Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AK Parti) karşı siyasi muhalefet, en baştan beri bu partinin “özsel” olarak “yanlış” olduğu varsayımı üzerinden yürütüldü. Buna göre, AK Parti’nin değişmeyen ve hiç değişmeyecek “gerici” bir özü vardı (varsayım) ve dolayısıyla ondan “doğru” bir şeyin neş’et etmesinin imkânı yoktu (hüküm). Bu varsayım ve hüküm, baştan beri AK Parti’ye karşı yürütülen muhalefetin karakterini belirleyen etmenlerin en önemlisi olageldi.
Radikal muhalif ve tembel!
Bu muhalefet çizgisi “radikal” olduğu kadar tembeldi de. Bu sayede, iktidar cihazını ellerinde tutanların bütün adımlarına “istemezük” diyerek hem “radikal muhalif” sıfatı kazanmak mümkün oluyor, hem de çalışmaya, uğraşmaya gerek kalmıyordu. “Hayır”, “istemiyoruz”, “kahrolsun” ve benzeri kelimelerin yetebildiği bir muhalefet çizgisiydi bu.
Bu muhalefet çizgisi, gürültü çıkararak bazı hamleleri engelleyebiliyordu ama engelleyemediği hamlelerle ilgili olarak katkıda bulunma, içeriğine müdahale etme gibi imkânları da elinin tersiyle itmiş oluyordu. Çerçevenin tümünü “kafadan” reddetmek yerine o çerçevenin içine (muhtevaya) yönelik eleştirel bir entelektüel gayret, “düşmanın oyununa gelmek”, “işbirlikçilik” olarak algılanıyordu.
‘Konuşacak bir şey yok’ siyaseti…
Buraya kadar okuduklarınızı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) “istemezükçü” muhalefet çizgisini konu edinen eski bir yazımdan aldım. Konuya yeniden dönmemin nedeni de, şu günlerde, bu tarz bir muhalefet çizgisinin perişanlığını gözler önüne seren yeni bir siyaset oyununun sondan bir önceki perdesini izliyor olmamız. (Oyunun adı: Türkiye’nin parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişi… Sondan bir önceki perde: Bu amaçla hazırlanan anayasa değişikliği metninin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulması… Son perde: Referandum.)
CHP, başkanlık tartışmalarının başından itibaren siyasi pazarlığı düşkünlük ve ilkesizlik sayan temel muhalefet çizgisine uygun bir çizgi izledi ve “konuşacak bir şey yok, karşıyız”dan başka bir şey demedi.
Oysa siyaset de, aynı pastadan pay almak isteyen güçlerin karşılıklı olarak konumlandıkları başka alanlar gibi pazarlığın meşru olduğu bir alan… Siyaset alanında “pasta”dan söz edince bunu elbette iktidarıyla, muhalefetiyle ülkedeki toplam siyasi irade anlamında kullanıyorum. Bir parti, toplam oyların dörtte birini almışsa, o ülkenin yönetimiyle ilgili temel konularda temsil ettiği dörtte birin talepleri doğrultusunda siyasetler geliştirmeli ve o siyasetlerin kuvveden fiile geçmesi için gayret sarf etmelidir. Bunun yegâne yolu da, iktidar dahil ülkedeki öbür siyasi güçlerle pazarlık etmektir.
Kimler pazarlık etmekten yüksünür?
Fakat pazarlık etmek her şeyden önce pazarlığa gönül indirebilecek mütevazı bir yapıda olmayı gerektirir. Patronlar işçilerle, ağalar marabalarla, okumuşlar “cahil”lerle pazarlık etmekten yüksünürler. Çünkü kendileri daha yüksek bir mertebededirler ve onlarla pazarlığı kabul ettiklerinde kendilerini sanki onlarla eşitlenmiş gibi hissederler.
Kanaatimce CHP’nin siyasi pazarlıktan bu kadar uzak duruşunda, temsil ettiğine inandığı değerlerin “yüksekliği” nedeniyle kendisini başka siyasi güçlerden “daha eşit” hissetmesinin büyük rolü var.
Parantez: Bu ülkede yalnız ana muhalefet partisi değil, iktidar partisi de kendisini başka siyasi güçlerden “daha eşit” hissediyor. Ana muhalefetin vehmi temsil ettiğine inandığı değerlerin “yüksekliği”nden geliyorsa, iktidarın vehmi de çoğunluğun oyuna sahip olmasından geliyor. Yani aslında, farklı nedenlerle de olsa yalnız muhalefet değil, iktidar da kibirli ve o da bu kibri nedeniyle siyasi pazarlığı zül addeden bir yapıda… Fakat bu, onun siyasi pazarlığa zorlanamayacağı anlamına gelmez; iktidar partisinin MHP ile ortaklaşa hazırladıkları Anayasa değişikliği paketi bunu bir kez daha gösterdi bize.
CHP pazarlığa girişseydi…
İşte gördük, CHP’lilerin “CHP var oldukça bu ülkede başkanlık sistemi asla olmayacaktır” meydan okumaları sürerken, AK Parti ile MHP’nin bunu sağlayacak Anayasa değişiklik paketi TBMM’ye sunuldu bile. AK Parti’nin başkanlık hamlesinin kendisi açısından “mutlu son”la bitip bitmeyeceğini bugünden kestiremeyiz, fakat araştırmalar, CHP’ye bugünlerde yapılacak en isabetli telkinin, “Artık ‘CHP var oldukça’ diye başlayan şeyler söylemeyin”den ibaret olduğunu gösteriyor.
Peki, bir an için CHP’yi siyasi pazarlığı meşru sayan bir parti olduğunu ve pragmatik davranıp başkanlık sisteminin daha demokratik bir yapıda oluşması için gayret sarf etmeye karar verdiğini varsayalım…
CHP bu durumda ne yapabilirdi?
Kanaatimce CHP, şu anda Meclis başkanlığında bulunan başkanlık modelinin “son derece demokratik” olduğu iddiasını zayıflatacak iki temel önerme üzerinde ısrarla durabilirdi.
Birincisi: CHP, yasamanın yürütmenin vesayeti altına girmemesi için ya Cumhurbaşkanı’nın partisinin başında olmaması ya da ille de bunda ısrar edilecekse, seçim sisteminin dar bölge esasına göre düzenlenmesi gerektiğini savunabilirdi. AK Parti’nin bu önerilerden ikisini birden reddetmesi durumunda, CHP, iktidar partisinin başından beri vaat ettiği dengeli ve kontrollü başkanlık sisteminde samimi olmadığını öne sürebilir ve bunda da inandırıcı olurdu.
İkincisi: Dar bölge sistemiyle seçilmiş Meclis’e Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) çoğunluğunu seçme hakkının verilmesi gerektiğini savunabilirdi. AK Parti’nin bu öneriyi reddetmesi durumunda da, iktidar partisinin başından beri vaat ettiği, yargıyı yürütmenin vesayetinden kurtarma vaadinde samimi olmadığını öne sürebilir ve bunda da inandırıcı olurdu.
CHP’nin bu siyasi oyunun içine iktidar partisini sıkıştıracak tekliflerle girmemesinin sonucu ne oldu biliyor musunuz? Bu sayede iktidar partisi, “Bakın biz MHP ile pazarlık ettik, uzlaştık, onların bazı tekliflerini kabul ettik… Aynı şeyi CHP ile de yapmak istedik ama onlar her türlü diyalogu reddettiler” deme imkânına kavuştu.
Böylece biz de “istemezükçü” siyasetin nasıl bir perişanlık olduğunu bir kez daha görmüş olduk.