Ceylanpınar’da görevli iki polisin 22 Temmuz 2015’te öldürülmesinden iki gün sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar Kandil’i bombalamış, böylece birkaç yıldır sürdürülen çatışmasızlık süreci fiilen sona ermişti.
Son yazımda (5 Mart 2018), ille de bir tarih vermek gerekirse Çözüm Süreci’nin bitişini bu olaya bağlamanın bir anlamının olabileceğini, fakat Çözüm Süreci’nin esasen sürecin iki aktörünün (iktidar partisi ve PKK), bir noktadan sonra kutuplaşmanın azalmasını ve barış ortamını kendi kısa vadeli siyasi yararları açısından uygun bulmamaya başlamasıyla bittiğini söylemiştim. Gerisi bir provokasyona bakıyordu ve o da Ceylanpınar cinayetiyle gelmişti.
Bu sonuca varmak için, tarafların Çözüm Süreci’nin bitmesini, onu bitiren aktör damgasını yemeden nasıl arzuladıklarını gösteren çıkışlarına bakmak yeterliydi ve ben de iki bölümlü bu yazının birinci bölümünü işin bu yanına ayırmıştım.
Ceylanpınar cinayeti, o atmosfer içinde işlenince kendisinden beklenen ‘fayda’yı ziyadesiyle yerine getirdi; karşılıklı bilenmişlik ortamında kimse bunun bir porovokasyon olma ihtimalini değerlendirmedi. Oysa aynı cinayet, tarafların Çözüm Süreci’ni sürdürme iradelerinin yüksek düzeyde olduğu bir anda gerçekleşseydi, cinayetin bir provokasyon olduğu iyot gibi açığa çıkacaktı ve zaten o nedenle de o koşullarda hiçbir karanlık güç böyle ‘faydasız’ bir cinayete tevessül etmeyecekti.
Geçen yazı cinayet öncesine odaklanmıştı, okumakta olduğunuz yazıda ise önce cinayetin davasıyla ilgili ayrıntıları özetleyecek, ardından da Ceylanpınar Cinayeti’nden bugün kimin hangi dersleri çıkartması gerektiği üzerinde duracağız.
Dava PKK’yı aklamadı ama kuşkuları güçlendirdi
İlk yazıda da hatırlattığım gibi, Ceylanpınar cinayeti davası, haklarında ağırlaştırılmış müebbet istenen ve PKK üyesi oldukları öne sürülen sanıkların tamamının beraatiyle sona erdi.
Bu sonuç, legal-illegal Kürt siyasetine yakın bazı yorumcular tarafından, PKK’nın aklandığının ve cinayetin devlet içinde yuvalanmış kimi karanlık öbekler tarafından işlenmiş bir provokasyon olduğunun ‘kesin kanıt’ı sayıldı.
Öte yandan, cinayet faili olarak yargılananları başından beri ‘polis katilleri’ olarak sunan iktidara yakın yorumcular ise davanın bu şekilde sonuçlanmasını sessizce geçiştirmeyi tercih ettiler.
Her iki yaklaşım da hakikati değil kendi siyasi pozisyonunun işine yarayacak olanı arayıp onu öne çıkarmayı refleks haline getirmişlerin davranış modelini yansıtıyor.
Oysa gerek cinayet ve gerekse cinayetin davası bize çok şey anlatıyor, onlardan çıkartılacak çok ders var. Fakat meselenin o yanına geçmeden önce cinayeti va davayı kısaca özetlememiz gerekiyor.
Olmayacak bir dava
Bugünden bakıldığında, ağırlaştırılmış müebbet istenen sanıkların davasının beraatle sonuçlanması hiç şaşırtıcı görünmüyor… Özellikle de, onların nasıl ve neden yakalanıp tutuklandıklarına baktığımızda… Bakalım…
Cinayetten bir gün sonra polis, GBT faaliyeti sırasında durdurduğu bir aracı ve içindeki dört genci (dayılarının taziyesinden döndüklerini söyleyen iki kişi ve onların iki arkadaşı), aracın üzerinde haciz göründüğü gerekçesiyle karakola götürür. Gençler, başkaca bir şeyle suçlanmayacaklarına o kadar emindirler ki GBT sonucunu karakolun bahçesinde sakince beklerler. Dosyayı yakından izleyen gazetecilerden Ayşe Yıldırım’ın anlatımıyla:
“GBT incelemesi uzun sürünce kendileri gönüllü olarak emniyete gidiyorlar. İçeride GBT taraması yapılırken onlar emniyetin bahçesinde bekliyorlar. Hiçbir baskı yok. Acıkınca gidip yiyecek su ihtiyaçları için çıkıp bir şeyler alıp geliyorlar. Hatta Sedat’ın ağabeyi Abdurrahim A. da bir ara uğruyor emniyetin bahçesine, sohbet ediyorlar. Ne hikmetse saat 24.00’ten sonra birden cinayet suçlamasıyla terörle mücadeleye götürülüyorlar…” (Cumhuriyet, 4 Ağustos 2016).
