DEVA Partisi lideri Ali Babacan ile Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu’na karşı geliştirilen “özeleştirinizi verin” kampanyasının yoğunluğuna bakıp da bu ülkeyi özeleştirinin anavatanı sanmak işten bile değil.
Her biri fikirlerini en azından bir kez değiştirip başka bir partiye, gruba, ideolojiye intisap etmiş ve şu anda da kolunu kaldırıp taş atmaya hazırlananlara, “ilk taşı hayatında hiç değilse bir kez özeleştiri yapmış olanınız atsın” dendiğinde -sahipleri dürüstse- bütün kolların ineceği bir ülke değil mi burası?
Bir de özeleştiri talebinde çifte standart diye bir şey var ki, mevcut kampanyayı iyice samimiyetsiz kılıyor. Bu “standart”a göre, eski kulübünü terk etmiş kişi yeni tercihini “bizim” hoşumuza gidecek bir tarzda yapmışsa özeleştiriye gerek yoktur. Yok, değilse onun (onların) canına okunur.
Her cenahtan, her meşrepten kulüp-fikir değiştirip de “özeleştirini ver, sonra konuş” dayatmasına muhatap olmayanlar başka bir yazının konusu olsun, fakat burada cari tartışmamızla doğrudan ilgili bir örneği hatırlatmadan geçemeyeceğim: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) dört kurucusundan biri olan Abdüllatif Şener Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) katıdığında (2008) sonra da milletvekili olduğunda (2018) ondan özeleştiri istendi mi?
Ne diyorlar?
Babacan ve Davutoğlu, her biri farklı bir milat koyarak, belli bir tarihten sonra parti içinde farklı fikirler öne sürdüklerini, liderliği eleştirdiklerini, fakat bir noktada hiçbir şeyin değişmediğini, değişmeyeceğini anladıktan sonra partiden ayrıldıklarını söylüyorlar.
Buna karşılık özeleştiri talebinde bulunanlar, onlardan partide geçirdikleri bütün yıllar için özeleştiri istiyorlar. İyi de, onlar o dönemlerin bir bölümünün tümüyle “doğru” olduğuna inandıklarını söylüyorlar, bu durumda neyin özeleştirisini yapacaklar?
Bu taleplerin altında, bu yolla AK Parti’yle ilgili kendi “özcü” değerlendirmelerinin bir doğrulanmasını duyma isteği yatıyor. İstedikleri gibi bir özeleştiri alabilirlerse, ardından “bakın, biz başından beri ‘bunların’ ontolojik olarak kötü olduklarını, ‘bunlardan’ hiçbir olumlu şeyin sâdır olamayacağını söylüyorduk, görüyorsunuz, haklı çıktık işte” diyecekler.
Aslında Babacan da, Davutoğlu da, Abdüllatif Şener de, Abdullah Gül de, Nihat Ergün de, Sadullah Ergin de, Mustafa Yeneroğlu da, sayılamayacak kadar çok eski “şeriatçı” da bu kişilerin özcü değerlendirmelerinin ne kadar yanlış olduğunun canlı ispatları olarak karşılarında duruyor ama onlara bunu anlatmanın imkânı yok, bunu anladık artık: Bir özcü, kafasında başlangıçta kurduğu mutlaklığı bozacak hiçbir somut değişimi “görmez”.
“özeleştirinizi verin” değil, “anlatın”
DEVA ve Gelecek partisi liderlerine, “olan bitende suç ortağıyız, özür dileriz” dedirtmek isteyenlerin derdi üzüm yemek, yani siyasetin rotasını demokratikleştirmek değil. Gerçekten üzüm yemek isteyenler şöyle seslenmeli onlara: “Lütfen yaşadıklarınızı anlatın; anlatın ki eski partinizin oralardan buralara nasıl geldiğini, bu dönüşümün içeride ne surette realize edildiğini öğrenelim.”
Bu anlatının büyük bölümünün, iki liderin parti içinde itirazda bulunmaya başladıkları nokta ile “olmuyor, olmayacak, gidiyorum ben” noktası arasındaki dönemlere dair olması eşyanın tabiatı gereği… Fakat pekâlâ önceki, “doğru” diye değerlendirdikleri dönemlere ait söyleyecekleri de olabilir, onları da anlatmalılar.
Aslında hiç anlatmıyorlar değil, anlatıyorlar da. Özeleştiri isteyenlerin diz çöktürme, tuzak kurma gibi bir meselesi olmayan kesimine (yani özeleştirinin gerek iki parti gerekse de siyasetin kendisi için iyi olacağına samimiyetle inanlara) bu noktada önemli bir görev düşüyor. Onların, kendilerini ilk grubun ajitasyonundan ayırmalarında ve enerjilerini iki lideri daha fazla anlatmaya teşvik etmek için harcamalarında sayısız fayda var.
Aslında anlatıyorlar; o kadar da değil. Bu yazıda işin bu yanına girersem yazı çok uzar, o nedenle ne anlattılar, daha ne anlatabilirler faslını bir sonraki yazıya bırakıyorum. Bitirmeden, bir noktayı daha belirtmek isterim: Niyeti esasen üzüm yemek olan daha iyi niyetli, daha samimi “özeleştirici” kesimlerin içlerine sindiremedikleri, sık sık tekrarladıkları bir nokta var. “Madem partide yanlış şeyler saptıyordunuz, neden milletle paylaşmadınız ya da neden istifa edip gitmediniz?”
Bunu söyleyenler biraz empati yapsınlar, biraz kendi tecrübelerini düşünsünler. Kolay mı bunu yapmak? Yıllarınızı harcadığınız, emek verdiğiniz, ne duygularla bağlandığınız bir siyasi çizgi almış başını bir yerlere gidiyor, ne yapardınız, ne yaptınız? Yıllarınızı almadı mı o nihai karara ulaşmanız? Çoğunuz, içinde yer aldığınız yapılar ancak bir dış kuvvet, bir “barbar istilası” tarafından parçalandıktan sonra onun dışına çıkabilme cesareti göstermediniz mi? Göstermedik mi?