Hiçbirimizin beklemediği, belki hayal dahi etmediği kanlı bir darbe girişimi yaşadık. Memleket bir iç savaşın, bir uçurumun eşiğinden döndü. Birilerinin içten içe “hay allah, bu darbe neden başarısız oldu, nerede yanlış yaptık/yapıldı” şeklinde hayıflandığını bilmiyor ve görmüyor değiliz. Özellikle dış basında, “ordunun yönetime el koymasının Türkiye’deki laikliğin, Batı tarzı yaşamın nasıl da güvencesi olabileceğini” ballandıra ballandıra anlatan yazılar okuduk. Kimse ne Diyarbakır cezaevi gerçeğinden, ne de bir halkın dilinin kökten yasaklanmasından söz etmedi. Belli ki onlar, bir annenin zorla ezberlediği yegâne Türkçe cümle olan “Kamber Ateş nasılsın” sözünü, hapishanedeki mazgalın önünde yüzlerce kez tekrarlama çaresizliğinden de haberdar değildi. Öyle ya; oğluyla Kürtçe konuşması yasak olan anne, başında cehennem zebanisi gibi bekleyen askerin denetiminde, papağan gibi üst üste sadece “Kamber Ateş nasılsın,” diyebiliyordu. Evet, birilerinin bir tek kaygısı vardı: “laiklik ve Batı tarzı yaşam.” Oysa demokrasi olmadan, laikliğin de inşa edilemeyeceğini onlar bizden çok daha iyi bilirdi. Lâkin dile getirmek işlerine gelmiyordu.
Darbenin ne olduğunu iyi biliriz
Ancak bizler, başarılması durumunda neler yaşayabileceğimizi de, önceki darbelerden çıkarsayacak kadar tarih bilgisine sahibiz. Bir onbaşı veya bir çavuşun, nasıl da büyük bir yerleşim yerinin, hattâ koca bir ilçenin tek hâkimi olduğunu gözlerimizle gördük ve yaşadık. En berbat sivil yönetimin en iyi askeri yönetimden daha iyi olduğunu, bu ülkedeki insanlar önceki üç darbe ve farklı darbe teşebbüsleriyle tecrübe etti. Bir darbenin nasıl da insanlık düşmanı, bilim düşmanı, kitap düşmanı olduğunu, 12 Eylül’de öğretmen olan dayımın kitaplarını bir mağaraya taşıyıp yerin altına gömme sürecinde öğrenmiştim. O zaman henüz 14-15 yaşındayım. Abim ve dayımın oğluyla, mezar derinliğinde bir çukur açmış ve eşek yüküyle taşıdığımız kitapları gömmüştük. Darbeden on veya on beş yıl sonra mağaraya uğrayıp kitapları çıkartmak istemiştik. Amma ne ettikse bu kez yerlerini bulamamıştık. O gün oraya gömdüğümüz kitaplar çoktan çürümüş olmalı.
“Doğuda jandarma zulmüne son”
Şimdiye kadar yaşadığımız bütün darbeler, başta Kürtler olmak üzere Türkiye demokrasi güçlerini vurdu. Kürt hareketinin kendi kimliğiyle örgütlenip tarih sahnesinde yer alması, “Doğuda jandarma zulmüne son” sloganı etrafında bir araya gelmekle başladı. 1960’ların sonu ve 70’lerin başlarında DDKO’ların en ünlü sloganı buydu: “Doğuda jandarma zulmüne son.” O dönem tek kelime Türkçe bilmeyen Kürt çocukları, bu sloganı ezbere bilirdi. Bugün için pasif ve sıradan görülebilir, ancak o günler açısından oldukça devrimci ve radikal sayılırdı. Çünkü memleketin sahibi ve gerçek paşaları askerlerdi. Osmanlı döneminde bir padişah vardı; ancak Cumhuriyet döneminde Kürdün köyüne ulaşan her asker sultandı, paşaydı.
Peki, geride bıraktığımız 15 Temmuz darbesi karşısında Kürtler ne yaptı, Kürt siyasi hareketi nasıl bir pozisyon aldı? Kürt halkının darbe karşında sağduyulu davrandığı ve iyi bir sınav verdiğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. O karanlık gecenin daha ilk saatlerinden itibaren, kardeş Türk halkıyla meydanlara çıkarak demokrasiyi savundular. Kimi bocalamaları saymazsak, legal Kürt siyaseti de tereddütsüz darbe karşıtı bir pozisyon aldı.