Mesele sonradan anlaşılıyor: Gençler GBT incelemesini beklerken polise bir ihbar telefonu geliyor: “Vicdanım rahat değil, polisleri öldürenleri biliyorum…”
İhbarcı, o sırada karakol bahçesinde bekleyenlerin isimlerini vermiştir polise.
Dava sürecinde, yargının, yargılamakta olduklarına değil, başka şeylere odaklanması gerektiğine dair bir yığın ayrıntı dökülür ortalığa. Bunları da Ayşe Yıldırım’ın dosyadan elde ettiği bilgilerden derlediği, sanıklara beraat kararının verildiği 1 Mart 2018 tarihli haberinden izleyebilirsiniz:
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/935536/_FETO__cemberinde_Ceylanpinar.html
Cemaat de işin içinde mi?
Bu cinayetten ve cinayetin davasından çıkartılması gereken dersler bahsinin hakkını verebilmek için dava sürecinde ortaya çıkan ve cinayete Gülen Cemaati’nin adını karıştıran bazı gelişmelere de işaret etmeliyiz.
Ayşe Yıldırım işin o yanını da şöyle anlatıyor:
“Gençleri tutuklayan hâkim Nurettin Bulut, 15 Temmuz sonrası ‘FETÖ’den tutuklandı. İddianameyi hazırlayan savcı Mehmet Kıvanç Kılsızoğlu genç yaşına rağmen terfi edip Ankara’ya Adalet Bakanlığı Bilgi İşlem Merkezi’ne hâkim olarak atandı. Söz konusu merkezde darbe girişimi sonrası 14 savcı gözetiminde ‘FETÖ’ şüphesiyle arama yapıldığını ekleyelim.
Otopsi savcısı dahil 22 polis ‘FETÖ’cü olduğu suçlamasıyla açığa alınıp, tutuklanıp, ihraç edildi.
Cinayetten sonra Şanlıurfa Emniyet Müdürü, polislerin cenaze töreninde kentteki paralel yapılanmaya dikkat çekti. Üstelik bir cemaat imamından söz edip, paralelcilerin emniyete sızdığını, istihbarat faaliyetlerini zafiyete uğrattığını, asayiş ve terör olaylarını tırmandırmaya çalıştığını anlattı.”
Cinayet kimin işi?
Yukarıda da dediğim gibi, legal-illegal Kürt siyasetine yakın bazı yorumcular -cinayetin ‘Apocu fedai timleri’ tarafından üstlenildiğini bilmelerine rağmen- davanın beraatle sonuçlanmasını PKK’nın aklandığının ve cinayetin devlet içinde yuvalanmış kimi karanlık öbekler tarafından işlenmiş olduğunun ‘kesin kanıt’ı saydılar.
Bunun karşısında ise şöyle bir argüman geliştirildi: ‘Tamam, yargılananlar suçsuz olabilir ama ortada cinayeti sahiplenen bir örgüt varken bunun ne önemi var. Bu durumda en fazla şöyle denebilir: Cinayeti Çözüm Süreci’ni sonlandırmak için PKK işledi ama failler yakalanıp yargı önüne çıkarılamadılar, onların yerine yanlış kişiler haksız yere iki buçuk yıl cezaevinde kaldılar.’
Bunlar, Türkiye gibi bir ülkede gerçeğin ne kadar karmaşık ve nüanslı olabileceğini hesaba katmayan yaklaşımlar…
Kanaatimce, gerçek olma ihtimali en yüksek tahmin bazı HDP yöneticileri tarafından şu surette dile getirildi: “Provokasyon kokan eylem büyük bir ihtimalle PKK’ya yakın kişilere yaptırıldı…”
Bende bu kanaati uyandıran şey, cinayetin ardından PKK yetkilileri tarafından yapılan çelişkili açıklamalar… Bunlara sırasıyla bakalım…
PKK önce kabul ediyor sonra te’vil yoluna gidiyor
PKK’nın yayın organı Fırat Haber Ajansı, olayın olduğu 22 Temmuz 2015’te PKK’nın askeri kanadının HPG’nin ‘saldırıyı üstlendiğini’ duyurdu. HPG’nin açıklaması haberde şöyle veriliyordu:
“22 Temmuz günü bir Apocu fedai timi, Suruç katliamına misilleme olarak bugün sabah 06.00 sularında Ceylanpınar’da DAİŞ çeteleriyle işbirliği içinde olan iki polise karşı bir cezalandırma eylemi gerçekleştirmiştir.”
