Haftalık politika ve kültür dergisi New Statesman muhabiri George Eaton, 1990’ların başlarında yayımladığı Tarihin Sonu adlı kitabıyla büyük üne kavuşan yazar Francis Fukuyama ile ilginç bir söyleşi gerçekleştirdi ve izlenimlerini kaleme aldı.
Tarkan Tufan’ın Gazete Duvar için çevirdiği metinde Fukuyama yine çok tartışılacak iki önemli tespitte bulundu.
Bunlardan birincisinde sosyalizm sözcüğüne ilk kez olumlu bir içerik yüklüyor, onun adalet ve eşitlik talep eden yanına ihtiyaç duyulan bir dünyada yaşadığımızı söylüyordu.
Duvar’daki çevirinin ve ondan alıntıyla yazılmış bütün haberlerin başlığı aynıydı: “Francis Fukuyama: sosyalizm geri gelmeli…”
Başlık böyleydi ama içerik tam olarak öyle değildi. Ben, Fukuyama’nın çevirideki “sosyalizm”e dair sözleriyle başlık arasındaki farkı görünce, bunu medyamızdaki “seksi başlık” hevesine hamlettim. Fakat orijinal metinde de aynı başlığın kullanıldığını görünce (“Francis Fukuyama: Socialism ought to come back”), günahını aldığım medyamızdan içimden sessizce özür diledim.
Diyeceğim şu ki, Fukuyama’nın “sosyalizm”e dair sözleri, İngilizce ya da Türkçe başlığın bize söylediğinin tersine geçmişin reel sosyalizmlerine bir özlem içermiyor ya da onların dünyamız için yeni kurtuluş reçeteleri olabileceklerini imâ etmiyordu.
Metnin ilgili bölümü aynen şöyleydi:
“Tarihin Sonu, komünizmi insanlığın en son ideolojik aşaması biçiminde gören Marksistlere karşı bir paylama niteliğindeydi. Fukuyama’ya, İngiltere ve ABD’deki sosyalist solun yeniden dirilişini nasıl gördüğünü sordum. ‘Her şey, sosyalizmden ne kastettiğinize bağlı. Üretim araçlarına sahip olmanın -kamu hizmetleri gibi açıkça belirtildiği alanlar dışında- bir işe yarayacağını düşünmüyorum. Eğer ortaya çıkan hem gelir hem de servet konusundaki bu büyük dengesizliği düzeltmeye çalışan bir yeniden dağıtım programını kastediyorsanız, evet, öylece geri geleceğini düşünmüyorum, geri gelmek zorunda olmalı. Reagan ve Thatcher’la başlayan ve denetlenmeyen piyasaların faydalı olduğuna ilişkin kesin bir görüş kümesinin var olduğu uzun dönem, birçok açıdan felakete yol açtı.’”
Gördüğünüz gibi, Fukuyama, reel sosyalizme olmasa bile sosyalizmin ideallerine bir selam gönderiyor ve bu yanıyla sosyalizmin dünyanın bundan sonrasında önemli bir rol oynayacağını teslim ediyor.
Bu, işaret ettiğim iki önemli tespitten birincisiydi…
Marks’ın kriz teorisine selam…
Fukuyama’nın ikinci tespiti ise reel sosyalizme değil ama sosyalizm teorisinin en önemli unsurlarından birine, Marks’ın kriz teorisine selam niteliğinde… George Eaton, şöyle yazıyor:
“Fukuyama, beni şaşırtan biçimde şöyle devam etti: ‘Bu durumda, Karl Marx’ın ifade ettiği kimi şeylerin doğruluğu ortaya çıkıyor. İşçilerin yoksul ve taleplerin yetersiz olacağı bir aşırı üretim krizinden bahsediyordu…’”
Marks’ın “aşırı üretim krizleri” en temelde, emekleriyle mal ve hizmetleri yaratanlara ödenen ücretlerin, o mal ve hizmetlerin tamamının satın alınabileceği düzeyden daha düşük olmasından kaynaklanıyordu. Çünkü kapitalistlerin biribirleriyle rekabet edebilmelerinin yolu a) üretimlerini maksimum düzeye çıkarmaktan, b) işgücüne minimum ücret ödemekten geçiyordu. Ne var ki bu, talebi olmayan bir arz fazlası anlamına geliyor, o da kâr oranlarının düşmesine yol açıyordu. Kapitalistlerin buna verecekleri tek bir tepki vardı: Çalışanları işten atmak.
Fukuyama sözleriyle, işte Marks’ın “kapitalizmin krizlerinin kaçınılmazlığı”na işaret eden bu temel önermesini kabul etmiş oluyordu.
Keynes çözümü…
Marks’ın işaret ettiği krizlerin en yıkıcısı olan 1929 krizi, yarattığı milyonlarca işsize rağmen liberal iktisatçıların ezberini bozamadı. Onlara göre, piyasa kendi kendine dengeyi bulacaktı; işten atmaların da bir dip noktası vardı, o noktaya varıldığında, kapitalistler attıkları işçileri yenden istihdam etmeye başlayacaklardı.
Ne var ki bu beklenti bir türlü gerçekleşmedi. 1932’ye gelindiğinde dünya ticaret hacmi yarı yarıya azalmış, ABD’de işsizlik oranı yüzde 30’a yaklaşmıştı.
İşte o tarihi momentte Keynes ortaya çıktı. Keynes’e göre, işgücü piyasasının kendi kendini dengeleyeceği tezi kriz dönemleri için geçerli değildi. Kriz dönemlerinde istihdam hep düşme eğiliminde olurdu ve bu gidişi durduracak yegâne adımı sadece devletler atabilirdi. Devletler piyasaya müdahale etmeli ve istihdamı artırıcı politikalar uygulamalıydı.
Devletlere ekonomide rol biçen bu anlayış İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra refah devleti anlayışına dönüştü; artık devletler çalışanları kapitalistlerin insafına terk etmiyor, belirli politikalarla geniş kitleleri sefaletten kurtarıp onları iş sahibi ve tüketen konumuna yükseltiyordu.
‘Herkese iş’ mümkün olmayınca…
Ne var ki, teknolojinin sıçramalı olarak yükselmeye başladığı 1980’lerden itibaren “herkese iş” formülü işlememeye başladı. Çünkü artık eskiden olduğu gibi yeni teknolojiler istihdamı artırmıyor, mesela robotların sanayide kullanılmaya başlamasıyla birlikte tam tersine azaltıyordu.
Bu durum, kapitalizmin aşırı üretim buhranlarını daha da yıkıcı bir hale getiriyordu, çünkü robotlar tüketemiyorlardı!
Özetlersek: Küreselleşmeyle birlikte hem üretim daha yığınsal hale gelmiş, hem de üretimdeki öneminin azalmasıyla birlikte pazarlık gücü düşmüş çalışanların ücretleri azalmaya başlamıştı. Bu da aşırı üretim krizi demekti.
Peki bu aşırı üretim nasıl emilecekti? Emilebilir miydi? Eskiden, istihdam artırıcı politikalarla yeni tüketiciler oluşturuluyor, aşırı arzın bir bölümü bunlar tarafından satın alınıyordu. Ne var ki artık istihdamı, üretimi karşılayacak düzeyde artırmak mümkün değildi.
1990’ların sonlarından itibaren Türkiye’de de, hiçbir zaman doğru dürüst bir iş sahibi olamayacak en alttaki yoksullara “vatandaşlık maaşı” ödenmesi yönünde bir eğilim belirdi. Türkiye’de bu fikri savunan iktisaçılardan biri olan Çağlar Keyder, 2000’lerin başında tezini şöyle savunuyordu:
“Kapitalist gelişme, şu anda eriştiği teknoloji düzeyiyle daha fazla işgücüne gerek duymuyor. Demek ki insanların artık çok daha yüksek işsizlik düzeyiyle yaşamaya alışmaları gerek.
“Bugüne kadar insanların ayakta kalmalarını tamamen istihdama bağlamış bir zihniyeti terketmek gerek. Artık toplumun dışında kalma tehlikesi de var. Patlamaya hazır bir sorun.
Devlet buna nasıl bakacak? Amerikalılar bu olayın farkında, çözüm olarak da insanları polisiye yöntemlerle denetim altında tutuyorlar. Avrupa Birliği'nde, mademki yurttaşsınız, ne yaparsanız yapın size ayda 400 dolar veriyoruz, diyorlar. Bir temel gelir, bir yurttaşlık geliri bu. İnsanların yaşama hakkı.
Türkiye'de de nüfusun en yoksul yüzde 10'u için benzeri bir düzenleme düşünülebilir. Hiçbir zaman doğru dürüst bir işe girme şansı olmayan yoksullara verilebilir. Devlet o kadar da güçsüz değil. Marjinal düzenlemelerle temel bir gelir sağlanabilir.”
Tüketen fakat hor görülmeyen tembeller…
Bu sözlerin sarf edildiği yıllarda iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), en yoksulları kollayan ayni ya da nakdi yardımlar marifetiyle bu yolda adımlar atmaya çalıştı. Sol muhalefet, uzun yıllar boyunca “insanlık onuru”na uygun bulmadığı bu politikayı eleştirdi, fakat sonunda iktidara geldiğinde bunların hiçbirine dokunmayacağını, hatta artıracağını ilan etti ve tartışma kapandı.
Aslında gerek Avrupa’daki “vatandaşlık maaşları” (şimdi ne durumda bilmiyorum), gerekse de Türkiye’deki kömür, yiyecek vb. yardımlar sosyal adaleti bir nebze olsun sağlamak üzere atılmış adımlar… Hiçbiri, aşırı üretim krizlerine çare olsun diye atılmış adımlar değil.
Oysa dünyadaki ekonomik eşitsizlik o kadar arttı ki, yaratılan toplam gelirin o kadar büyük bir kısmı en zenginlere gidiyor ki, toplam üretimin büyük bölümüne talep oluşmuyor ve arz fazlası doğuyor. (Zenginlerin lüks tüketimi böyle bir dünyada sinir bozucu olsa da, hiçbir zaman kendi krizlerini doğuran talep yetersizliğini karşılayacak kadar tüketemiyorlar; neticede sayıları sınırlı!)
Size fantezi gibi gelebilir ama, bence aşırı üretim krizlerini ancak işe ve çalışmaya bakışı tamamen değiştirecek yeni bir kültür önleyebilir.
Mademki istihdam teknolojik gelişmeler nedeniyle giderek azalacak ve dolayısıyla talebin arzı karşılama oranı da giderek düşecek, o zaman tek çare, istihdam edilemeyenlere de çalışanlar kadar maaş vermek ve onları aşırı üretimi emecek tüketiciler haline getirmek…
Akla hemen, çalışmadan çalışanlar kadar kazanan bu insanların toplum içinde horlanacakları, saygıdan yoksun bırakılacakları ve berbat psikolojilere sahip olacakları gelecektir… Doğru, fakat kapitalist sistemin krizlerden kurtuluşunun ekonomik yolu sadece buradan geçiyorsa, kapitalizm onun kültürünü yerleştirmeyi de becerecektir. Yani çalışmadıkları halde çalışanlar kadar kazanan ve fakat toplum tarafından horlanmayan, bir iş sahibi olmadıkları için kendini kötü hissetmeyen yurttaşlar!
Bence kapitalizm, bu sıkışıklıkta, böyle bir kültürün yolunu açmak üzere çalışmalarına başlamak üzeredir!