Fransızcada “birlikte yaşam” anlamına gelen “cohabitation” siyasi jargonda halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı ile genel seçimlerden çıkan Meclis çoğunluğunun iki farklı siyasi aileye mensup olması durumunda ülkeyi birlikte yönetmelerini tanımlamak için kullanılıyor. Fransa, 1958 anayasası ile başlayan V. Cumhuriyet döneminde “yarı-başkanlık” sistemiyle yönetilen bir ülke olduğundan, “cohabitation” kavramının bu sisteme özgü olduğuna kuşku yok. Ama ben bu kavramın Türkiye için de geçerli olduğunu düşünüyorum.
Yarı başkanlığa doğru bir adım mı?
Bu bağlamda altını çizmek istediğim ilk husus, Cumhurbaşkanı’na klasik parlamenter devlet başkanlarından daha fazla yetki tanımış olan 1982 anayasasının 21 Ekim 2007 tarihinde yüzde 69 oyla benimsenmiş olan Cumhurbaşkanı’nın doğrudan halk tarafından seçilmesine ilişkin değişiklikle “yarı-başkanlık” sistemine bir adım daha yaklaştığı gerçeği. Bu değişiklik geçen Ağustosta yapılan seçimlerle siyaset arenamıza “yarı-başkanlık” sistemi devlet başkanlarına yakın yetkilerle donatılmış bir Cumhurbaşkanı armağan etmiş bulunuyor.
Yarı-başkanlık sisteminde yürütme erki, parlamenter sistemden farklı olarak, doğrudan halk tarafından seçildiği için Meclis’e değil, doğrudan halka karşı sorumlu, dolayısıyla sembolik değil, reel yetkilerle donatılmış, tarafsız değil partili bir Cumhurbaşkanı ile parlamento çoğunluğuna dayanan Başbakan ve hükümetinden oluşuyor. Fransa’da 1958 anayasası, dış politika ve savunma alanlarını Cumhurbaşkanı’na rezerve ederken, Başbakan’ı daha çok iç siyasette bir aktör konumuna getirmiş bulunuyor.
Fransız anayasası Cumhurbaşkanı’na ayrıca, uygun gördüğünde Meclis’i feshetme yetkisi tanıyor. Anayasanın 12. maddesinin ilk fıkrasında kayıtlı bu yetki, parlamenter sistem devlet başkanlarına, belirli bir süre içinde hükümet kurulamaması durumunda tanınan şartlı fesih yetkisinden çok farklı. 2000 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikliğinden önce 7 yıl için seçilen Fransız Cumhurbaşkanları, bu yetkiye dayanarak seçildikleri zaman salt çoğunluğu kendi siyasi ailesinden olmayan meclisleri feshederek halktan kendisi için çoğunluk talep ediyordu. Anayasa değişikliğiyle başkanlık seçimleri de, genel seçimler gibi 5 yılda bir ardı ardına yapılmaya başlandığı için yürütmenin iki başının artık farklı siyasi ailelere mensup olma durumu fiilen ortadan kalkmış görünüyor.
Muhalefetin anayasal sınırlara çekilme talebi
82 anayasasına dönecek olursak, halkoyuyla seçilme başta olmak üzere bazı benzerlikler olsa da, Cumhurbaşkanımızın özellikli olarak Fransız cumhurbaşkanlarının yetkilerinin tümüne sahip olmadığı görülüyor. Bununla birlikte muhalefet partilerinin yaptığı gibi, 2007 anayasa değişikliğini pas geçerek, hatta mevcut anayasayı bile bir tarafa bırakarak, parlamenter rejim devlet başkanlarının klasik yetkileri üzerinden Sayın Erdoğan’ın “anayasal sınırlarına çekilmesini” talep etmek hukuken ve siyaseten doğru değil.
Bir kere hukuken değil, zira 1982 anayasası bütünüyle değerlendirildiğinde, sadece sembolik değil ayrıca bazı reel yetkilerle donatılmış ve Meclis’e değil doğrudan halka karşı sorumlu bir Cumhurbaşkanımız var. Doğrudan halk tarafından bir partinin adayı olarak diğer partilerin adaylarını geride bırakarak bu göreve seçildiği için klasik parlamenter rejim devlet başkanı gibi görülmesi doğru değil.
Aslında muhalefet partilerinin Cumhurbaşkanı’nı karşılarına alarak hareket etmelerinin “cohabitation” imkânını ortadan kaldırdığı için siyaseten de yanlış olduğunu kabul etmek gerekir. 7 Haziran seçimlerine giden yolda başta CHP ve MHP olmak üzere muhalefet partilerinin sadece “Erdoğan karşıtlığı” değil, aynı zamanda 10 Ağustos 2014 seçimleri sonuçlarını dikkate almadan mevcut sistemi yanlış okuma üzerinden yaptıkları kampanya AK Parti ile koalisyon imkânını ellerinden alarak tekrar seçim yolunu açtı. Önümüzdeki genel seçimlerde anayasal konumu üstünden Erdoğan karşıtlığını sürdürmeleri halinde –ki bu olasılık güçlü görünüyor- muhalefet olarak bir araya gelerek salt çoğunluğa sahip olmaları halinde bile 2019 seçimlerine kadar iktidarda kalacak Sayın Erdoğan ile bir “cohabitation” kurma imkânları bulunmuyor.
Bugün Sayın Cumhurbaşkanı’nın başkanlık sisteminden yana olması üzerinden yürütülen (sadece bu konu üzerinden de değil ne yazık ki) yanlış bilgilendirmeye dayalı bir Erdoğan karşıtlığı var ve bunu yine uluslararası medyanın artık tırnak içine alınması gereken saygın gazetelerinden okuyoruz. Örneğin Erdoğan’ın “denge ve denetim mekanizmalarından yoksun güçlü bir başkanlık sistemi hayal ettiği” iddiası uluslararası medyada şu sıralarda yine sıkça dile getiriliyor. Tırnak içindeki ifadeleri, Le Monde’da İstanbul temsilcisi Marie Jego’nun imzasıyla yayımlanmış “Bay Erdoğan mutlakıyetçi hayalinden vazgeçmedi (M. Erdogan n’a pas renoncé à son rêve absolutiste) başlıklı yazıdan alıntıladım. Yarı başkanlıkla yönetilen bir ülkenin vatandaşı bir gazetecinin bu ifadesi bana ilginç geldiği için elbette.
İlginç çünkü General De Gaulle’ün kendisi için biçtiği yarı-başkanlık özellikle çok güçlü bir yürütme organı oluşturmak üzere kurgulanmış bir sistem. Yürütmenin iki başının, bugün Fransa’da olduğu ve bundan sonra da olacağı gibi, aynı siyasi aileye mensup bulunması bu hedefle tümden örtüşüyor. Yürütmenin iki başı ve yasama organının halk tarafından seçilmesi, elbette sistemin demokratik meşruiyetini sağlıyor ama bu iki erk arasında fiili bir birleşmeye (concentration des pouvoirs) yol açtığını da vurgulamak gerekir. Öyle değil mi Madame Jego?
Ama Bayan Jego yazısında “anayasaya saygı göstermeyecek” alt başlığı altında CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “sistem değişti” açıklamasına ilişkin sözlerini aktarıyor. Ardından 80 darbesinin mimarı Evren’in de Cumhurbaşkanı seçildiğine atıfta bulunduğunu da vurgulayarak. Ama bence asıl vahim olan Sayın Bahçeli’nin Twitter üzerinden yaptığı Sayın Cumhurbaşkanı’nı Hitler, Mussolini ve Kaddafi’ye benzeten mesajını aynen aktarması. Bir sonraki cümlede AK Parti’nin “ultra milliyetçi” olarak tanımladığı MHP ile kaybettiği oyları geri almak için o gün itibariyle geçerli olan koalisyon görüşmesi yapacağı bilgisi yer alıyor. Artık okur bundan ne sonuç çıkarırsa…
Görünen o ki Sayın Cumhurbaşkanı anayasanın 116. Maddesinde kayıtlı süre dolar dolmaz genel seçimlerin yenilenmesine karar verecek ve bunun için de 114. maddesinde belirtilen geçici Bakanlar Kurulu’nun oluşturulması için gerekli adımları atacak. CHP ve MHP’nin bu geçici kurula bakan vermeyeceğini göz önüne alırsak, Erdoğan karşıtlığına dayalı söylem ve politikaları sürdürecekleri anlaşılıyor.
Bundan Türkiye’yi yönetebilmelerinin ilk şartının “cohabitation” olduğunu kavrayamadıkları sonucunu çıkarmak mümkün. İktidar partisi için tek başına iktidar imkânı var ama muhalefet için en iyi olasılık “cohabitation”. Bunu ne ölçüde içselleştirebileceklerine bağlı elbette.