Bundan bir süre sonra PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan’dan “biz yapmadık” açıklaması geldi:
“Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi bizim merkezi bir kararımızla yapılmış bir eylem filan değildir. Hatta resmi bir birimimizin yaptığı bir eylem bile değildir. Kendine ‘Apocu Fedailer’ diyen bir grup tarafından yapılmış bir eylemdir. Biz de zaten bunu böyle açıkladık. Hemen buna sarıldılar.”
Nihayet olaydan aylar sonra, 1 Aralık 2015 günü KCK Eş Başkanı Cemil Bayık da benzer bir açıklamada bulundu:
“Ceylanpınar'da iki polisin öldürülmesi bizimle alakalı değil. Ceylanpınar'da o iki polisi öldürenler, kendilerini Apocu İntikam Tugayı diye addeden birileri. Böyle bir örgüt var mı yok mu o da şüpheli. Yine, iki polisin uyuduğu yerde vurulması bizim yöntemimiz değil. HPG biz bu polisleri vurduk demedi. HPG dedi ki, ‘Kendilerine Apocuyum diyen bir grup bu eylemi yaptığını söylüyor.”
Karayılan ve Bayık neden ikna edici olamadı?
Karayılan ve Bayık’ın te’vil çabaları elbette ki yeterli olmadı. Çünkü HPG’nin açıklamasını ilk duyuran Fırat Haber Ajansı bile haberi “HPG üstlendi” diye vermişti ve o ilk açıklamada cinayetin faili olarak gösterilen ‘Apocu fedai timi’ne ve onun eylemine dair tek bir olumsuz gönderme yoktu.
Bu durumda galip ihtimal şöyle şekilleniyor: O eylem gerçekten de bir ‘Apocu fedai timi’ tarafından gerçekleştirilmiştir ve PKK geçmişte bu ‘tim’lerle ilgili zaman zaman olumsuz ifadeler kullanmış olsa da onların Ceylanpınar eylemini ‘işe yarar’ bulduğu için kınamak bir yana Fırat Haber Ajansı’nın bile ‘sahiplenme’ olarak algıladığı bir dille kamuoyuna duyurmuştur. Fakat sonradan bunun bir hata olduğu tespitini yaparak yukarıda anlatmaya çalıştığım te’vil yoluna gitmiştir.
Tabii bu ‘Apocu fedai timi’ ile ilgili olarak izleyen günlerde yaptırılan araştırmanın sonucunda bazı tatsız sonuçlara ulaşılmış (mesela devlet içinde illegal faaliyet gösteren bazı karanlık çevreler tarafından içlerine sokulmuş kişiler oldukları anlaşılmış) ve açıklamalar o nedenle de farklılaşmış olabilir.
İşte bu nedenle ben, olaydan sonra bazı HDP yöneticilerinin “Provokasyon kokan eylem büyük bir ihtimalle PKK’ya yakın kişilere yaptırıldı” tahminini önemsiyorum ve bunun gerçeğe en yakın ihtimal olduğunu düşünüyorum.
Şayet cinayetin gerçeği burada gizliyse, o zaman başkalarının onun adına yaptığı bir eylemi istemese de savunmak zorunda kalan ve daha sonra te’vil yoluna gitse de haliyle inandırıcı olamayan bir örgüt tablosuyla karşı karşıyayız demektir ki, bunun PKK için hayli düşündürücü olması gerekir.
Provokasyonlar her zaman olur ama…
Ceylanpınar cinayetinin hakikatinin ‘PKK yaptı’ ile ‘devlet yaptı’ arasında bir yerlerde olduğunu sezebilmek cinayetin hemen sonrası için de mümkündü. Fakat bunun için, her iki tarafın sözcülerinin ve medyasının kafayı sadece Çözüm Süreci’ni istemeyen ve bozmak isteyen tarafın kendileri değil karşı taraf olduğunu ‘ispat etmeye’ takmaması gerekirdi.
Asıl amaç bu olunca karanlık odakların işi de kolaylaşıyor, çünkü amaçlarına ulaştıktan sonra kimse onlarla uğraşmıyor; tam tersine herkes birbirini suçluyor ve bu da yaptıkları provokasyonun etkisini kat kat büyütüyor.
Açık ya da ima yollu iddiaları toparlarsak: Bu provokasyonu a) Gülen Cemaati’nin devlet içindeki uzantıları gerçekleştirmiştir, b) Devlet içindeki birtakım illegal karanlık odaklar gerçekleştirmiştir, c) doğrudan doğruya PKK gerçekleştirmiştir.
Bunlardan hangisi geçerli olursa olsun, bence bu musibetten bundan sonrası için çıkartacağımız temel ders şu olmalıdır: Provokasyonlar her zaman olur, fakat onların etkili olabilmeleri için siyasetin iradesinin zayıflaması gerekir. Tıpkı bu örnek olayda olduğu gibi.