Türkiye yeniden inşa edilirken
Ancak, 7 Haziran seçimleri sonrasında basiretsizce şiddet tuzağına düşmüş, hendek ve barikat eylemleriyle barış ve Kürt meselesinin çözümünü daha da zora sokmuş olan PKK’nin, 15 Temmuz darbesi sonrasında yapabileceği çok önemli bir şey vardı: Türkiye toplumunun ağır bir darbe kazası (belâsı) yaşadığı bir ortamda, derhal silahları susturmak ve demokrasi güçlerine şans tanımak. Hrant Dink cinayeti ve Roboski katliamı defterlerinin hükümet tarafından tekrar açılmış olması, demokratikleşme adına umut verici gelişmelerdir. Üstelik ben, Kürtlerin tüm haklarının demokratik zeminde elde edilmesi aşamasına varılan bir durumda (7 Haziran seçimleri bu nitel dönüşüme işaret eder), PKK’nin hangi akılla şiddet tuzağına düştüğünü hiçbir zaman çözemedim. 15 Temmuz darbesinden sonra aklıma şöyle bir şey geldi: Acaba birilerinin, yani bu darbenin arkasındaki güçlerin bu yönde bir telkini mi, barış sürecinin canına okudu? Umarım böyle vahim bir durum yaşanmamıştır.
Gelinen aşamada, son bir iki haftadır hepimiz şunu görüyoruz: Türkiye yeniden yapılanıyor. Bu bir onarım değil, yeniden inşadır. Memleket artık “ordu devleti” yapılanmasından kurtulup, ordunun tamamen sivil siyasetin emrinde olduğu bir yapılanmaya doğru gidiyor. Askerlik sanatından ziyade darbe yapmayı öğreten harp okulları eğitim sistemi külliyen değişiyor. Kuvvet komutanlıkları MSB’ye bağlandı. YAŞ sivil üyelerin ağırlıklı olarak etkin oldukları bir kuruma dönüşüyor; yeni yapıda on hükümet üyesi ve dört komutan yer alacak. Genelkurmay başkanlığı için kuvvet komutanlığı şartı kalktı; yeni genelkurmay başkanını, cumhurbaşkanı bütün orgeneral ve oramiraller arasından seçebilecek. Askeri liseler ve astsubay yüksekokulları kapatıldı. Milli Savunma Üniversitesi kuruldu; GATA ve askeri hastaneler Sağlık Bakanlığı’na devredilecek. Kısacası, Türkiye bir ordu devleti olmaktan çıkıyor; ordu doksan yıllık imtiyazlı konumundan çıkarılıp, sivil yönetimin denetiminde demokratik bir kuruma dönüşüyor.
Türkiye kurulurken siyasi alanın dışında kalan veya bırakılan Kürtler, Türkiye yeniden yapılandırılırken siyasi alanda yer bulabilmeliydi. Bu sürece dâhil olmanın ve içinde yer alabilmenin en önemli faktörü, şiddeti tamamen reddedip, meşru siyasi alanda varlık göstermeye çalışmakla olmalıydı. Bu puslu darbe havasında, ölen her asker, kalkan her cenaze dışlayıcı milliyetçiliği azdırır, düşmanlık tohumları eker ve toplumu militaristleştirir. Karşı karşıya olduğumuz süreç, bir zayıflıktan yararlanmak veya siyasi bir çıkar elde etmenin zamanı değil. Gün Kürt ve Türk kardeşliğini pekiştirmek ve darbecilerin iç savaş planlarını bozma günüdür. Böyle hassas dönemler her zaman yaşanmaz.
Bu arada siyasi iktidarın da göz önünde bulundurması gereken bir konu var: Türkiye’deki 79 milyon insanın huzur ve barış içinde yaşamasından söz ediliyor ve darbe konusunda, haklı olarak en geniş demokrasi cephesinin oluşması dikkate alınıyor. Bu bağlamda CHP ve MHP ile görüşmeler yapılıyorsa, HDP de bu yelpazede yer bulabilmelidir. Altı milyon seçmen, aileleri ve akrabalarıyla 15-20 milyon insana tekabül eder. Ayrıca HDP kitlesinin anti-darbeci duruşu, diğer partilerden aşağı değil. HDP’yi darbe karşıtı demokrasi cephesinin dışında görmek, sadece bu partiye oy vermiş olanları değil, Türkiye’deki tüm demokratik güçleri incitir; Kürt meselesini farklı mecralara taşır. Böyle hassas bir dönemde kucaklayıcı olmakta fayda var.