bir daha vermeye kalkarsa aynı cevabı alır. Son operasyonların çatışmasızlığı bitirdiğini iddia edenler, gitsinler bunu iki polisimizi uyurken şehit edenlere söylesinler."

 

Çatışmasızlığı kim bitirdi?

 

Ceylanpınar cinayeti çatışmasızlık sürecini gerçekten bitirmişti ama bu olay aslında bir kıvılcımdan fazla bir şey değildi. Yaşanan, Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan olay olarak Avusturya Arşidük’ü Ferdinand’ın Saraybosna’da bir suikaste uğramasının gösterilmesine benziyordu; nasıl ki Birinci Dünya Savaşı Ferdinand öldürülmeseydi de çıkacaktı, Türkiye’deki çatışmasızlık ortamı da Ceylanpınar cinayeti olmasaydı yine bitecekti.

Bunun neden böyle olacağını anlayabilmek için bugünün bilgilerinin ışığında o günün tartışmalarına dönüp bakmamız gerekiyor.

22 Temmuz 2015’e böyle baktığımızda anlıyoruz ki, çatışmasızlığı ne o zamanlar legal ve illegal Kürt siyasetinin temsilcilerinin iddia ettiği gibi Kandil’in 24 Temmuz gecesi Türk uçakları tarafından vurulması ne de Başbakan Davutoğlu’nun iddia ettiği gibi ondan iki gün önceki Ceylanpınar cinayeti bitirmişti… Gerçek şuydu ki, çatışmasızlık, Çözüm Süreci’nin iki aktörünün (iktidar partisi ve PKK), bir noktadan sonra kutuplaşmanın azalmasını ve barış ortamını kendi kısa vadeli siyasi yararları açısından uygun bulmamaya başlamasıyla bitmişti; gerisi bir provokasyona bakıyordu, o da Ceylanpınar cinayetiyle geldi.

 

Sükûnetten fayda ummayan üçüncü güç: Gülen Cemaati

 

Bugünün bilgisiyle baktığımızda, bu tabloya, dönemin üç önemli siyasi gücünden biri olan Gülen Cemaati’ni de ilave etmemiz gerekiyor ve o zaman da şu spekülatif yoruma ulaşıyoruz: Ceylanpınar cinayeti öncesinde dönemin üç önemli siyasi aktörünün üçü de Çözüm Süreci’ni kendi dar ve kısa vadeli siyasi yararları açısından uygun görmüyor, her biri yeniden başlayacak bir çatışmalı süreçten medet umuyordu. Zaten Ceylanpınar cinayetinden sonra, Kürt siyasetinin ve devletin biribirlerini ‘provokasyon’la suçlamalarının nedeni de buydu. HDP ve PKK’ya göre devlet PKK’ya topyekûn yeni bir saldırıyı  başlatmak için yapmıştı bu provokasyonu. (PKK ilk açıklamasında olayı bir ‘Apocu fedai timi’nin yaptığını açıkladı, daha sonra onların PKK yönetiminin iradesi dışında eylem yapan bir grup olduklarını öne sürerek ilk açıklamayı ‘düzeltti…’ Sonraki günlerde HDP çevrelerinden de ‘provokasyon kokan eylemin büyük bir ihtimalle PKK’ya yakın kişilere yaptırıldığı’ öne sürüldü.)

Öte yandan devlete göre de bu bir provokasyondu ama sahibi, ‘halk savaşı’nı başlatmaya bahane arayan PKK idi.

 

Ceylanpınar cinayeti ‘neden’den çok ‘sonuç’tu

 

İki bölümlü bu yazı dizisinin 8 Mart Perşembe tarihli ikinci bölümünde, Ceylanpınar cinayeti davasının beraatle bitmesinin çağrıştırdığı yeni sorular üzerinde odaklanacak, cinayetin hangi soydan bir cinayet olduğunu, o günden sonra öğrendiklerimizi de katarak anlamaya çalışacağız.

