Silahlı çatışmaların demokratik yöntemle sona erdirilmesini hedefleyen barış süreçlerinin ülkeden ülkeye değişen özellikleri bir yana bırakılırsa, siyasi ve teknik bazı ortak özellikleri bulunuyor. Bu özelliklerin başında da bahse konu ülkenin evrensel ilkelere dayalı demokratik bir anayasal sisteme sahip olması geliyor. Çünkü “silah bırakılması karşılığında eli kana bulaşmamış örgüt üyelerine siyaset hakkı tanınması” demokratik yöntemin temel ilkesi.Bu ilke yaşam hakkı gibi en temel insan hakkını hedef alan silahlı mücadelenin demokratik olmayan bir ülkede meşru görülebileceği anlamına gelmiyor elbette. Silah ve siyaset bir arada düşünülemeyecek kadar birbirine zıt kavramlar çünkü.Bununla birlikte, on yıllar önce meşru siyaset yolları kapalı olduğu gerekçesiyle devletlerine başkaldırarak silahlı mücadeleye girmiş terör örgütlerine silah bıraktırmanın siyasi koşulu, şiddetle ilintili olmamak kaydıyla her türlü siyasetin yapılmasına cevaz veren anayasal bir güvencenin varlığı. Konunun teknik veçhesini oluşturan eli kana bulaşmamış örgüt üyelerine siyaset hakkı tanınması ancak böyle bir güvenceyle anlam kazanıyor.Bugüne kadar demokratik yöntemle silah bırakmış iki terör örgütü var: IRA ve ETA. Ama ETA henüz ne silahlarını teslim etmiş, ne de kendini feshetmiş değil. Bu süreci yazılarımda ayrıca aktardığım için tüm ayrıntılar üzerinde durmaya gerek duymuyorum. Ama bu konuda altını çizmem gereken önemli bir husus var. O da her iki barış sürecinin, Birleşik Krallık ve İspanya’nın Türkiye’den farklı olarak demokrasi eksiklikleri bulunmadığı halde, karşılıklı güven eksikliği nedeniyle öngörülenden çok daha uzun süre almış olması.Benzer bir durum iki yıl dört aydır Havana’da devam eden Kolombiya barış müzakerelerinde de görülüyor. Silah bırakılmasının görüşülen altı gündem maddesinden birini oluşturduğu bu müzakereler, FARC’ın eylemsizliği zaman, zaman bozması nedeniyle kesiliyor.Çözüm Süreci’nde güven krizi Türkiye’de Havana müzakerelerinden birkaç ay sonra başlayan Çözüm Süreci de bugüne kadar eylemsizliğin kesintiye uğraması nedeniyle güven krizine girdi. Dolmabahçe bildirgesi ile tam her şeyin yoluna girdiği düşünülürken yeni bir krizle karşı karşıya bulunuyoruz.Bu krizin nedeni, sürecin iki siyasi aktörü AK Parti ile HDP arasındaki karşılıklı güvensizlik. AK Parti, PKK’nin Türkiye içindeki militanlarını iki yıl önce söz vermiş olduğu gibi sınır dışına çekmemesi –ki 6-8 Ekim olayları bunu ortaya koyuyor- nedeniyle sürecin ilerlemesini bu taahhüdün yerine getirilmesi şartına bağlıyor. Öcalan’ın Newroz mesajında bu konuda bir tarihin telaffuz edilmemiş olması da PKK’ye duyulan güvensizliği pekiştiren bir unsur elbette.Cumhurbaşkanı Erdoğan son günlerde IRA örneğine atıfla silahların gömülmesi gerektiğini dile getiriyor. Aslında silahların gömülmesi ya da teslim edilmesi, IRA örneği dâhil barış süreçlerinde en son aşamaya tekabül ediyor. Ondan sonra sadece örgütün kendini feshetmesi kalıyor ki yukarıda da işaret ettiğim gibi ETA silah bıraktığını üç buçuk yıl önce ilan etmiş olduğu halde henüz bu aşamaya gelmiş değil.Konuya PKK-HDP tarafından bakıldığında, silahların gömülmesi talebinin bir yerde sürecin ileri sarılması, başka bir deyişle üzerinde mutabık kalınan hususların yerine getirilmeden atlanması şeklinde algılanması şaşırtıcı değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çözümün temel ilkelerinin anayasal güvence altına alınmasına yönelik önemli bir uzlaşma metni olarak değerlendirilebilecek Dolmabahçe Bildirgesi’ne karşı olduğunu açıklaması bu algıyı ister istemez güçlendiriyor.Çözümün anayasal güvence boyutunu oluşturan yeni anayasa talebinin AK Parti tarafından dillendiriliyor olması olumlu bir işaret ama Sayın Cumhurbaşkanı’nın yeni anayasayla ilgili olarak çözüme yönelik temel ilkelerden çok, başkanlık sistemini olmazsa olmaz koşul olarak ön plana çıkarması sürecin iki aktörü arasında patlak veren güvensizliği gidermiyor.Kabul etmek gerekir ki çözümün temel ilkeleri, devletin başkanlık, yarı-başkanlık ya da parlamenter sistemle yönetilmesiyle değil, anayasanın demokratik niteliği ve temel hak ve özgürlüklerle ilgili. Nitekim Birleşik Krallık ve İspanya parlamenter, Kolombiya ise başkanlık sistemiyle yönetiliyor. Dolayısıyla çözümü desteklemek aynı zamanda başkanlık sistemine de destek vermek demek değil. Çözümü isteyip pekâlâ parlamenter sistemden yana olmak da mümkün elbette. Bu hususun altını özellikle sürecin ikinci aktörü HDP parlamenter sistemden yana olduğu için çiziyorum.Ne var ki HDP eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Çözüm Süreci’ne destek vermeyen CHP ve “ihanet süreci” olarak yaftalayan MHP ile birlikte ve hiç şık olmayan bir üslupla “Erdoğan’ı Başkan yaptırmayacaklarını” söylemesi hoş olmadı. Sonuç itibariyle Erdoğan’ın bu sürecin baş mimarı olduğunu göz ardı etmemeli ve başkanlık sistemine kesinlikle karşı duruyorsa bile bu konudaki muhalefetini bu şekilde dile getirmemeliydi.Kaldı ki HDP’nin yeni anayasada yer almasına öncelik verdiği konuları CHP ve MHP’den çok AK Parti ile konuşabileceği dikkate alınacak olursa başkanlık konusunda elini bu kadar açmasının ne kadar doğru olduğu da tartışılır.Özet olarak belirtmek gerekirse Çözüm Süreci’nin aktörleri arasında genel seçimlere giderken daha sıkı bir işbirliği gerekirken anlamsız bir karşıtlık var. Karşılıklı güven eksikliğinin neden olduğu bu durum, HDP’nin barajı geçerek Meclis’te temsil edilmesini isteyen önceliği çözüm ve demokratik bir yeni anayasa olanları çok ama çok kaygılandırıyor.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik