Yarın televizyonlarda gün boyu izleyeceğimiz Cumhuriyet programlarında, davetli tarihçiler önceki yıllarda olduğu gibi sunucuların başka sorularının yanı sıra şuna da cevap yetiştirecekler: Cumhuriyetimiz başlangıçta neden otoriter bir temelde kuruldu? Çoğulcu ve demokratik bir temelde kurulamaz mıydı?
Bu soruya tarihçilerimiz hep olduğu gibi aynı cevabı verecekler: Ah, evet, Cumhuriyet’in kurucuları istemezler miydi bunu? Lâkin şu, şu ve şu nedenlerle böyle bir şey imkânsızdı. Cumhuriyet’in başlangıçta siyasi çoğulculuğu, ifade özgürlüğünü, parlamentoyu içerecek tarzda kurulabileceğini iddia edenler, ele aldıkları dönemi bugünün bakışıyla değerlendiren iyi niyetli hayalcilerdir ve tabii ki hükümsüzdürler.
Doğrusu, tarihçilerimizin tezlerini savunurlarken öne sürdükleri iki temel argüman en azından ilk bakışta gayet güçlü görünüyor:
Birinci argüman: Cumhuriyet, “ümmetten millet, kuldan vatandaş” yarattı. Devraldığı miras öylesine monolitikti ki, bir “geçiş dönemi” yaşamadan buradan “çoğulcu demokrasi”ye geçmek mümkün değildi.
İkinci argüman: Dönem, Avrupa’da otoriter ve totaliter rejimlerin işbaşında olduğu bir çağa tekabül ediyordu. Dolayısıyla böyle bir Avrupa’da demokrasi kurmaya çalışmak gerçekçi değildi.
Doğrusu ya, bundan 10 yıl öncesine kadar, özellikle ikinci argümanın -eksik tarih bilgim nedeniyle- üzerimdeki etkisiyle bu görüşlere ben de kısmen hak veriyordum. (Cumhuriyet öncesinde, imparatorluk koşullarında Meşrutiyet dönemindeki canlı siyasi çoğulculuğu bildiğim için birinci argümanı ciddiye almıyordum.)
2011’de tarihçi Şükrü Hanioğlu’nun bu argümanların ikisinin de geçersiz olduğunu dönemin olgularına dayanarak gösteren yazılarıyla karşılaşana kadar benim durumum böyleydi.
Yarın televizyonlarda Cumhuriyetimizin başlangıçta neden zorunlu olarak “demokrasisiz” olduğunu izah edecek tarihçilerimizin argümanlarına tersten çakan Hanioğlu’nun o yazılarından öğrendiğim şeyleri kendi kaleminden sizin de dikkatinize sunayım:
Padişahlıktan çoğulculuğa geçilemez miydi?
Hanioğlu: “Bu tez bizzat Erken Cumhuriyet’in yarattığı monolitik ‘Osmanlı’ kavramsallaştırmasına dayanmaktadır. Buna karşılık, Cumhuriyet öncesi Osmanlı toplumu kendi modernitesini yaratmış, 1908-1912 arasında ciddî bir çoğulculuk ve parlamenter sistemi yaşatabilmiş, ‘vatandaşlık’ı kutsayan, ‘hakimiyet-i milliye’ kavramının gazete adı olacak kadar popülerleştiği bir yapıydı. Sosyalizmden liberalizme, milliyetçilikten İslâmcılığa kadar her türlü fikri savunan siyasî partilere, güçlü kadın hareketine, çok sesli basına, idareyi denetleyen bürokratik kurumlara, işçi örgütlenmelerine sahip bu yapı söz konusu kavramsallaştırma yardımıyla resmedildiğinden oldukça farklıydı.
“Bu yapının Bâb-ı Âli Baskını sonrasında yerini otoriter tek parti iktidarına bıraktığı doğrudur. Ancak Mondros Mütarekesi sonrasında, toplumumuzda da, tüm Avrupa’da olduğu gibi, yeniden çoğulculuğa dönüş eğiliminin ağır bastığı şüphesizdir. 1919 koşullarında seçim yapılması, İstiklâl Harbi zorluğundaki bir mücadelenin ‘tartışan’ bir meclisle yürütülmesi bu eğilimin ne denli güçlü olduğunu gösterir. (…) Dolayısıyla kendi bağlamında değerlendirildiğinde de 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu sonrasında nihaî şekline evrilen Tek Parti rejimi ve uygulamalarının yeni cumhuriyetin önündeki yegâne seçenek olduğunu ve devralınan mirâsın bunu zorunlu kıldığını söyleyebilmek mümkün değildir.”
1920’lerde Avrupa, “otoriter devletler denizi” miydi?
Hanioğlu: “Bu tez ise tarihî gelişmelerle uyumlu değildir. Avrupa’da ‘otoriter ve totaliter’ karakterli rejimlerin egemenliği Büyük Depresyon’un etkilerinin ağır biçimde hissedildiği 1930’lu yıllarda belirginleşmiştir. Dolayısıyla 1920’li yılların başlarında yapılan bir tercih, o sırada Avrupa’da egemen olan genel eğilimi yansıtmaktan uzaktır. Kendini Avrupa’nın parçası olarak gören Türkiye’nin tercihi de bu nedenle doğal görülemez. Nitekim bu durum Cumhuriyet kurucularını da rahatsız etmiş ve onları 1930’da başarısızlıkla neticelenecek bir ‘çoğulculuk denemesi’ne girişmek zorunda bırakmıştır.
“Harb-i Umumî sonrası Avrupa’sında yükselen eğilim ‘otoriter ve totaliterlik’ değil ‘anayasacılık, çoğulculuk ve demokrasi’ olmuştur. Farklı bir ‘demokrasi’ kurma iddiasıyla ortaya çıkan Bolşevikler haricinde, üç eski imparatorluğun Avrupa topraklarındaki yıkıntıları üzerine kurulan tüm yeni devletler bu değerleri ön plana çıkaran rejimler inşa etmeye gayret etmişlerdir.
“Siyaset bilimcileri 1923’te Avrupa’da mevcut otuz iki devletten yirmi sekizinin ‘çoğulcu demokrasi’ rejimine sahip olduğunu tesbit etmişlerdir. (…) ‘Çoğulcu demokrasi’ Büyük Depresyon’un etkilerinin hissedildiği 1930’lu yıllara kadar Avrupa’nın ‘ideal’ rejimi olmuştur.”
Hanioğlu’nun tartıştığımız konu hakkındaki nihai değerlendirmesi ise şöyle:
“Dolayısıyla kendi toplumumuza ‘otoriterlik dışı yollarla adam edilemez Doğulular’ benzeri Oryantalist bir gözlükle bakmadığımız takdirde, dönemin koşulları çerçevesinde de ele aldığımızda otoriter tek parti rejimine yönelişin Cumhuriyet kurucuları önündeki tek ve doğal seçenek olduğunu söyleyebilmemiz mümkün değildir.”
Yarın tabii ki televizyonlarda böyle şeyler duymanız mümkün değil.
Yine de iyi seyirler!