Fakat yazının bugünkü bölümünde sizleri “Çözüm sürecini bitiren” Ceylanpınar cinayeti öncesine götürecek, o günlerdeki siyasi tartışmaları hatırlatacak ve onların üzerinden Ceylanpınar cinayetinin bir ‘neden’den çok bir ‘sonuç’, o günlerin Türkiye’sinde siyasi çıkarlarını barışta değil savaşta görenlerin işine gelen bir sonuç, dolayısıyla da provokasyon amacıyla üretilmiş bir sonuç olduğunu göstermeye çalışacağım.

 

HDP’nin yüzde 13’ü hem AK Parti’yi hem PKK’yı ürkütüyor…

 

Halkların Demokrasi Partisi (HDP) 7 Haziran 2015’te yapılacak genel seçimlerden önceki bütün seçimlere, yüzde 10’luk yurt barajını aşamama korkusuyla hep illerden bağımsız aday gösterme taktiğiyle girmişti.

HDP’nin, Kürtlerin legal partilerinin tarihinde ilk kez olarak haziran seçimlerine parti olarak katılma kararını açıklaması büyük bir şaşkınlığa yol açmıştı. HDP’nin barajı aşması o kadar küçük bir ihtimal olarak görülüyordu ki, bu karar derhal büyük bir tezvirata yol açtı: HDP böylece sıfır milletvekili çıkaracak, Güneydoğu’da onun kazanacağı milletvekillikleri AK Parti’ye gidecekti. HDP bu kararı AK Parti’yle anlaşarak almıştı. Böylece AK Parti Başkanlık sistemine geçebilecek, sonra da Kürtlerin demokratik taleplerinin tamamını karşılayacak reformları sisteme kabul ettirecekti.

Bu ‘anlaşma’nın gerçekçi olmadığını, HDP’nin bu hamleyi  gerçekten barajı aşabileceğine inandığı için yaptığını savunanlar da vardı ama sayıları çok azdı. Onlardan biri olarak ben ötesini de iddia etmiş, seçimlere dört ay kala HDP’nin oylarının barajı aşmak bir yana, ‘şaşırtıcı yükseklikte’ olabileceğini öne sürmüştüm. (http://www.aljazeera.com.tr/gorus/hdpnin-oylari-sasirtici-yukseklikte-olabilir)

Gerçekten de öyle oldu ve HDP seçimlerde yüzde 13’lük bir oranla herkesi şaşırttı.

Kürt seçmenlerin mesajı açıktı: PKK’nın şiddet yolunu değil, HDP’nin parlamento üzerinden barışçı mücadele yöntemini onaylıyorlardı.

Bu açık mesajdan sonra beklenirdi ki, zaten bir barış süreci yürütmekte olan devlet ve PKK bu sonuçtan memnun olsunlar, bunu Çözüm Süreci’ne bir onay saysınlar ve süreci hızlandırsınlar…

Fakat öyle olmadı, her iki aktör de tam tersine, HDP’nin barış ve çözüm diyerek güç toplamasından rahatsızlık duyduklarını gösteren bir dil tutturmaya başladılar. İki taraf da, Çözüm Süreci’ni bitiren aktör damgası yemeden Çözüm Süreci’nin bitmesini arzuluyor gibiydiler…

Bugünden o günlere baktığımızda, gerek PKK ve gerekse de AK Parti içinde, bu hâkim dalgaya karşı durmak isteyenlerin olduğunu, fakat onların seslerinin giderek daha az çıktığını ve bunun da Türkiye’yi Ceylanpınar cinayetine doğru sürüklediğini görebiliyoruz.

 

Murat Karayılan’dan AK Parti-HDP koalisyonu önerisi

 

Önce Çözüm Süreci’nin iki aktöründen biri olan PKK tarafına bakalım…

HDP’nin seçim zaferinin üzerinden iki hafta bile geçmeden, 19 Haziran 2015’te Cemil Bayık Kürt halkına silahlanma çağrısında bulundu… 11 Temmuz’da KCK Yürütme Konseyi ‘çatışmasızlığın sona erdiğini’ açıkladı…15 Temmuz’da KCK eş başkanı Bese Hozat, Özgür Gündem’de kaleme aldığı yazısında ‘Yeni süreç devrimci halk savaşı sürecidir’ diye yazdı… 20 Temmuz'da Suruç katliamı gerçekleşti… Aynı gün Cemil Bayık silahlanma çağrısını tekrarladı. 

 
Seçim sonuçlarına rağmen yapılan bu ‘halk savaşı’ çağrılarına, PKK yetkilileri ile HDP yetkililerinin ortak sesi eşlik ediliyordu: HDP, AK Parti ile asla koalisyon yapmayacaktı.

İşte bu savaş çağrılarının ve ‘AK Parti ile asla’ yeminlerinin ortasına PKK’nın en önemli liderlerinden Murat Karayılan’ın Fırat Haber Ajansı’na verdiği şaşırtıcı söyleşi düştü. Murat Karayılan, söyleşide AK Parti-HDP koalisyonu imâsında bulunuyor, “Kürt meselesinin hızla çözüme kavuşturulması ve bu amaçla çözüm sürecinin duraklatılmasının önüne geçilmesi” çağrısında bulunuyordu.

Ne var ki, o günlerde kimsenin duymak istemediği sözlerdi bunlar, çünkü bütün aktörler barıştan değil yeni bir çatışma sürecinden yarar umuyordu. Dolayısıyla PKK tarafı da AK Parti tarafı da sessizce geçiştirdi bu çıkışı… Oysa neler vardı neler bu söyleşide… Şu sözler Karayılan’ın:

“Bu konuda ‘ben filan kesimle koalisyona girmem’ türünden açıklama ve tutumlarda da bana göre duygusallık vardır. Bu siyaseten pek doğru da değildir. Öyle kendini bazı şeylere hapsetme yerine ilkeler üzerine konuşmak önemlidir.”

O günlerde, PKK içinde biri ‘parlamento’yu, öbürü ‘halk savaşı’nı vurgulayan iki çizginin var olduğunu ve neticede ikinci çizginin kazandığını daha yakından görebilmek için, Karayılan’ın söyleşisini analiz ettiğim ve Haziran 2015’te yayımlanan şu yazıya bakılabilir: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/karayilan-ne-demis-oldu

PKK içindeki bu ses tabii ki duyulmadı ve bastırıldı…

 

Erdoğan da istemiyor…

 

Benzer biçimde, iktidar kanadında da Çözüm Süreci’ni sürdürmek isteyenler, gürültüsüz bir ülkede eskisi kadar kolay seçim kazanamayacağını 7 Haziran seçimlerinde anlamış bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın itirazıyla karşılaştılar. Dolmabahçe mutabakatından haberinin olmadığını ve dolayısıyla tanımadığını söyleyen Erdoğan’a karşı Bülent Arınç, Erdoğan’ın her türlü ayrıntıyı bildiğini, süreci onun talimatlarıyla sürdürdüklerini söyledi ama onun sesi de duyulmadı… Çünkü o cenahta da kısa vadeli siyasi çıkarın barışta değil çatışmada olduğuna dair bir inanış hâkim olmuştu.

Nihayet, hükümetle kanlı bıçaklı bir duruma gelmiş olan fakat o günlerde henüz gücünü koruyan Gülen Cemaati’nin de faydayı çatışmada görmesiyle birlikte ülkedeki en etkili üç siyasi gücün üçü de Çözüm Süreci’nin bitmesinin iyi olacağı hususunda gıyaplarında anlaşmaya vardılar.

Artık o noktadan sonra bir kıvılcım yetecekti ve o kıvılcım 22 Temmuz 2015’te Ceylanpınar cinayetiyle geldi.

Perşembe günü, Ceylanpınar cinayetinden sonra açılan davanın seyrini izleyerek bu olayın bugün artık iyice belirginleşen provokasyon boyutunu ele alacağım. İlaveten, o noktadan itibaren başlayan yeni çatışma sürecinden fayda uman Türkiye’nin en etkili üç siyasi gücünün umduklarıyla bulduklarını kıyaslayacak, bu işten kimin kazançlı çıktığını ele almaya çalışacağım.  

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik