Bundan önceki, “Davutoğlu ve Babacan’a ‘özeleştirinizi verin’ demeyin, ‘anlatın’ deyin” başlıklı yazının özeti mahiyetindeki spotu hatırlatarak başlıyorum:
“DEVA ve Gelecek partisi liderlerine, ‘olan bitende suç ortağıyız, özür dileriz’ dedirtmek isteyenlerin derdi üzüm yemek, yani siyasetin rotasını demokratikleştirmek değil. Gerçekten üzüm yemek isteyenler şöyle demeli: ‘Lütfen yaşadıklarınızı anlatın; anlatın ki eski partinizin oralardan buralara nasıl geldiğini, bu dönüşümün içeride ne surette gerçekleştiğini öğrenelim.”
Sonlara doğru da şöyle yazmıştım: “Aslında anlatıyorlar; o kadar da değil. Bu yazıda işin bu yanına girersem yazı çok uzar, o nedenle ne anlattılar, daha ne anlatabilirler faslını bir sonraki yazıya bırakıyorum.”
Evet, aslında anlatıyorlar ve anlattıklarında da hatırı sayılır ölçüde etki yaratıyorlar. Bu gerçeği hem iki liderin hem de özeleştiriyi, akıllarından “tuzak” düşüncesini geçirmeksizin isteyenlerin unutmamasında sayısız yarar var.
En ses getiren anlatı: Dişli olayı
Şimdiye kadar kim, ne anlattı diye düşündüğümüzde akla önce 15 Temmuz (2016) darbe girişiminin liderlerinden biri olmakla suçlanıp ceza alan Mehmet Dişli olayı geliyor.
Davutoğlu’nun anlatımına göre, 2015 Yüksek Askeri Şûrası’ndan önce Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) önemli isimlerinden Şaban Dişli’nin kardeşi Mehmet Dişli için “paralel yapıya dahil” raporu vermiş, şûraya bu bilgiyle girilmiş, fakat gerek Başbakan Davutoğlu’nun gerekse de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın “emekliliğe sevk” yönündeki ısrarlarına rağmen son anda “devlet şeyi” (Davutoğlu’nun ifadesi) araya girmiş, kanaat değişmiş.
Bilgi bilginin ebesidir. Bu bilgi ortaya çıkınca, 2015 şûrasında işlerin orada kalmadığını ortaya koyan yeni bilgiler de sökün etti. Gazeteci Saygı Öztürk, sözü edilen MİT raporunun bir dava dosyasının eklerinde olduğunu duyurdu ve belgedeki bilgileri kamuoyuyla paylaştı:
“2015 yılında 46 albay tuğgeneral/tuğamiralliğe yükseltildi. Bunların terfilerinden önce de MİT, Genelkurmay’a bilgi vermiş. İlginçtir, terfi eden 46 tuğgeneralden, 29’u 15 Temmuz 2016 darbe girişimine katılmış. En büyük katılım ise Mehmet Dişli’nin de mensubu olduğu Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda (KKK) yaşanmış.”
Bahçeli damarına basmasaydı anlatmayacak mıydı?
Davutoğlu’nun anlattıklarının ne kadar güçlü bir etki yarattığını anlamak için iktidarın aklına bunu “ademe mahkûm etmek”ten başka bir şey gelmediğini, “susalım, unutulsun” gibi bir tavır belirlediğini görmek yeter.
Öte yandan Davutoğlu’nun, gelen tepkiler üzerine birkaç gün sonra yaptığı açıklama, onun ve Babacan gibi siyasetçilerin devlet algısı hakkında bir fikir verdiği gibi, onların bu algıyla anlatabileceklerinin sınırları hakkında da bir şeyler söylüyordu: Davutoğlu, Mehmet Dişli ile ilgili gerçeği Devlet Bahçeli’nin kendilerine yönelik “FETÖ suçlaması”na cevap olarak yaptığını açıkladı. Bu ifade, o suçlamalar olmasaydı açıklamanın da olmayacağı (ya da olmayabileceği) anlamına geliyordu.
Peki, bu ülkedeki yönetim tarzının nasıl olup da 10 yıl içinde zıttına döndüğünü “içeride” yaşadıklarından yola çıkarak bize anlatabilecek siyasetçiler, konuşmalarını sınırlayan bazı algılar ve bakış açılarıyla malûlseler, onlara karşı nasıl bir tavır almalıyız? Hangi tutum daha doğrudur: “Bunlar zaten böyledir, özleri aynıdır ve şimdiki ayrılık geçicidir; ileride yeniden bir araya gelecekleri muhakkaktır, o nedenle fazla ileri gitmezler, biraz konuşurlar sonra susarlar” demek mi doğrudur, daha fazla konuşmaları için onları teşvik etmek, cesaretlendirmek mi?
Otoriterleşme tırmanışında kritik karar anlarında neler yaşandı?
İlk yazıda da belirtmiştim: Her iki siyasetçinin “doğru” kabul ettikleri dönemler için onları özeleştiriye davet etmek mantıksal olarak saçma. Yine de o dönemlere dair söyleyecekleri de olabilir. Mesela Ali Babacan birkaç istifa girişiminden söz ediyor, kendisini istifaya götüren o süreçleri ayrıntılandırsa, Erdoğan’la ekonomik kararlar üzerine yaptıkları tartışmaları açıklasa… Belki de tek adamlık eğiliminin ilk kristalize olduğu an o andır.
Fakat içinde bulunduğumuz boğucu atmosferin adım adım nasıl örüldüğünü anlamak istiyorsak, son yedi-sekiz yıla, 2013 sonrasına odaklanmamız gerekecektir. (Dolayısıyla Babacan’dan çok daha fazla Davutoğlu’na iş düşüyor).
Bu dönemle ilgili olarak dışarıdan bakıldığında sezilebilen fakat “delillendirilemeyen” iktidar içi kritik çatışma noktaları yaşadık. Mesela Gezi protestoları sırasında iktidar içinde Erdoğan’la birlikte iki ve üç numaralı siyasetçiler olan Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın Erdoğan’la taban tabana zıt tutumlar belirlediğini görebiliyorduk. Şimdi, Babacan ve Davutoğlu da benzer imalarda bulunuyorlar. Fakat tam olarak ne oldu? O kadar önemli siyasetçiler neden hiçbir etki yaratamadı? O günleri ayrıntılarıyla bilmek, “buraya nasıl geldik” sorusunu cevaplamada çok şey söylemez mi bize?
Yaşanırken sorduğum, şimdi de çok merak ettiğim başlıklar
Kanaatimce Erdoğan, 2013’te biraz korkuyla izlediği iki olayın ardından ülkeyi ancak kutuplaştırarak ve o kutuplaşma üzerinden “sıkarak” yönetebileceğini düşünmeye başladı: Bu olaylar Gezi protestoları ile 17-25 Aralık soruşturmalarıydı.
Erdoğan’ın bu iki olayı izleyen bir dizi tasarrufunun, parti içinde ve dışında “sükûnet”i sağlamaya, rakiplerini icabında istiskale uğratarak tasfiye etmeye ve böylece ülkenin tek hâkimi olma arzusunu kuvveden fiile geçirmeye matuf olduğunu düşünüyorum. (Erdoğan’ın 2015 seçimlerine giderken söylediği “verin 400 milletvekilini bu iş huzur içinde çözülsün” cümlesi de bu arzusunu açığa çıkaran bir lapsustu belki –lapsus: Beynin gizlemeye çalıştığını dilin fâş etmesi).
2015 seçimlerine giderken kaleme aldığım bir yazıda, Erdoğan’ın gözünü karartıp giriştiği bazı tasarrufları ele alıyor ve “Erdoğan süreçleri neden böyle yönetiyor” diye soruyordum.
Gerçi şimdi, son birkaç yılda öyle göz karartmalar yaşadık ki, bugünden bakınca o gün bazı soruları hayretle sormuş olmam biraz naif kaçıyor. Fakat o günlerde hakikaten herkes çok şaşırmıştı. Benim kanaatim, Erdoğan’ın bu tasarruflarla Davutoğlu’nu yıldırmaya, ve evet, iktidarını şahsileştirmeye çalıştığıydı. Tabii o zamanlar ikili arasındaki gerilim henüz dışarı sızmadığı için “nereden uyduruyorsun” sataşmalarına da maruz kaldım, fakat zaman hükmünü benim sezgilerim lehine verdi.
Listeye sonraki yıllarda yeni ilaveler de yaptım ama, bu yazıda sadece ikilinin arasından su sızmadığı zannedilen 2015’teki tasarrufları hatırlatmakla yetineceğim.
Bu olaylar yaşanırken Davutoğlu muhakkak çok incinmiştir, neden sustuğunu da tahmin edebiliriz: Devlet terbiyesi… Fakat Davutoğlu artık bu terbiye türünün devlet için (ama demokratik bir devlet için) gerçekten de doğru ve iyi olup olmadığı üzerinde düşünmelidir.
Erdoğan’ın 2015 seçimlerine giderken parti içindeki otoritesini muhkemleştirmek için Davutoğlu’na yaptıklarını bir sonraki yazıda ele alacağım. Olayları hatırlayınca, eminim siz de Davutoğlu’nun o olayların hakikatini anlatmasının hem hakkı hem görevi olduğunu düşüneceksiniz.