Yalnız olmak mı, yalnız kalmakta direnmek, yalnızlığına dört elle sarılmak mı?
Öyle bir dünya ki bu, bildiğimizden öylesine farklı, isteseniz de yalnız kalamıyorsunuz, bir sataşma saldırısı, hoyratlar ve hainler bombardmanı altındayız hepimiz.Yalnızlığınıza sığınma şansınız da yok, kendiniz kalabilip, mahallenizde huzur bulma şansınız da…
Belki dünya ile aranıza bir tül perde çekerseniz…
Damlacık yokuşunda (424 sokak) bir Tezveren dede vardır, biz bu sokakta kirada otururduk, kadınlar dilek dileyip, dedeye mum yakardı.Hazretin asıl kabri asfaltın altında kalmış, köşe temsili makam.Önünde de bir çeşme var, benzeri az türden. Öylesine farklı ki, sorsanız kimse bilmez çeşme olduğun…Çeşme susuz, Tezveren dede yalnız. Sular, çeşmeler, türbeler de yalnız olabilir. Bunu ne bilsin, cilalı yalnızlık çağının kendinden ve dünyadan bîhaber kadını, adını bilmediğim?…
Varyant Cay Bahçesi, bildik bileli oradadır, yokuştan koyverince kendinizi Damlacık’tan Konak’a inersiniz, yol üstünde bütün tarihi kişilerin evini, ilginç çeşmeleri görür, dipten akan derenin çağıltısını duyarsınız. Altta yatan bir de Roma vardır, o sizi duyar, siz onu ne duyar, ne görürsünüz. İşbu çay bahçesinde soluklanayım dedim, bayramın son günü, bilir misiniz en güzel İzmir seyri de bu minnak çay bahçesindedir. Üç farklı zaviyede uzanır, en ucu göğe bakar, öbür ikisinde tente, ahşap çatısı var. Ortadaki en safalısı, Cumalı ustamla orada otururduk. Attila İlhan’a da üç oturmak borçluydum, ödeyemedim, kimselere gitmeme ilkesini bizim için bozduydu, ilki Varyant çay bahçesiydi, ikincisi Istanbul Sultanahmet’teki Sarnıç lokanta, sonuncusu evim. Olmadı bir türlü, ama, gelip konuğum olduğunu var sayarım. İşbu yalnızlığın, suyun, sevdanın bilirkişisi İzmir’in iki güzel oğlunun bile gönül eğdirdiği, meraklandığı bir çay bahçesi. Bahçelerin bizden, hayatlarımızdan el çektiği şu devirde hala bahçe, hala ucuz, hala İzmir en güzel oradan görünür…
Bir kadın geldi, masama oturmak istedi, bütün masalar boşken…
‘Ben de tam kalkıyordum’ dedim, yalvarır gibi baktı, ‘çok yalnızım, gitme…’ dedi. Bana sevdasız selam vermez, akıllı selam vermez, derdsiz selam vermez.
Oturduk…Bakıyor, ama, benim arkamda bir yerlere bakıyor, söylüyor, ama, sanırım bildiğin söylüyor, beni işitmiyor.
‘Ne kadar yalnızım bir bilsen…’ diyor, hemen peşine ekliyor, ‘ah bi de pilav olaydı.’
Çay bahçesinin bitişiğindeki camii yalnız Cuma günleri tavuklu pilav dağıtıyormuş, sebil olarak, bunu yazan tabelayı gösteriyorum, okuma yazması yokmuş, pilav dediğin eğer hayır içinse her zaman dağıtılmalıymış, yalnızlar bunu ne bilsinmiş?
‘Hikaye-i hayat’ ını anlatmak köşe yazısını aşar, ama, üç dört hamlemde bile kalkamadığım açık. Pilavcının , ilaç için de olsa tek bir camekanlı arabacı yahut motorize pilavcının geçmediği de öyle.
Ev yakın olsa sen otur, bekle beni, bi pilavcık demleyip getireyim, derdim.
Öylesine derdli, çaresiz, yalnız idi ki, az ilerde, aşağıda, Damlacık yokuşundaki Tezveren dedeye mum dikse, hemen önündeki güzelim, adı sanı silinmiş, çeşmeliği belli bile olmayan, yokuşa dikilmiş koca bir vida sanılan çeşmeden sular serpse, hem yüzüne, hem dedenin kabrine, gene dağılmazdı içinin derdi tasası…
Önceki günler Karşıyaka’ya giderken Dario Moreno ve Attila İlhan suları yara yara bizim vapurun yanından geçtiydi, onlara anlatabilsem ne derlerdi bu çok yalnız, adını bilmediğim için?
Dario anlardı, o da insana ve İzmir’e hasret gitti, Kaptan görse/bilse ne derdi?
Onun bir içine sığınma/ dünyaya sığamama halleri vardır, size bakar, görmez, adını bilmediğim çok yalnız kadın gibi, dünya ile arasına bir tül çeker o da, öyle eder ve mutlak bir şiir çıkarırdı bu ıssızlıktan…
‘Yanıklar Çeşmesi- Sahib-ül Hayrat-Muratköylü Derviş Çavuş’ Gel, ne sudur bu?Mavi gök altında yedi kat yerin dibinden gelen bir bülbül şakıması içersiniz…Ne türlüsünü gördük, yalağında bulut bulut, aklı karalı koyunların su içtiği çeşmeler. Mızrak gibi direği yıldızları silkeleyen kuyular. Tahir buradan mutlaka geçmiştir, Zaloğlu şu gıldır güdük köprünün başucunda ne kanlı döğüşler etmiştir. Yürü deli huylum sen binler yaşa’. Her adımda Anadolum bir mısra fırtınası estiriyor. Dedelerimiz bu yollardan ‘gökçe kır at’la ve yayan yapıldak geçti, biz tıklım tıkış kamyonla, tozla, çamurla, karla geçiyoruz. Gökler aynı gökler. Yollar aynı yollar. Ve gönlümde bir ebemkuşağı misali renk veren türküler’
(Abbas Yolcu, İş Bankası yayını, 2017. Hatırlatanı, Ahmet Günbaş yazısı)
Şairin hasının eli sulara, garip çeşmelere değende nasıl şiir gibi söylüyor, görün bakın…
Adını bilmediğim çok yalnız kadın bilmediği, bilemeyeceği dünyadan bihaberliğinde nasıl mutlu olduğunu bir bilse…
Memleket derdlerinden, dünyanın haydudu ve manyağı Trump’tan, Filistin’li çocukların kan ağladığından, mülteci çocukları denizlerin bağrına basıp hayatın elinden kurtardığından, savurgan dünyanın attıklarıyla üç kat doyacak aç’lardan, tür değiştirme yolundaki insanlardan, ayağa düşen aşk’lardan, aldıkça alası gelenlerden, savurdukça savuranlardan, bir dağ başı çeşmesinden, çeşmesiz sahipsiz kaynayıp duran su gözelerinden, enflasyondan, mesleksizlik ve umutsuzluktan, hısımsızlıktan, arkadaşsızlıktan, sevdasızlıktan, umarsızlık ve umutsuzluktan, ülkeye işgal girişiminden, Amerikan tetikçisi askeri darbelerden, ülkemi savunacağım diye ölüp duran gençlerden de habersiz , yalnızlıktan sebep…
Haberdar olanlar da ‘cilalı yalnızlık devri’ndense, cilalı taş devrinde olsak daha iyi’ diyor olabilir mi?
‘Müşkil budur ki her kime kim hâlim ağlasam/ Aşkın yolunda ol dahi benden beter çıkar’ Ahmed Paşa